|
|
................... |
|
................... |
ZER
İLE ZOR ARASINDA: SANAT VE MUHAFAZAKARLIK |
Dücane Cündioğlu
ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com |
|
|
................... |
|
................... |
Sanatın varlık nedeni
tahayyül. Çünkü insan hayal edebildiği için sanat var.
Ne garip değil mi, akledebildiği için değil. Tıpkı
gerçeklik gibi, aklın da sınırları var. Bilimin de. Oysa
tahayyülün sınırları yok. İster istemez sanatın
da.Sınırlarının olmaması elbette sorumsuzluğundan,
keyfiliğinden, naifliğinden değil, bilakis
ciddiyetinden, adanmışlığından, göklere doğru düşünmek
suretiyle değil hissetmek suretiyle kanatlanmasından.
Descartes’ın düşlerini aktarırken, “Muhayyile,
bilgeliğin tohumlarına çiçek açtırır” der peder Baillet.
Ne kadar haklı! Hep uçmak, gönlünce havalanmak ister
muhayyile. Yaklaşabileceği bütün sınırları aşmak, ve
daha yukarıya, daha yukarıya yükselmek ister.
Muhafazakar sanat olmaz bu yüzden! Başka bir nedenden
dolayı değil, sanatın özü gereği olmaz. Eğer kelimelerin
haysiyetini korumakta ısrar edeceksek, açıkça ifade
etmekten niçin çekinelim: Sanatın değil sadece,
sanatçının da muhafazakarı olmaz! Çünkü tahayyülün,
korunması zorunlu sınırları olmaz!
Tahayyül, bir başka deyişle abartı, sanatın en temel
ilkesi. Bireysel özgürlüğün teminatı. İnsan olmanın
sınırlarını genişleten yegane güç. Dünyaya düşene, yani
kendisini, belirlenmiş olanın, doğal ve toplumsal
yasaların, bitmez tükenmez sınırların ve dahi gerçeğin
tam da ortasında bulana, kısaca insana nefes alma
olanağı bağışlayan biricik vasıta.Yasa, Düzen, Dizge,
Ahlak.... bu kurumların, özleri gereği belirsizliğe
tahammülleri yoktur. Belirsizliğe, yani tahayyüle.
Hayalin alıp başını gitmesine. Gönlünce kanatlanıp
uçmasına. Sırf bu gerekçeyle, düşünce gücü kadar düşleme
gücü de denetim altına alınmak istenir. Vasata uygun
olup olmadığı sürekli gözönünde tutulmaya
çalışılır.Sanatın en başından itibaren yasayla, düzenle,
genel ahlakla, hatta toplumla başının belada olmasının
en temel nedeni bu serazadlığı değilse nedir? Elden bir
şey gelmez. Tahayyül dizginlenemez. Sınırlanamaz.
Muhafaza edilemez.
Düşünürlerin ve sanatçıların değişmez yazgısı: bir
yanlarında zer (altın), bir yanlarında zor (iktidar) ile
yaşamak, ve fakat nadiren. Çoğu zamansa, zer’e ve zor’a
rağmen yaşamak.Zavallı sanat! Düşünce ve Bilim, sanatta
“gerçeğe ve akla uygunluk” arar, bulamazsa hezeyan der,
türrehat der, dudak büker önemsemez. Hukuk, “yasalara
uygunluk” arar, bulamazsa, suçlu ilan eder ve hınçla
cezalandırır. Toplum ise sanatta “genel ahlaka uygunluk”
arar, bulamazsa, dışlar, itibarsızlaştırır, gözden uzak
tutmaya çalışır. Yıkıcı görür onu.Haklıdır. Sanatın
yıkıcı yanı, uyumsuz olan yanıdır. Uygun olan, hep bir
şeye uygun olandır. Münasip ve mutabık olandır,
dolayısıyla makbul ve muteber olan. Ölçüsü nedir bu
kabul ve itibarın? Gerçekliğe uygun olması. Yani akla,
yarara, çıkara, yasaya. Toplumsal olanın çıkarı genel
olandadır: düzende ve dizgede. Sağlam ve sürekli olanda.
Katılık ve kalınlık şanından olanda.
