Onunla ilk defa on üç,
on dört yaşlarımda Uzuntarla'da bir Çerkes düğününde
karşılaşacaktık. Bu düğünde bulunmamın benim için
önemi ise, ilk defa kendi köylerimiz dışında bir
Çerkes düğününe misafir gitmiş olmaktı. Bu misafirliğe ise legal
yollardan değil, ağlaya sızlaya annemi ikna edip onun da
ablamlara yanlarında beni de götürmezlerse hiçbir yere
gidilmeyeceğini söylemesiyle yani cebren ve hile ile
gelmiştim. Gelirken de ablamların akşam düğünden sonra
‘zaxes’ olacağını benim uykumun gelmesi ya da
herhangi bir arıza çıkarmam durumunda bir daha
kendileriyle beraber gezmeyi rüyamda bile göremeyeceğim
tehditleri de cabası. Ancak ne gam, benim için önemli
olan şu anda gidiyor olmaktı ve daha sonra duruma göre
neler yapacağım konusunda da oldukça antrenmanlıydım.
Düğün tam bir seremonik
Çerkes düğünüydü ve ekip oyunlarından tecrübeli birçok
da misafir vardı. Murat Taymaz düğünün as elemanıydı
dans etmediği zaman akordeon çalıyor, onu çalmadığı
zamanlar zaten dans ediyordu. Hemen hemen bütün
oyuncular, ki bunlara ablamlar da dahil, oldukça
profesyoneldi. Murat Taymaz düğünün bir yerinde elime
bir ‘haluj’ tutuşturup sıradaki kızlardan birine
vermemi istemişti. Zaten böyle aksiyonlara kendi
köylerimizdeki düğünlerden alışık olan ben denileni
yapmakla kalmayıp, kendisini gülümsetecek bir ‘kaşen’
haberiyle de geri gelmiştim.
Bu karşılaşmadan epey sonra
onu Bağlarbaşı Derneği'nde ekip çalıştırıcısı olarak
görecektik. Ancak ablamında aralarında olduğu bu
ekipteki hemen herkes disiplini, oyun figürleri
konusundaki hassasiyeti ve sert tutumundan oldukça
muzdaripti. Oyunculara fırça atarken daha sonraları
Kafkas ekiplerinde ter dökmüş biri olarak çok da
isabetli bulduğum, ''bu danslar bir ruh işidir. Öyle
kafası kesilmiş tavuk gibi ortada dönmek değildir. O ruh
ve heyecanınız yoksa ekibe gelmenize de gerek
yok'' derdi. Bu tavizsiz ve sert tutumu ekip
çalışmalarına özel bir durumdu. Diğer zamanlar da ise
neşeli ve keyifli olurdu. Özellikle akordeonu öyle
aşkla ve keyifle çalardı ki, sanırsınız körükler
yırtılıp ezgiler ortalığa saçılacak. Zaten onunla daha
sonraki aralıklı karşılaşmalarımızda da neşesiz ve
netameli haline hiç rastlamadım.
Heyecanlı sürprizli ve
zarifti. Bir akşam üstü Kartal'daki tren istasyonunun
paralelinde yanımda bir kız arkadaşımla yürürken kan ter
içinde arkamızdan koşarak yetişmiş ve elindeki -ne ara
aldığını bilemediğimiz- çiçekleri elimize tutuşturmuştu.
Meğer kendisi trendeyken bizi yolda görmüş ve hızla inip
bu küçük sürprizi hazırlamıştı bile. Murat Taymaz'ı
tanıyan ben hiç şaşırmamış, fakat yanımda bulunan kız
arkadaşım bu hızlı ve zarif centilmenlik karşısında
oldukça heyecanlanmış ve hayranlık duymuştu.
Daha sonraları ‘Apeas’ diye
bir şirket kurmuş ve çoğunlukla yurtdışında yaşar
olmuştu. İki bin iki senesiydi sanırım Kafkas
Konseyi'nin ev sahipliğinde, kız kulesinde oldukça
prestijli bir organizasyon yapılmıştı. Ben ve
arkadaşlarım Çerkes müziği icra etmek üzere İstanbul ve
Ankara'nın fiyakalı Çerkes dünyasının karşısındaydık.
Programı gittiğimiz yerlerden artık kanıksadığımız
tesisat ve mikrofon sorunları olmadan ve kimi kereler
başımıza geldiği gibi acemilikler yapmadan neyse ki
bitirebilmiştik. Yemeğe oturduğumuzda Murat Taymaz
yanımıza gelip sarılıp tebrik etmiş, benim şarkı
söylediğimi hiç bilmediğini orada görünce şaşırıp,
sevindiğini heyecanla anlatmıştı. Kız kulesindeki bu
oldukça seremonik ve kentli beyaz Çerkeslere dönük
gecede; akordeon çalan, dans eden, hiç kasmadan
hesapsız, kitapsız eğlenmenin hakkını veren yine o
olacaktı. Neşe provokatörü gibiydi ve bu hali ona çok
yakışıyordu.
İki sene önce İstanbul Kafkas Kültür Derneği'nde bir
toplantı arasında hızla içeri dalmış ve ‘hep
toplanırsınız, hadi işinizi biraz çabuk bitirin
de neşeli bir yere yemeğe gidelim’ demişti. O
böyleydi işte, tıpkı Borges’in ‘anlar’
şiirindeki gibi yaşamın her anını gerçek ve keyifli
kılan insanlardandı.
Son görüşmemiz ortak bir
tanıdığımızın çocuklarının Feshane'deki sünnet
seremonisinde olacaktı. Yalnız geldiğini görünce yanına
gidip bizim masaya davet etmiş, orada bulunduğumuz iki
saat boyunca anıları, şakaları ve anekdotlarıyla yine
bizi gülmekten kırıp geçirmişti. Çocuklara hediye
getirdiği Gürcistan işi şahane kamaları beğendiğimi
görünce de aynı işçilikten bir tanede bana yollayacağını
söylemişti. O akşam sahne alan Kafkas ekibine ve Şükriye
Tutkun'un şarkılarına keyifle eşlik etmiştik. Yan
masalardaki ‘mühim zevatı’ pekte umursamadan, on beş gün
sonra zamansız gideceğini bilir gibi...
Başarılı bir işadamıydı
fakat sıradan standartlarla hiç işi olmadı. Paranın
kendisini görünür kılmasına ihtiyacı olmayacak kadar
renkli ve yetenekliydi. Hırsla, hesapla, kendine
eksiksiz hayatlar kurmuş zanneden asık suratlı adamlara
nispet edercesine, keyifle ve hesapsızda
yaşanabileceğini herkeslere gösterdi. Hayata öyle pekte
ciddiyetle yerleşmeden coşkuyla, ironiyle telaşla çekip
gitti bu dünyadan. Üstü kalsın diyerek belki de?
O dokunduğu herkesi mutlu
edebilen ve buna da kudreti olan bir insandı.
Ruhu şad olsun. |