Dünya sinemasından size on
filmlik bir seri tanıtacağız. Bu filmleri izlemenizi
öneriyoruz.
CircassianCenter
1) Shichinin No Samurai
(1954) – Akira Kurosawa
Kurosawa’nın başyapıtı olan Shichinin no samurai
adeta cehennemvari bir ortamda geçer, kuralcı ve
idealizm üzerine kurulmuş samuray kültürüne karşı,
gerçek anlamda hümanist ve insan onuru üzerine kurulmuş
bir samuray kültürü ortaya çıkarır. Köylüler bile
samuray kahramanlarımızın davranışlarına bir anlam
veremezler çünkü alışılageldik samuraylardan epey farklı
olan bu kahraman karakterler onları, düzen ve otoritenin
olmadığı bir dünyadan korur ve gözetirler.
Onlara emeklerine nasıl
sahip çıkılacağını ve bunun uğruna ölmeye değer bir
vazife olduğunu göstermek için kendileri de birçok
fedakârlıkta bulunurlar. Haliyle insanın dış dünyada
yaşamadığını sandığı bu insanların mücadelesi zaferle
yoğrulmuş bir tat bırakmaktadır. Çoklu kamera kullanımı,
yavaşlatılmış sahne çekimlerindeki dramaturji ve 207
dakika boyunca bizleri mıhlayan destansı bir film.
2) Il Buono, il Brutto, il Cattivo (1966) – Sergio
Leone
Once Upon time in the West birçok otorite tarafından
en iyi 100 film listelerine alınırken, bu film biraz da
üvey çocuk muamelesi görmektedir. Leone’nin sanatının
doruk noktasına çıktığı film Bir Zamanlar Batı'da
olmasına rağmen, bu filmdeki ahlaksal kavramlar
ortasında, ismi olmayan karakterlerin dehşet ve ölüm
saçması, bunu spagettiye bulayıp kanunsuz bir dünya
yaratması.
Bunun üstüne Amerikan iç
savaşını arka zemine yerleştirmesi romantik bir
İtalyalının gözünden, samuray jargonunu kullanarak
Meksika tarzı üçlü düello eşliğinde, Morricone ezgili
bir şiddet operasına dönüşmesi şüphesiz bu listeye
girmesi için benim için yeterli bir sebep teşkil ediyor.
Uzun bir cümleye sığmayacak kadar uzun bir film ve
para’nın etrafında dolanan üç anti kahraman…
3) Oldboy (2003) – Chan-Wook Park
Sinema tarihi böyle bir intikam görmedi, şu ana
kadar yapılan filmlerde dolaylı yoldan yapılan ensest
çağrışımlar bu filmde vücut buldu. Yönetmenin fütüristik
çalışması, insanoğlunun en derin arzularına iniyor, bunu
aynı şekilde en ilkel arzuları kullanarak -intikam-
yapıyor. Güney Kore sinemasını nerdeyse imgesel olarak
tanıtan film aynı şekilde ülke sinemasının şahlanmasını
da sağlıyor. Oldboy sıradan bir intikam filmi değil,
aynı zamanda olağanüstü görselliğiyle bir yasak aşk
silsilesini kullanan psikanalist yaklaşımıyla ister
teizm ister politeizm olsun insanın ilk günahına temas
ediyor.
Her repliği nerdeyse
aforizma niteliği taşıyan film, bir ahtapotun canlı bir
şekilde nasıl yeneceğini de öğretiyor.
4) 2001: A Space Odyssey (1968) – Stanley Kubrick
Seçtiğim filmlere baktığım zaman nerdeyse alternatif
bir 10 listesi oluşturacak yönetmenlere değinmişim. Bu
film yerine A Clockwork Orange ya da Dr. Strangelove da
olabilirdi. Ancak 2001’i seçmemin nedeni bilim kurgu
dünyasına adeta ilham veren, felsefeyle yoğrulmuş ve
insanın köklerine (Oldboy’un psikanalitik köklerle
benzer aslında) antropolojik bir bakış açısından
bakmasıdır. Aslında insanlık tarihini 2 sahneyle
özetleyebilen kaç film biliyorsunuz ki?