Din dilinde hukuksal dizge ve düzenin karşılığıdır
Şeriat; haddin ve hududun. Sınırların. Fıkıh (Hukuk) da
bu sınırları tayin eden bilimin adı. Vasat ve itidalin
kaynağı hukuktur. Yasa. Töre. Bu yasanın öğretildiği yer
ise medrese. Kenan diyarından Sina çölüne. Normatif
aklın yurdu. Kural koyucu aklın. Toplumsal uyumun
kaynağı. Düzenin. Dizgenin. Kuralların. Standartların.
Müdahale edicidir bu yüzden. Erildir. Her şeyi
belirginleştirmek ve kesinleştirmek ister. Kategoriler
içinde düşünür. Muğlak ve mübhem olanı sevmez. Meçhul
olandan nefret eder. Hele abes? Saçma? Absürd? Duymak
bile istemez. Haklıdır. Var olma nedeniyle uyumludur.
Özünün gereği budur çünkü. Asfaltta çiçek yetişmez!Peki
ya tekkeler?Tekke... uyumsuzluğun yurdu. Bir bakıma
(görünür) uyumsuzluklar içindeki (görünmez) uyumun.
Farklı olanın. Karşıtlığın. İkna olanın değil,
ol(a)mayanın. Sağlam ve sabit ve sarsılmaz olanın değil,
bilakis sallantıda olanın. Tereddütte kalanın. Endişe
duyanın. Karar veremeyenin. Naz ehlinin mabedidir tekke.
İtiraz ehlinin. Eşiği eleştiri. Zemini karşıtlık.
İhtilaf havası, suyu. Gözü ise yukarılarda, ta
yıldızlarda... Zer de umurunda değildir dervişlerin, zor
da. Muhayyilesinin peşinde, yıldızların üstünde,
Rahman’ın hemen yanıbaşında. Ayaklarının dibinde. Yasa
geçerli değildir onlar için, ünsiyetten pay almışlardır,
korku ve heybetten değil. Hz. Davud gibi raksa mütemayil
tabiatlarıyla kendi eksenleri üzerinde döner her biri.
Evrense onların çevrelerinde.
Niçin Rahim olanın değil de Rahman olanın
yanıbaşındadırlar?Rahim’in merhameti sadece müminlerle
sınırlı iken, Rahman’ın merhameti bütün varlığı içine
alır da ondan. Rahim olan, kendine inananlara ihsan
eder, Rahman olansa inanan-inanmayan bütün kullarına.
Rahim’in rahmeti sonuca yöneliktir. Rahman’ın rahmeti
başlangıca. Rahim, cennet ehliyle yetinir. Rahman
cehennem ehlini de, arafta kalanları da kucaklar.Sanat,
ilkinin değil ikincisinin şefkatini umanların marifeti.
Uyumsuzların. Bağırıp çığıranların. Gürültü
çıkaranların. İtiraz edenlerin. İnanmakta, kabul
etmekte, uyum sağlamakta zorluk çekenlerin.
Tutunamayanların.Sanatçılar dervişlerin kardeşleridir,
sıradışıdırlar. Şatahatları (yasadışı sözleri) çoktur,
kabahatleri de, kusurları da. Topluma, toplumsala uyum
sağlamakta zorluk çekerler. Düzene. Dizgeye. Vasata.
Medrese, tarih boyunca tekkenin serazadlığından rahatsız
olmuştur. Özü gereği. Çünkü medrese, kuralları öğretir,
o kurallara riayet edilip edilmediğini denetleyecek
olanları yetiştirir. Toplumsallığın, düzen ve yasanın
teminatı hukuk ve siyasettir. Tekke ise medresenin bu
kural koyuculuğundan rahatsızdır. Yine özü gereği. Bütün
yaşamı denetim altına alma hırsından bizar olur.
Emirlerinden ve yasaklarından. Kadılarından ve
kadızadelerinden. Evsizlerin düşüdür tekke.
Yurtsuzların. Kovulanların. Hizaya gelmeyenlerin. Ayar
vurulamayanların. Aklın ve gerçeğin kendilerinden talep
ettiği uyumu bir türlü gösteremeyenlerin. Dişildir.
