Eastern
sineması yüz küsur yıllık sinema tarihi boyunca bir
zaman dilimine yerleştirilecekse bu 1950–1965 yılları
arasında olmalıdır bana göre. Akira Kurosawa’nın John
Ford ve Amerikan westerni hayranlığını bilmeyen yoktur.
Western’in etkilerini ve formüllerini, Japon kültürüyle
harmanlayarak bu türün doğmasına hatta gelişmesine de
katkıda bulunmuştur Kurosawa. Doğal
koşullar göz önünde bulundurulduğu zaman, rüzgâr yerini
yağmura, toz yerini çamura, silahlar yerini kılıçlara
(katana-wakizashi) bırakır. Bu nedenle kendi ülkesinde
pek anlaşılamamıştır Kurosawa. John Ford westernlerinden
etkilenmesine rağmen, kendine özgü sineması ve
kamerasıyla tekrardan westernlere ilham vererek bu türün
biraz daha yaşamasına katkıda bulunmuştur. Westernlerin
1940–1955 yılları arasındaki gelişimi, 1950–1965 yılları
arasındaki eastern sinemasının gelişimi ve son olarak
western’in kılık değiştirip spagetti westerne dönüşerek
tekâmüle eriştiği 1965–1975 yılları arası şeklinde bir
kronolojik ayırmaya kalkışsak sanırım yanlış
olmayacaktır.
Yedi rakamının uğuruyla mı yoksa gerçekten diğer kültür,
din veya coğrafyalarla ilintili bir sembol, bir imge
olduğu için mi bu kadar kullanılıyor bu sayı araştırmak
gerek. İmparator lakaplı ve geleneksel Japon sineması
ile batı estetiğini harmanlayan büyük yönetmen Akira
Kurosawa imzasını taşıyan Seven Samurai (Yedi Samuray)
1954 yapımı. Samuray denince akla gelen ilk filmdir
dersek yanlış olmaz sanırım.
Filmimiz 16. yüzyılda,
Japonya’nın bilinmedik bir yerinde, bilinmedik bir
köyünde, tanrının ve devletin unutmuş olduğu bir köyde
geçiyor. Dönemin Japonya’sında yaşayan halkın
derebeylerin yönetiminde ve zalimliğin pençesinde
yaşamlarını, geleneklerini ve çaresizliğini anlatır
yönetmen. Adalet ve mülkiyet kavramlarına da yer veren
bu başyapıt, her sahnesinde Kurosawa’nın diğer
filmlerinde gördüğümüz hümanizmanın anlatıldığı bir
mihenk taşı niteliğinde görsel bir şölen sunuyor
bizlere. Filmin geçtiği dönem bize 16. yüzyıl
Japonya’sından bir kesit sunuyor ve bakıldığı zaman her
yerde bir karmaşanın ve kaosun hüküm sürdüğü bir yeryüzü
cehennemini andırıyor.
Dünyanın bihaber bu dikta sisteminden döndüğü, buna
mukabil aynı şekilde köylülerin de dünyadan bihaber ve
korunaksız yaşadığı düşünüldüğü zaman, otorite boşluğunu
dolduran ya da bundan faydalanan çetelerin, haramilerin
oluşumunu yansıtmaktadır. Buradaki çetelerin amacı asla
bir yönetime karşı başkaldırış ya da isyan değil, sadece
sefalet içerisinde yaşayan köylülerin yıllık hasattan
elde ettikleri ürünleri ele geçirmek, en güzel kızlarını
almak vs. şeklinde kendi aralarında oluşturulan
sistemden payını alma düşüncesi yatmaktadır.
Köylüler çaresizdir,
ellerinde ne var ne yoksa çetelere vermektedirler; onlar
tanrı tarafından unutulmuşluğun bir nevi abidesi
konumundadırlar. Ve onlar için bazı şeyleri sorgulamanın
vakti gelip geçmiştir aslında. Bu yaşam batağı
içerisinde bu şekilde yaşamalarına neden olan kimdir?
Nerededir? Ve bu şekilde sorguladıkları yaşamı köyde
yaşayan yaşlı ulu bilgeye sorarlar. Ve sonunda bu işe
bir çözüm getirmek amacıyla bir olup kendilerini bu
beladan kurtarmak için yedi samuray bulmaları kanaatine
varırlar. İşin iç yüzüne bakıldığı zaman, bana göre
Kurosowa’nın Japon halkına, Japon milletine verdiği bu
mesajı almamak elde değil, ki bunu Ran (1985, Kaos)
filminde de kralın çocukları için söyledikleriyle
pekiştirmek mümkündür.
