Gittikçe
kalabalıklaşan Beşiktaş evlerinden ayrılıp, oportünist
Selo ile birlikte yerleştiğimiz,
zamanın şartlarına göre konforlu sayılacak Yıldız'daki iki odalı
evimizi, Çerkeslerin işgalinden bir ay gibi bir süre zor
koruyabilmiştik. Dernekte
yeni tuttuğumuz evin nerede oluğunu soranlara Tekirdağ
taraflarında gibi cevaplar vererek kurmaya çalıştığımız
savunma hattı, yine bizzat bendenizin bir anlık gafletiyle
delinmiş, o özenle kurduğumuz küçük ev,
O ve yarı Çeçen bir Kabardey
tarafından işgal edilmişti.
Bir aydınger parçası bulma umuduyla uğradığım diğer bir evde,
yanmayan bir sobanın başında ve parkalarının içinde sessizce
oturan, henüz isimlerini bilmediğim bu iki kişiye acıyarak,
bizde kalorifer yanıyor, isterseniz bize gelin deme gafletiydi
içine düştüğüm durum. Yıllar boyu Selo’ya karşı mahcubiyetime
neden olacak olan bu durumdan kısa bir süre sonra, eve geç
döndüğümüzde yatacak yer bulmakta zorluk çektiğimiz, o diğer
evlere benzemekte gecikmeyecekti. İmamlıktan ihraç edilmiş,
Bursa da okuduğu üniversiteyi bırakmış, kendisine yakıştırdığı
o İstanbul şehrine gelmişti, beş parasız.
Dayanışma olmasa belki de tutunamayacağımız o şehirde,
Kurtalan Ekspresi'ne binip, aylarca doğu illerinde tencere
satmak ta dahil, olmadık işlere gire çıka didinip durmuş,
bizleri evimizden tasfiye ederek, ikinci bodrumdaki yine o
küçük evde, Üsküdar Amerikan mezunu, bir tıp öğrencisi o
Kabardey kızla evlenmeyi başarmıştı. Bütün bunları
becerdiğinde para kazanacak bir işi var mıydı Tanrı bilir.
Diğer yandan gelinin çıktığı ev, Suadiye’de iki yüz elli
metrekare lüks bir apartman katıydı. Gelin, birazda her türlü
şartlar nedeniyle, hiçbir şekilde gelin alma merasimi
istemediğinden, damatta dahil gelin almaya belediye otobüsü
ile giden toplam üç kişiden birisi olarak, yaşlıların oturduğu
büyük salona iteklenmiş ve rahmetli anneanneden gerekli
fırçaları yemiştim. Yine rahmetle anacağım Kemal
Kudeberdokua amca, kızının bu,
anlamsız bularak üzüldüğü tercihleri karşısında, derin hüznüne
rağmen beni, anneannenin şerrinden korumaya çalıştığını
hatırlarım.
Öğrenci gençlik için can güvenliği de dahil, her şeyin zor
olduğu o yıllarda başlayan bu radikal beraberlik, gerek
Çerkes, gerek diğer çevrelerde meraklar uyandıran ve sürekli
sorgulanan bir evlilik olmaktan kendini kurtaramamıştır. Daha
sonraları, Handan’ın bir doktor olarak kariyer yapmaya
başladığı yıllarda, iş arkadaşları ve kolejli arkadaşları
tarafından hayretlerle karşılanıp kuşku ile bakılan
bu Maocu imam enişte,
diğer herkes için olduğu gibi onlar içinde, çok değer vererek
bağlandıkları, sıkı bir
dosta dönüşecekti. Bizim Nurdan, bu herkesler
tarafından sevilmesini, kuşku ile karşılayıp haklı olarak
oportünizminden şüphe eder olmuştu.
Çeçen ortaklardan oluşan, yönetici olarak çalıştığı bir küçük
işletmeye ortak edilmiş, geçim dertleri bir nebze çözülmüştü.