Narin ve kırılgandır. İseviyet tezahür eder her
yanından.Birinde ilim hükümfermadır, diğerinde irfan.
İlim maluma tabidir. Muhatabının kusurlarına diker
gözlerini. Tartışmak değil, ne yapıp edip sonuca
bağlamak ister. İrfan ise mazerete bakar, muhatabının
kusurlarını görmez. Tanışmak, el sıkışmak ister. Olduğu
gibi görür, olduğu gibi kabul eder. Dışlamaz. İtmez.
Suçlamaz. Sınırı yoktur. Saf müsamahadır. İstese de hor
görmez. Çünkü hor olanı görmez. İki uç, iki kutup, iki
taraf. Artı-eksi gibiler. Biraraya gelmez görünürler.
Zahire bakmamalı, toplulukların ihtilafına aldanmamalı.
Birliği topluluklarda değil, toplumun bütününde görmeli.
Sanat tekkede tezahür eder. Arasokaklarda. Kaldırım
kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın
sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer’le zor’la olmaz bu
yüzden.İstediğiniz kadar yığın altınları ayaklarının
dibine, dilerseniz korkutun, sıraya sokun, hizaya
getirin, ayar verin, zer’le zor’la yüksek sanatın o
nazlı yüzünü görmeyi asla başaramazsınız.Bu işin esası
tesamuhtur. Her halukarda müsamaha. Hoşgörü yani.
Musa’nın şeriatıyla olmaz, Hızır’ın irfanına başvurmalı.
Ama önce yediuyuyanları uyandırmalı. Adalet ve
merhameti, adına saray denilen o heybetli, o cesim, o
korkunç binalarda arayanların vay haline! Adalet ve
merhameti halkın vicdanında aramak zorundayız.
Vicdanımızda. Meydanlarda değil, kaldırım kenarlarında.
Sessizce. İçin için. İki damla gözyaşıyla. Rahim’in
değil, Rahman’ın nazarını celbetmek için.Sanatın
mabedinde. Yani gönüllerimizde, ama asla yüreklerimizde
değil. İhtiyacımız olan şey cesaret değil,
tevazu.Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine
ihtiyaç duymalıyız.Kudret yumruğunu ikide bir
karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen
sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz.
Fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi
bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan
vicdanın zeminine.İlim o devasa yolların, metroların
bitmesini ister. O kocaman kulelerin, betonların,
duvarların tamamlanmasını ister. Hizmet etmek ister.
Sonucu görmek ister. Hakkıdır elbet. Amacını yüceltmek
ve gerçekleştirmek zorundadır. Lakin irfan da ne yapsın,
çaresizdir, çoklarına zahiren lüzumsuz gibi görünen kimi
ayrıntıların peşinden koşmak zorundadır. Çünkü irfan
açısından değerli olan yüksek kuleler dikmek değil,
insanı tanımaktır, insanımızı. Ayrıntı deyip de
geçmemeli, irfan’ın ayrıntısı insandır. Sanatın ve
ilhamın.İnsanın en büyük eseri kendisidir, eğer anlamını
bilirse. Bir devlet adamı için de öyle olmalı. Kendisine
ne kadar kızılırsa kızılsın, ne kadar nefret edilirse
edilsin, yine de saygı duyulmalı. Dostlarınca değil,
bilakis düşmanlarınca.Secdeye değen sadece alın olmamalı
bu yüzden, kalb de sahibiyle birlikte eğilmeyi
öğrenmeli.
Muhafazakar Sanat, varolan değil, varolması istenen (emrolunan)
bir sanat tarzının adı. Kendisi yok ama şimdiden bir
manifestosu bile var. Çok yazık! Zer de yanında artık,
zor da. Farklılıklara tahammülsüz bu yüzden. Karşıt
görmek istemiyor. Halka, geçmişe, geleneğe, değerlere
uygunluk bekliyor. Toplum adına toplulukları horluyor.