Bu sahne bile bu listeye
alınmasındaki en temel gerekçelerden biri olabilir. Ama
değişim ve halen iki ayak üzerinde yürümeye çalışan
çarpık medeniyetin döngüsel olarak anlatımına, Also
sprach zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eşliğinde bir
giriş yapılıyorsa bilin ki köklerimize sadece Darwinist
bir evrim olarak değil, aynı zamanda ahlaki bir evrim
gözüyle de bakılıyor. ‘’Hal’’ böyle olunca insanın
gelecek üzerine kaygıları ve uzayı istila etmesi
durumunda karşısına çıkacak yapay-zekâları endişe
etmeden duramıyor.
5) Tôkyô Monogatari (1953) – Yasujiro Ozu
Minimal sinemanın virtüözünden, Japon toplumuna
adanmış muhteşem bir ağıt (muhteşem ve ağıt?). Hareket
etmeyen ve ‘tatami’ (Japon minderi) üzerine
yerleştirilerek gerçek anlamda bir Japon bakışı elde
etmeye çalışan film, kendisine şimdinin ve geleceğin
Japon kültürünün nasıl bir endişe içerisinde olacağını
gösteriyor. 2. dünya savaşından sonra (filmin 1950
yapımı olması da çok ilginç) meydana gelen hızlı değişim
ve gelişim beraberinde sancılı bir süreci getirecektir.
Bu değişim o kadar hızlı ilerler ki kuşaklararası
boşluklara ve haliyle geleneksel kültüre yabancılaşmış
bir nesiller ordusu ortaya çıkarır. Buna ayrıca
toplumdaki korku ve endişelerin artması, ana-babaya
saygı, kuşak çatışmaları, yaşam-ölüm vefa-sadakat gibi
kavramlarda zerk edilir. İnsanın içini burkan yaşlı anne
ve babanın uyumsuzluğu değil aslında, aile yapısındaki
çözülme ve uyumsuz bir şekilde evrimleşen toplumdur
biraz da.
Nasıl ki Kurosawa’nın,
Shichinin no samurai ile yapmış olduğu Jidai-geki
sinemasının bütün formüllerini içeriyorsa, aynı şekilde
Tokyo Monogatari’de Gendai-geki sinemasının bütün
geleneksel söylemlerini içermektedir.
6) Vertigo (1956) – Alfred Hitchcock
Hitchcock’un altın çağı olarak da bilinen 1950–1960
arası dönemden istediğiniz filmi ele alıp listenize
yerleştirin, kimse ses etmeyecektir. Bu, filmlerdeki
gerilim veya korku unsurundan ziyade çok katmanlı
psikanaliz çözümlemeleri, homofobik, androjenik,
homoseksüelite, psikanalitik karmaşalar, ahlak
devinimleri ve benzersiz bir şekilde özne-nesne
ilişkisine dayanmaları ortak özelliklerinden
kaynaklanmaktadır.
Bunların şaşırtıcı tarafı
birçok eserin farklı kitaplardan uyarlanmış olmaları ve
filmlerin bu eserlerin ünlerini geride bırakmalarıdır.
Ancak Vertigo’nun sunduğu alan bu açıdan bakıldığında
diğer filmlere nazaran daha geniş bir bakış açısı
sunmasıdır. Filmin yapısı aslında sinema tarihindeki
erkek-kadın ilişkilerinin özüne inmiş ve bu açıdan bir
arketip oluşturmuştur.
7) Det Sjunde İnseglet (1957) – Ingmar Bergman
İnsan nedir? Varoluşu neye dayanır? Film orta çağda
geçen haçlı seferinden dönen ve yaşamı sorgulayan bir
şövalyenin sorularını yanıtlamaya çalışıyor. Ama benzer
şekilde bazı cevaplara da ulaşmasına rağmen sorgulamaya
devam ediyor.
Kimileri için tanrının
varoluşu ya da varolmayışı, ontolojik açıdan bir değer
taşısa da dikkati çeken şey bu filmde ölüm ile satranç
oynayan şövalyenin tanrının var olduğunu bilmesine
rağmen sorgulamaya devam etmek için ölümden zaman
istemesidir. Bergman’ın çocukluğundaki dini yetiştiriliş
tarzı ve Rus edebiyatındaki (özellikle Dostoyevski)
kasvetli anlatım filmin her karesine sinmiş durumda.