Ortaklara ait birkaç otomobil vardı ama hiç birinin ehliyeti
yoktu. O karısının mezuniyetine ertelemesi nedeniyle düştüğü
asker kaçaklığından, diğerleri ise, o zamanlar çok basit olan
yazılı sınavı veremediklerinden, yıllardır bu şehirde
ehliyetsiz araba kullanmanın bütün sırlarını öğrenmişlerdi.
Handan ile kurdukları ev, derneklerin kapalı tutulduğu o
yıllarda, herkeslerin buluştuğu bir tartışma mekanı olarak
işlev görüyor, bütün problemli Çerkeslerin dertlerine yine
onların etrafında devalar aranıyordu, o günlerdeki yoksulluk
bunlara engel değildi.
Yine de planlamadıkları bir zamanda, yakalanıp mevcutlu bir
şekilde İskenderun’ a bahriye askeri olarak gönderilmişti.
Akçakoca askerlik şubesinden iki jandarma eşliğinde,
ehliyetsiz olarak kullandığı kendi arabasıyla yola
çıkmış, Düzce sapağında, askerleri bu geceyi İstanbul da
ailesinin yanında geçirmeye ikna etmişti. Biz ulaştığımızda,
salonda tüfekleriyle iki jandarma oturuyordu.
Mümtaz’ın o günle ilgili yorumu ise şu olmuştu; hayatımda
hiçbir zaman bu kadar emniyette araba kullanmamıştım. Yaşı
ilerlemiş bir asker olarak onbaşı sınavına girip girmeyeceğini
soran komutanına, ben
binbaşı sınavını bekleyeceğim cevabını vermişti.
Askerlik sonrası döndüğünde dağılan şirketi onu yeni
debelenmeler zorunda bırakacak, kısa süreli bir Marmaris
macerasından sonra tekrar İstanbul'a dönüp, yıllar önce olduğu
gibi yine Abhaz derneğinin başına geçecek ve Abhazya’nın
işgali ile başlayan süreçten itibaren ömrünün geri kalan
kısmını orada ve Moskova'da geçirecekti.
Sarp kapısının açılmasından çok kısa bir süre sonra, başka
hiçbir vasıta bulamadığımızdan, kendi arabamızla Kafkasya'yı
birlikte turlamıştık. Henüz Gorbaçov iktidarda ve çökecek olan
Sovyet sistemi henüz ayaktaydı. Üç eski sosyalist olarak
bizleri hayal kırıklığına ilk uğratan şey, bütün karayollarını
kapsayan, neredeyse her on kilometrede bir, polis kontrol
binaları olmuştu, birde otellerdeki düğmesi olmayan ve
kapatamayacağımız radyolar. Diğer taraftan olağanüstü bir
coğrafya ile karşı karşıyaydık ve insan ilişkileri, gerçek
olamayacak kadar güzeldi.
O
espriler yüklü zekası ve muhteşem Abhazca'sı ile dolaştırıla
durduğumuz her tür toplantı ve davetlerde, konuşma ve
tartışmaları ile buluşmaların yıldızı olmuş, belki de istediği
yaşam biçiminin böyle bir şey olduğu düşüncesini uyandırmıştı
bende. Kalabalık ve becerikli sülalesinin bizleri ağırlayışı
ve ortak espri anlayışları onu onurlandırmış, Türkiye de
olduğundan daha mutlu bir yaşam sürdürebileceği kanaatinin
oluşmasına neden olmuştu.
Ertesi yıl Sohum da sokakta tek başına rastladığımda, yolda
gördüğü herkesle şakalaşan, oralı biri olup çıkmıştı. Handan
ve Gunda ile gidip Sohum’a yerleşme planları yapmış, bahçe
içinde küçük bir ev satın almışlardı. Bütün bunların
hazırlıklarını yaptığı ve sade bir vatandaş olarak
yaşayabilmesi için nasıl bir işle uğraşması gerektiği
konusuyla uğraşırken, bir şansızlık olmuş ve savaş patlamıştı.