Çokluk ve çoğunluk adına. Seçkinlik tafralarına müsamaha
göstermiyor. Alt tarafı entellektüel gevezelikler, bohem
havaları, dandy ucuzlukları, dégénéré tavırlar, monden
şımarıklıklar...Sanatçı, muhayyilesinin, yani
kendisinin, zatının, özünün peşinden koştuğu sürece,
sanat sıradışı, toplumdışı, hatta yasadışı olmaktan
kaçınamaz. Muhayyilesinin, yani dizginlenmesi ve
denetlenmesi imkansız olanın. Hukuk’la, Ahlak’la,
İktidar’la karşı karşıya gelmeden varolmayı beceremez
sanat. Hallerinden şikayet edenlerin canları cehenneme!
Huzurla yansınlar.
Kimse yeni anacaddeler açtığı iddiasıyla bu ülkenin
arasokaklarını kapatma hakkını kendinde bulamaz!
Bulmamalıdır. Bulamamalıdır. Cumhuriyetin kurucu
kadroları Şeb-i Arus törenlerini özelleştirdi de n’oldu?
O garibler yıllarca kendi gönül aynalarının üzerinde
raksettiler. Birer bina zannettikleri sözümona
tekkelerin kapılarına kocaman demir kilitler asıldı
diye, başı kendiyle belada olan dervişler öylece susup
neşideler söylemekten vaz mı geçtiler? Asla! Bilakis
bazen kırlarda, bazen kuytu kuşelerde, bazen de
anacaddelerin ortasında, hem de zabtiyelerin gözü
önünde, için için zikrettiler. Yüksek sesle “Hakk!”
dediler.Lakin ham ervah öncesini duymadı. Ene’yi. Ben’i.
İnsan’ı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen’in
şöyle dediğini yazdı gazeteler:- “Muhafazakâr estetik ve
muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi
bir yükümlülük içindeyiz.”Ne tuhaf değil mi, böylesine
kesin ve güçlü bir retoriğe emanet edilmiş siyasi
beklentiler tarih boyunca hep karşılıksız kalmıştır.
Yıkılışlarının ardında cılız bir fiske vardır hepsinin
de. Bir fiskecik, ve o hazin son!İşte o fiskecik: Önce
vakıa, sonra bahs u nazar. Yani kuram, olgudan önce
gelmez!Hoşunuza gitmeyebilir, ama ne yapalım, yaşam
diyalektiğinin yasası bu! Olgu ortaya çıkmadan evvel
norm oluşturmaktan, yapılar meydana getirmekten söz
etmek kolaydır, yapmaksa zor değil, -sanılanın aksine-
olanaksızdır. İster istemez bu mucizeyi “yükümlülük
içindeyiz” şeklinde bir çoğul kipine taşıtma mecburiyeti
vardır. Bir beklentiyi önce ödev haline dönüştürmek.
Sonra bir karara. Sonra bir buyruğa. En nihayet yasaya.
Yükümlülük yasalaşınca, yasadışılık ortaya çıkar: Suç ve
tehlike. Farklılıklar tehlike olarak algılanır.
Toplumsal her tehlike cezalandırılması gereken bir suç
vasfı kazanır. Cezalandırılması, yani yok edilmesi
gereken bir cürüm. O “normlar oluşturmak yükümlülüğü”
yok mu, ah, ne de acımasız bir çehre kazanır vicdanın
yaralandığı o elim dönemlerde? Bir çırpıda kıyıcılığa
dönüşür, ülkenin zaten zor yetişen zekalarının üzerine
çarpılar çizme kolaycılığına. Darbe hazırlıklarına özgü
fişleme dedikleri o lanet işleme. Bürokratik teröre.
Sistematik ve hiyerarşik tasalluta.
Türkiye’de tam da sanat ve muhafazakarlık tartışmaları
bağlamında Sovyet Jdanov’culuğu tecrübesini hatırlamanın
ve hatırlatmanın mahcubiyeti sanırım hepimize yeter!Andrey
Aleksandroviç Jdanov, 1934-1938 yılları arasında SSCB'de
kültür politikalarının belirlenmesinde başrolü
oynamıştı. Kimlerin canını yakmadı ki? Kaç aydının, kaç
sanatçının?Komşumuzun tarihine ilgi duyanlarımız, lütfen
1946-1950 yılları arasında SSCB’de yürürlüğe konulan
kampanyayı ve sonuçlarını okusunlar. Stalin önderliğinde
Sovyet muhafazakarlığının serencamını. Ülkemizde hemen
hemen aynı yıllara gelen Amerikan McCarthy’ciliği
bilinir, ama nedense Jdanov’culuktan çok az söz edilir.