Varoluşu aşkın ve sevginin içerisinde bulan Rus
romanlarındaki karakterlere Bergman neşeyi de eklemeyi
ihmal etmiyor. İnsanın sirküler ve kümülatif sorularına
birkaç soru daha ekliyor.
8) Modern Times (1936) – Charlie Chaplin
1936 senesi ve halen zamana, teknolojiye, sese
direnen bir sinema ortaya çıkarmaya çalışan Şarlo’nun
‘Asri Zamanlar’ı halen güncelliğini tazeliğini ve
evrensel mesajını korumaktadır. İnsanın en büyük derdi
yine kendi yaratmış olduğu makinelerdir, fabrika
patronlarıdır, kör adalettir. Makineler arasında
sıkışmışlık, insanlar arasındaki sıkışmışlıktan ve sınıf
ayrımından farksızdır.
Adaletin görmeyen ve
dengesi bozulmuş terazisini değiştirmeye çalışmıyor
Şarlo, sadece parmağını (bastonunu) bu meselelere
dokunduruyor ve çarenin yine insanın içinde olduğunu
göstermeye çalışıyor. Bu açıdan bakıldığı zaman Lang’ın
Metropolis’i ütopik olarak bir son hazırlarken,
Şarlo’nun Asri Zamanlar’ı daha gerçekçi bir raddeye
ulaşıyor, haliyle Modernizm ya da Fordizm eleştirisinden
çok daha öteye taşınıyor meseleler.
9) Trois Couleurs: Bleu (1993)
Trzy kolory: Bialy (1994)
Trois couleurs: Rouge (1994)
İnsanoğlunun temel elementleri nasıl birbirinden
bağımsız düşünülmez ise Kieslowski’nin ‘’üç rengi’’de
birbirinden bağımsız düşünülemez. Fransız bayrağındaki
renklerin anlamından yola çıkarak insanı tinsel açıdan
masaya yatıran filmler, aynı zamanda bu tinselliğin
bedensel, toplumsal ve ahlaksal konumuna dikkat çekiyor.
Adalet, eşitlik, özgürlük
kavramlarını nasıl olması gerektiğinden çok bu
kavramların sınırları nelerdir? Sorusunu yönlendiriyor.
Ve insanı içinden çıkılmaz bir Girit labirentinin
ortasına koyuyor. Ve ipin ucunu da kadın karakterlerinin
eline veriyor.
10) Pather Panchali (1955) – Satyajit Ray
Bengalli (şimdiki Bangladeş) yönetmen Satyajit
Ray’in hem kendisinin hem de apu üçlemesinin ilk filmi
olan Yol Türküsü’nün nerdeyse her karesinden bir
hümanizm fışkırmaktadır. Akira Kurosawa’nın Ray
hakkındaki düşüncelerine değinecek olursak:
‘’Bir Satyajit Ray filmi izlememiş olmak bu dünyaya
gelip de, ay ve güneşi görmemekle eşdeğerdir.’’
Film büyük bir yaşam ve
ölüm üzerine söylenmiş bir manifesto niteliği taşıyor.
Apu’nun dünyası bizim dünyadan farksız değildir. Yaşam
kadar ölüm de vardır ve ölüm kavramı bir kabullenişlik
bir yaşam yansımasıdır. Tıpkı Apu ve ailesinin yaşadığı
köyün etrafındaki göl gibi. Yaşam her zaman buradan
yansır ve o güzelim trenler hep bir şeyler taşır. Bu
film aynı zamanda ‘’Bakın bizlerde bu dünya da yaşıyoruz
bizler de aynı havayı teneffüs ediyoruz’’ diye
bağırmaktadır. Mahşeri bir ortamda böylesine bir yaşamın
varolmasını yadsımamız (kimi zaman şaşırmamız), şimdiki
dünyanın bir tür ötekileştirme politikasından başka bir
şey değildir.
Üzülerek belirtmeliyim ki kimi filmleri elemek zorunda
olmak ya da ‘liste’lememek bir ötekileştirmek değildir.
Bu nedenle listeye almak istediğim ama alamadığım birkaç
filmi de liste olarak eklemek istiyorum:
Ran, A Clockwork Orange, Chunking Express, Les Enfants
Du Paradis, Psycho, Otto e Mezzo, Ugetsu Monogotari,
Stalker… |