Savaş patladığında Leningrad’da idi,
kızımın ismini GUNDA takmış
birisi olarak, Türkiye’ye dönemezdim demişti.
Abhazya’ ya döndü.
Savaş bittikten aylar sonra, hastalanıp zor bela dönebildiği
İstanbul'da, savaş şartlarının drama kısımlarından hiç
bahsetmez, o zor günlerde oluşmuş esprileri anlatırdı sadece.
Ertesi yıllar ambargo altında, geçim koşullarının kalmadığı
Abhazya, ailesini götürebileceği yer olmaktan çıkmış, eski
Pitsun'da belediye başkanı olan,
oralı bir akrabası ile birlikte Moskova’da işletmeye
çalıştıkları bir ekmek fırını ile uğraşıp durmuşlardı. Bu
dönem şartlar gereği az görüşür olmuştuk. Ailesi ve kızını
ihmal etmiş olmanın ezikliği içinde, ne buraya ne oraya
yaranamayan durumu onu durgunlaştırmış, yeni baştan çıkmazlar
içine sokmuştu.
Bütün insanlar ve Çerkesler için hemen her zaman iyi duygular
beslemesi bir yana, onlar için kendi ve yakınlarının
hayatlarından fedakarlık etmekten hiç çekinmemiş, bütün
sırlarımın ortağı bu bağımsız demokrat, yaşamayı hiçte
istemediği, o çok uzaklardaki soğuk şehirde…
Gunda’ya
miras
bırakabildiği tek şey; sevgi dolu, o hüzünlü
mektuptu.
CARI
Aşamba Mümtaz'ın yazıda bahsi geçen mektubu...
(Bilgi: Mefewud Nartan)
"Canım Kızım,
Bilmiyorum, bu güne dek sana hiç mektup yazdım mı?
Hatırlamıyorum. Askerken belki yazmışımdır. Mektup yazacak
kadar hiç ayrı kalmadık. Annenle de öyle, şimdiye dek hiç
yazışmadık. Şimdi ise beş buçuk aydır sizden ayrıyım. Beş
buçuk aydır herhalde size yazabilirdim. Ancak, arada bir
telefon edebiliyor olmam ve de her an gelebilme umudum. Ayrıca
yazma konusundaki tembelliğim de engel oldu yazmama. Kısa bir
süre içinde olsa, bir süre gelebilme umudumu hala taşıyorum.
Yine de size, bu mektubu yazıyorum. Ne zaman gönderebilirim
bilmiyorum.
Tatlı Kızım, bugün annenin doğum günü. Annen, doğum ve benzeri
günleri hatırlayamadığımdan yakınırdı hep. Ama bugün
hatırladım. 14 Ağustostan beri, burada ayın kaçı olduğunu pek
bilmiyoruz. sadece savaşın kaçıncı günü olduğunu biliyoruz.
Örneğin bugün savaşın 131. Günü. Yüz otuz bir gündür Abhaz
Halkı, kendilerinden kırk kat daha güçlü Gürcüstan’a karşı,
vatanını, evini, barkını, kendini savunuyor.
Sevgili kızım, bütün bu hengame arasında, bugün sabah biri
bana, ayın kaçı olduğunu sordu. Bende saatime bakıp yirmi
ikisi dedim ve karımın doğum günü diye ekledim. (Annen, haklı
galiba. Yine doğum gününü önceden hatırlayamadım.) Daha sonra
da Annenin doğum gününü kutlayamadığım için tüm şartlara çok
sinirlendim.
Bu mektup, ne zaman eline geçer bilmiyorum. Ama geçer geçmez
annenin doğum gününü benim için kutlar mısın lütfen?