Oysa öncesi vardı. Mesela I. Dünya Savaşı’ndan itibaren
Rus avangardının serazad muhayyilesinin yarattığı o
çılgın Konstrüktivizm! Tatlin’in kulesi. Makinalaşmanın
yüceltilmesi. Maddenin. İlerlemenin. Gerçekte ise
Matematiğin.Ve keza Suprematizm. Dördüncü boyutun
ispatı. Mistisizmin zirvesi. Zavallı Maleviç. Kare’nin
ressamı. Siyahın ve Beyaz’ın. Sonuç itibariyle, dördüncü
boyut denemelerinin sürmesine izin verilmeyecek ve
Maleviç “toplumsal gerçekçilik” adlı muhafazakar sanat
hamlesinin ilk eledikleri arasında yer alacaktı.
Büyük yanılsamaların en büyük becerisi, gerçeğe, onu
mıncıklayacak kadar yakın durmaktır. Yalan mı
söyleyeceksiniz, gerçeğe en yakın olanını seçin. Lenin
gibi, her önder gibi, gerçekliğe sınırlar tayin etmekten
kaçınmayın. Nitekim 1908’de şöyle der Vladamir İlyiç
Lenin: - “Matematik belki dört boyutlu uzayı mümkün hale
getirebilir, fakat siyasal devrimler ancak üç boyutlu
uzayda gerçekleşebilir.”Bu yüzdendir ki siyasal
iktidarların en az hoşlandıkları insani yetidir
muhayyile! Gerçekliğin hoyratlığıyla başa çıkmanın
biricik vasıtası. Sadece Din’in ve Sanat’ın değil,
Bilim’in de temeli.Sovyetlerin en büyük düşünürü güya
Kasparov! Bir satranç ustası! Bu utanç Sovyet
idarecilerine yeter! İran’lı idarecilere gelince, tarih
aynı bestelere farklı güfteler yazmaktan hiç
bıkmamıştır. Ali Şeriati’yi rahmetle anmaktan başka
elimizden ne gelir! Sovyet Jdanov’culuğu, “toplumsal
gerçekçilik” adına düşünceyi de, sanatı da boğdu.
Kementle değil, ardısıra dizili normlar aracılığıyla.
Madde başlıklarıyla. Tanımlamak suretiyle. Netleştirmek
adına farklılaştırdı. En küçük farklılığı tehlike, en
küçük tehlikeyi suç saydı. Bağrına çökülen sadece
Futurizm değildi, bilakis Sovyet kadızadelerince her
türlü ütopya, her türlü fantazya, her türlü imagination
insan bilincine haram edildi. Sovyet halkı gerçeklikle
başbaşa bırakıldı. Dickens’ın Hard Timesındaki Mister
Thomas Grandgrind’in kopyası milletvekili ve bürokratlar
eliyle. Hem de en kötüsünden. Gündelik
gerçeklerle.Mister Grandgrind’in cetveli, tartı aleti,
çarpım tablosu hep yanındadır. Dimdik duruşu, köşeli
ceketi, köşeli bacakları, köşeli omuzları, köşeli alnı
ve en nihayet köşeli parmaklarıyla ve hatta ve hatta
sanki onu ensesinden yakalamış inatçı bir gerçek gibi
duran boyunbağıyla. - “İşte sorun da burada: Düşlemek
yasak!” diye haykırır bir defasında: “Düşlememelisin,
asla böyle bir şey yapmamalısın. Gerçekler! Gerçekler!
Yalnızca gerçekler!” VE önce simge yasaklandı. Dolayımın
ta kendisi yani. Pornografinin panzehiri. Hakikatsiz
tezahürün. Taleb edilen sadece gerçek’ti, bütün
çıplaklığıyla gerçek. Bütün yalınlığıyla. Genel ahlak
adına. Toplumsal ödevler uğruna. Her şey toplum eliyle
ve toplum içindi. Eksik olansa bireydi. Bireyselliğin ta
kendisi. Hizaya girmekten kaçınma güdüsü yani. İnsan
olma hakkı. Sürü dışına çıkma hakkı. Farklı olma hakkı.