Dört köylü kendilerini
bu beladan kurtarmak amacıyla ellerinde kalmış son
pirinç mahsulüyle birlikte yola koyulur. Köylüler erdem
ve kahramanlığın el üstünde tutulduğu, saygı ve sevginin
her şeyden önce geldiği; şeref, cesaret ve kahramanlığın
düzen sardığı şehre gelirler ve karşılarına kendi
köylerini kurtarmak için samuraylar sıralanır. Ne var ki
bahsedilen erdemlerin sadece balon vazifesi gördüğü bir
şehre geldiklerini samuraylarla tanıştıkları zaman
anlarlar. Ve tabii ki bu kadar samuray içerisinde kendi
kaderlerini değiştirecek insanı bulmak daha da
zorlaşacaktır. Bu da aynı otorite boşluğunun şehirlerde
de mevcut olduğunun bir göstergesidir. Çünkü samuray
kelimesi, “bir koruma vazifesi üstlenen insan”, “o vasfı
kendisinde gören savaşçı insan” anlamı taşır; şehirde
başıboş ve kılıcını kiralama peşinde koşan birçok
samuray görmemizin nedeni de budur.
Asıl hikâye bundan
sonra başlar. Köylüler istedikleri samurayları her ne
kadar zor aşamalardan geçse de bulmuşlardır. Hasat
mevsimine çok az bir zaman kalmıştır ve bir elekten
geçirilircesine seçilen kahraman samuraylarımız
köylülerle birlikte yola çıkar. Gerçekten “samuraylığın”
bilincinde olan ve gerekeni yapmak için yola çıkan
samuraylarımızın hem kendilerini hem de köylüleri savaşa
hazırlamak için pek az zamanları kalmıştır. Yine aynı
şekilde, herkesin dediğini yerine bir emir gibi getiren
ve bugüne kadar koyun gibi güdülen köylüler, yine aynı
şekilde yedi samurayın dediklerine ve diktelerine karşı
gelmeden itaat edeceklerdir.
Köylüler ilk başlarda
samuraylara güvenmemektedir. Onların, iktidar
boşluğundan yararlanarak köylülere zarar veren,
kızlarına göz diken, neredeyse haramilerle eş değer
olduklarını, geçmişteki yaşantılarından bilmektedirler.
Bir samurayın köyde, eski samuraylardan kalma bir zırh
bulması ve bu meta üzerinden köylülerle alay edilmesi,
bir başka samuray olan Kikuchiyo’yu (Toshiro Mifune)
rahatsız eder. Ve diğer samuraylara çektiği nutuk
görülmeye değer bir sahnedir.
Dinleyin!
Çiftçiler…
Cimri, üçkâğıtçı, sulu göz,
Kaba, aptal ve haindirler!
Lanet olsun!
İşte onlar bu!
Ama onları bu hale kim getirdi?
Sizler! sizin gibi samuraylar!
Köylerini yaktınız!
Çiftliklerini yıktınız!
Yiyeceklerini çaldınız!
Hepsini köle gibi çalıştırdınız!
Kadınlarını ellerinden aldınız!
Ve karşı koymaya kalkarlarsa onları öldürdünüz!
Peki ya çiftçiler ne yapacaktı?
Lanet olsun… lanet olsun…
(ağlayarak dışarı çıkar)
Evet, yukarıdaki sahne
aslında yine aynı şekilde samuray düzeni hakkında da
bilgi vermektedir bizlere. Çünkü bağlı bulunan kast
sisteminde köylülerin hiçbir hakkı ya da samuray olma
lüksleri yoktur. Samuraylık doğuştan kazanılmış bir
yetenektir ve babadan oğula geçer. Kurosawa bir nevi bu
zihniyeti de eleştirmiştir ve bu açıdan salt bir samuray
filmi çekmediğini göstermiştir. -Masaki Kobayashi’nin
Seppuku (1962, Harakiri) ile Samurai Rebellion (1967,
Samuray İsyanı) filmlerini hatırlayalım.- Onlar her
zaman sömürülen, hor görülen insanlardır. Lakin bu
duygulu sahnenin ardından samurayların lideri olan
Kambei Shimada (Takashi Shimura), Kikuchiyo’ya dönüp
şöyle sorar: Sen de bir çiftçinin oğlusun değil mi?
Diğer köylerde yaşayan insanları örnek almayıp bir
başkaldırı, bir isyan başlatmaya hazırlanan bu
ezilenlerin savaşı, kendisinden sonraki nesillere de
örnek teşkil edip diğer köylerin de zalimlere karşı
savaşmalarını sağlamada bir kıvılcım niteliği
taşımaktadır. Ve tabii ister istemez bu benim aklıma
“kurtuluş savaşı”nı getirmiştir. Aslında olayın (Kurosawa’nın
bakış açısının) ne kadar evrensel olduğunu bu şekilde
görmek mümkündür; çünkü anlatılan şey yine evrensel
değerde bir toplumsal savaş, bir birlik olma savaşıdır.
Köylüler için bu “pirinçlerini vermeme savaşı”, özgürlük
mücadelesine dönüşecektir.
Filmdeki savaş
sahnelerinin çoğunda kullanılan çoklu kamera yönetimi
günümüzdeki birçok aksiyon filminde de kullanılmıştır…
Ve yine bilindiği gibi yönetmenin yağmuru sevmesi,
etrafın çamurla bulanması, atların çekimi ve birçok
savaş sahnesi bu epik destanın daha da yücelmesine katkı
sağlamıştır.
|