Güzel kızım, bir telefon konuşmamızda annen bana, herkesin
yapmadığını, neden benim yapmam gerektiğini sordu. Çok da
haklı annen. Keşke herkes yapması gerekeni yapsa idi, bende
herkes gibi olsaydım. Ama her zaman öyle olmuyor. Bunu annen
çok iyi bilir. Yine son telefon konuşmamızda, anneannen, beni
çok yordunuz, diye hayıflanıyordu. Senin bakımın konusunda,
onun çektiği sıkıntıları çok iyi biliyorum. Çok da saygı
duyuyorum. Birkaç gün önce, Gürcistan tarafından düşürülen
helikopterde ölen otuz beş çocuğun büyükannelerinin feryadını
görünce, sevgili kayınvalidemin ve annemin şanslı olduklarını
düşündüm.
Bugün Abhazya’da, binlerce çocuğun anne, baba, anneanne ve
babaannesi, çocuklarının sadece hayatta kalabilmeleri için her
şeylerini feda etmeye hazır olduklarını çok iyi bilmeni
istiyorum.
Şimdiye dek, Türkiye’den gelip Abhazya’nın bağımsızlığı için
savaşan gençlerden ikisi şehit düştü. Annen ve ben, Kafkasya
ve Çerkeslik problemlerinden söz etmeye, dert etmeye
başladığımızda, biri henüz yeni doğmuştu. Biride 3-4
yaşındaydı. Bugün onlara iyi savaşlar çocuklar deyip,
Türkiye’ye dönmekte bana doğru gelmiyor. Doğru nedir? Sorusu
da bugün benim için zor yanıtlanır oldu. Sanırım ilk defa
senden beni anlamanı istiyorum. Hatırlıyorum küçüklüğünü.
Adının neden “Gunda” olduğunu sorgulardın. “Funda” ile
karıştırılmasına da çok sinirlenirdin. Nasıl olsa “Funda”
sanacaksınız diye, adını soranları yanıtlamazdın. Bizse, sana
“Gunda”nın ne demek olduğunu anlattık birazcık... Bugün ise,
sana adın sorulduğunda (Ki soranlar çok az sayıda kişi idi)
çektiğin sıkıntının çok daha fazlasını, tüm Abhazya ve
Abhazlar çekiyor.
Bütün Abhazlar, Abhazya nerededir? Abhaz nedir? Neden
haklıdır?... vb soruların yanıtlarını tüm dünyaya anlatmaya
çalışıyorlar. Umarım bunu başarabilirler. O zaman sende adının
neden “Gunda” olduğunu, daha kolay anlayabilirsin.
Sevgili Kızım, bu satırları yazarken, sorumluluğum
(sorumsuzluğum da olabilir) duygusuyla göz yaşlarımı
engelleyemiyorum. Çevremizdeki birçok insan, senin okula nasıl
gideceğinle ilgilenmediğimi düşünürken, bense adının neden
“Gunda” olduğunu sana yeterince anlatamamış olduğum için
üzülüyorum.
Ancak şuna kesin olarak inanıyorum. Bugün Abhazya’da sürmekte
olan savaş, iyi yada kötü tüm özelliklerimizi açığa
çıkaracaktır. Umarım bu savaştan, gerekli tüm dersleri alırız.
Tatlı Kızım, tüm bunları sana anlatıyorum. Çünkü bir tek
senin, herkese karşı beni savunduğunu biliyorum. Sana öyle söz
veriyorum. İlk fırsatta satranç oynayacağız. (Umarım bu ilk
oyunda ihtiyar babanı yenmezsin.)
Biliyorum, senin yaşındaki çocuklar, babaları tarafından
anlaşılmayı beklerler hep. Bense bugün, senin tarafından
anlaşılmayı umuyorum. Dilerim, sen, çevrende daha kolay
anlaşılabilinesin...
Canım Kızım, seni çok seviyorum. Özlemle tatlı yanaklarından
öperim. Anneni benim için öper misin ve herkese selam söyler
misin lütfen. Özellikle anneannene!...
Yılbaşı öncesi gelemezsem, hepinizin yeni yılını kutlarım.
Hoşçakal Canım Kızım..."
22 Aralık 1992
Gudauta |