Hepsi de haramdı. Aşk da, ölüm de.
Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla
dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni
gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler
inşa edebilen bir güç bu. Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve
dahi bireyin gücü. Bireyselliğin.Seçkinliği de bundan.
Muhatablarını eler, seçer, gerekirse iter. Ne zer’le, ne
zor’la, bilakis simgeler aracılığıyla.Simge gösterdiği
kadar da saklar. Perdeler. Temsil eder. Bu nedenle,
hakikat, afişe edilen değil, her daim temsil edilendir.
Hep bir adım ötede olandır. Ele geçirilmesi, avuçlanması
olanaksız olandır.Sanat, hakikate sadece işaret eder.
Hürmetinden. Onu ele geçirmeyi değil, yanına yaklaşmayı
ister. Kokusunu almayı. Mesafeye riayet edişi de bundan.
Hep bir aralık varsaymasından. Birazcık aralık, birazcık
mesafe. Hakikatin nefes alabileceği kadar. Sadece ama
sadece, bir gün kendisine yakınlaşma umudumuzu
korumamıza yardım edecek kadar.Siyasetin ve ticaretin
sanattan öğrenmesi gereken işbu hürmettir. Zer’in ve
Zor’un. Önce mesafelere hürmet. Simgelere. Perdelere.
Özel olana. Özgül olana.Merak serbest, sanat sözkonusu
olduğunda yasak olan ise tecessüs. Sözcüğün kökenine
atfen, casusluk etmek. Başkaları adına, hakikatin
mahremiyetine tecavüz. Mesafeyi ortadan kaldırma
aymazlığı. Sadece yararı gözetme seviyesizliği.
Ortalamayı ve vasatı yüceltip aykırı olanı, zayıf
görüneni yok etme emeli.
Düşünce ve sanatın özerkliği, hoyratça dokunulmaması
gereken gözbebeğidir toplumun. O özerklik ne zer’e, ne
zor’a dayanan kararlarla korunur, bilakis onu yaşatacak
olan bir iki derviş iniltisidir, bir kuşede bir sanatçı
yüreğinden gelen iki damla gözyaşı. Aklın fikrin değil,
ancak tahayyülün ve dahi ince sezgilerin haysiyet
kazandırabileceği bir hususiyettir özerklik.Vasatın,
ortalamanın, itidal ve dengenin müdahalelerinin dışında
kalması gereken bir alandan söz ediyoruz. Muhakkak kendi
içinde özerk bırakılması gereken bir alandan.
Özelleştirilmek suretiyle cezalandırılması, yok edilmesi
emredilen değil, bilakis üzerine titrenilmesi, itina
edilmesi beklenen bir alandan.
Neyzen Tevfik’in üzerindeki o keskin şarap kokusundan
tiksinen dostlarımdan, biraz gayret edip onun ney-i
mukaddesinden, yani gönlünden aleme yayılan o ilahi
ezgilerle zevketmelerini istesem, acep yasanın dışına mı
çıkmış sayılırım? Hacı Arif Bey’in Nihavend şarkısını
bir an bile Efendimizi düşünmeden dinlemiş değilim.
Biricik efendimi. Kendimi bildim bileli canımı canına
teslim ettiğim efendimi.
Vücud ikliminin sultanı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin
Bu cism-i natüvanın canı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin
Hacı Arif Bey’in hayalindeki “efendi”nin, benim
hayalimdekiyle neredeyse hiçbir alakası olmadığını
bilmez miyim!Ne mahzuru var? Aynı mı olmak zorunda?
Herkesin efendisi kendince hoş değil midir? Makbul ve
muteber değil midir? Herkesin rabb-i hassı? Esma-i
hüsnadan herkese tecelli eden farklı farklı isimler?
Farklı mizaçlar, farklı huy ve karakterler.Benim, o
sözlerin tesiriyle kitapların arasında düşlere daldığım
sıralarda, kardeşimin ‘efendisi’, karşı pencereden ancak
işaretleşebildikleri bir genç kızdı. Güzel yüzünde
çiçekler açan kızdan gayrı bir derdi de yoktu, dermanı
da. Aramızda ne fark var sanki? Her birimiz -inansak da,
inkar da etsek- rabb-i haslarımızın (mizaçlarımızın)
terbiye ettiği nefisler aracılığıyla Rabb’ul-Alemin’e
yönelmiyor muyuz? Farklılıklarımızdan dolayı bizi hor
görmeyen tek Efendi, alemlerin Efendisi değil midir?
Eğer öyleyse, koca bir ülkenin farklılıklarını
belirleyecek kararlar alırken, o size özgü rabb-i
hassınızın (mizaç ve karakterinizin) sınırlarına değil,
bilakis rabb’ul-alemin’in (bütün mizaçların kendisinden
türediği ilkenin) sonsuz ve sınırsızlığına istinad
etmeniz gerekmez mi? Parti’nin ve/veya Hükümet’in
(geçiciliğin) ilkelerine değil, gerçekte Devlet’in
(sürekliliğin) sınırlarına!Ölçekler büyüdüğünde,
ölçütler hassaslaştığında, herhangi bir alemin, mesela
sizin aleminizin değil, bilakis bütün alemlerin
rabbinin, bütün insanların efendisinin nazarından, bütün
alemleri şefkatiyle mazur ve makbul gören Hakk’ın
nazarından bakmalı değil misiniz? Niçin kendi makam ve
mertebenizi ölçüt haline getiriyorsunuz? Size sizi
gösterecek bir aynadan da mı mahrumsunuz? Hakkı
çekinmeden ihtar edecek bir dosttan?
Lütfen söyler misiniz, Şems’in ruhundan hiç mi esintiler
ulaşmadı ruhlarınıza? Anadolu’nun o aşkla dolu
kadehlerinden bir kere de mi olsun yudumlamadınız? “Aman
dikkat! Karar şiddet doğurur ey benim güzel oğlum!”
diyecek bir yaşmaklı nene de mi görünmüyor artık
düşlerinizde? Sizler bizler adına, kendinizce, kendi
mertebenizce, ve pek tabii ki zer’e ve zor’a dayanarak
kararlar aldıkça, rahmet alanının daraldığını
hissetmiyor musunuz? Artık başınız göğe değecek kadar mı
zirvelerdesiniz? İniltileri işitebilmek için bir
zamanlar içlerine eğildiğiniz o derin kuyulardan gelen
çığlıkları şimdi duyamayacak kadar mı zirvelere
çıktınız? Dağların eteklerinde insana rabb-i hassı yol
gösterir, zirvelerindeyse rabb’ul-alemin! Kendi
bahçenizde Rahim olanın rahmeti size yeter de artar
bile! Lakin zirvelere çıktınızsa, eğer mülkten ve
devletten nasibiniz arttıysa, bundan böyle Rahman olanın
rahmetiyle aleme nazar etmek zorundasınız!Şefkatle ve
müsamahayla. Titreyerek. İtinayla.
Serçeleri çöle salmak onları özgürleştirmek demek
değildir, aksine bu lütuf, onları göz göre göre
katletmektir. Lütfetmeyiniz, tereddüt ediniz yeter! Bir
daha düşününüz. Bir daha. Kendi alışkanlıklarınız için,
kendiniz için değil, bizim için de. Arasokakların
çocuklarını da gözetiniz.Şeb-i Arus törenleri
özelleştirilebilir mi? Mabedler mesela? Diyanet
teşkilatı? Ne tuhaf değil mi, zor, elini çekiyor, tıpkı
düşünce gibi sanatı da zere teslim ediyor. Altına. Sanat
kurumlarının birer fabrika muamelesi görmesini hakikaten
anlamakta zorlanıyorum. İnsanın yapmadığı, yapamadığı
şeyleri yıkması kolaydır. Muhafaza etmek, dondurmak
değil, bilakis sürekliliği korumak demektir. Türkiye’nin
modern kazanımlarını sahiplenmekten niçin kaçınalım?
Şahsen hakkında ilgili veya bilgili olmasak bile farklı
kapasitelerin varlığına niçin tahammül göstermeyelim?
Kuşatmak zorunda değiliz! Zorunda olmadığımız o kadar
şey var ki! Her şeyi avucumuzun içine almak mesela.
Herkesi bir sıraya sokmak. Daracık kollarımızın
kucaklayabildiğinin dışında, kenarda köşede el değmedik
hiçbir şey bırakmamak. Bu kadar mı zordur tereddüt
etmek? Karar alırken bir kez daha düşünmek?
Devletin ilkeleriyle hükümetlerin tercihleri arasında
birebir özdeşlik olması gerekmez. Hükümetlerin sanata,
sanatın bir türüne, bir tarzına ihtiyacı olmayabilir,
ama devletin öyle mi? Devlet adamlılığı sürekliliği
gözetmeyi gerektirir; kalıcı ve sürekli olanı.
Siyasetçilik ise günü ve/veya dönemi kollamakla sınırlı
kalabilir. Örneğin kendini popüler sanata ilgi
göstermekle sınırlayabilir. Devlet’in ise böylesi
lüksleri olmaz. Yüksek sanata sahip çıkmak zorundadır,
çünkü yüksek sanatın devlete ihtiyacından daha çok,
bizzat devletin, bilhassa büyük devletlerin yüksek
sanata ihtiyaçları vardır.Yüksek siyaset, yüksek sanat
olmaksızın icra edilemez. Lütfen, Çin’de, halihazırdaki
yüksek sanat atılımına uzaktan da olsa bir göz atınız.
Bu atılımın Çin’in devlet vizyonunun genişlemesiyle
yakın alakası olup olmadığını tedkik buyurunuz.II. Dünya
Savaşı’na kadar dünyanın sanat merkezi Paris’ti,
yaklaşık 60 yıldır New York. Bu transferin nasıl
gerçekleştiğini hiç merak ettiniz mi? İstanbul-Ankara
karşıtlığı gibi, Amerika’da da Washington-New York
karşıtlığından söz edebiliriz; daha diplomatik bir
deyişle, narin bir işbölümünden.Hükümet, bazı konularda
kendi duyarlılıklarını askıya almayı bilmeli, Parti’nin
kendi tabanının değil, bilakis devletin temel
gereksinimlerini hesaba katmayı bilecek feraseti
göstermelidir. Sayın Bülent Arınç’ın son açıklaması,
Türkiye’ye has bir duyarlılık gösterileceğinin
işaretlerini taşıyordu. Nitekim kendilerine yakışan da
budur: siyaset dışı konularda, bir devlet adamı
duyarlılığıyla hareket etmek.
Aksi takdirde bir gün bu ülkede kimilerinin arzu ve
temenni ettiği gibi tornadan çıkma “muhafazakar
sanatçılar üretimi” başarılırsa, onların tıpkı Rus
balerinleri, Romen jimnastikçileri, Doğu Alman
yüzücüleri gibi zer’e ve zor’a ayarlanmış birer makine
parçası olacaklarından kimse kuşku duymasın! Çaresiz,
öteki’ye (düşmana) karşı başarılı olması beklenen
neferler olarak arz-ı endam edecekler. İdeolojik
müsamerelerde oynatılan lise çocukları gibi. Sadık ve
sessiz. Belki yetenekli, belki becerekli ama
herhalukarda ruhsuz. Alelade çiziktirilen normların
çocukları. Kuralların. Ardısıra dizili maddelerin.
Önceden yasalaşmış resmi beklentilerin. Yaptıkları
zenaat olacak ama asla sanat adını almayacak! Yapıp
ettikleri propaganda işi beceriler olmaktan asla
kurtulamayacak. Çünkü sanat, öncelikle toplumun değil,
bireyin marifeti. Sanatı topluluklar, kurumlar değil,
birey yapar. Yaratı, bireysellik zemininde varlığa
gelir. İç gerilimler, kişisel krizler, şahsi sorunlar,
ferdi yoksunluklar... yani önce insan.... önce ben...
VE pek tabii ki simge ve remz aracılığıyla.Lütfen,
simgelere hürmet ediniz.Simgelere, yani kendisini değil,
kendisinden ötesini gösteren işaretlere.
Hz. İnsana. |
|
|
|
|
|
|
|