Ergenekon Soruşturması
sürecinde sokağa da yansıyan demokrasi talebi ve
yükselen darbe karşıtı söylemler, halkı demokratik
tepkilerini göstermeleri yolunda teşvik eden resmi
erkânın şaşırtıcı tavırları derken, batı demokrasilerini
kıskandıracak kadar politik bir toplum olduğumuzu eşe
dosta gösterdik. Kazın ayağı öyle değil dediğinizi duyar
gibiyim. Haklısınız. Demokratikleşmenin ‘Olunacak ol!’
komutuyla gerçekleşmeyeceği konusunda hemfikiriz. Ancak
toplumsal refleksler konusunda son derece duyarlı olan
Türk sinemasının, yükselen dalga karşısındaki politik
konumlanışı üzerine birkaç kelime edebiliriz sanırım.
Üstelik aylardan da Eylül.
Makalemizin konusunun 1960’larda çekilmiş, Kemalist-sol
bir bakış açısıyla kotarılmış filmler değil, 80 sonrası
ve özellikle son birkaç yıl içinde çekilmiş politik olma
iddiasındaki filmler ve yönetmenleri olduğunu belirterek
içinizi rahatlatayım. Zira okurlarımızın Türk sinema
tarihinin bu çok irdelenen devrine dair yeterince bilgi
sahibi olduğuna kuşkum yok.
Toplumsal dinamiklerin sistemli bir depolitizasyon
politikasıyla unutturulmaya çalışılan darbe
silsilelerini ve özellikle 12 Eylül’ü keşfedişinin
etkilerini, sanatın tüm dallarında ve sinemada da
hissedildiği bir süreçten geçiyoruz. Ciddi anlamada
politik olma iddiasındaki yapıtların yanında, televizyon
dizilerinde ve hatta melodrama yakınlaşan türdeki
yapıtlarda bile, 12 Eylül darbesi ve 68 kuşağı gibi
konulara mutlaka değiniliyor. Hatta iş öyle boyutlara
varmış durumdaki, 12 Eylül anayasasının yüzde doksana
varan oyla kabul edildiği, darbenin birinci derece
sorumlularına ödül üstüne ödül verildiği, cuntacıların
adının okullara, bulvarlara verildiği bir ülkede
yaşamadığımıza inanacağız hani. Senaryo yazmaya koyulan,
kameranın başına geçen kim varsa, besmele niyetine, 12
Eylül’e lanet ederek başlıyor işe. Hukuki ve siyasal
zeminde hesaplaşılamayan geçmişin rövanşını sinemada ya
da diğer sanat dallarında almaya çalışınca da ortaya
bugün sinemamıza hâkim olduğu üzere, ilkokul düzeyinde
bir toplumcu gerçekçilik müsameresi çıkıyor. Zira
sanatın toplumsal barışın ve uzlaşının inşa edilmesi
için sihirli bir değnek olmadığı, olsa olsa toplumsal
dönüşüm taleplerine ivme kazandıracak yardımcı bir güç
olduğu ortada. Bu benzeri eleştirileri, sinema eserinin
neticede bir kurmaca olduğunu ve doğal olarak gerçekle
ilişkisinin sınırlı olacağını savlayarak savuşturmak pek
rağbet edilen bir yaklaşım olabilir. Ne var ki kurmaca
olma niteliğinin esere, değinilin tarihi süreçleri
deforme etme hakkı tanımadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
“Bir de gerçeği anlattığı, senaryo hayali de olsa
gerçeği işaret ettiği iddiasını taşıyan ve bir tez filmi
olarak ortaya çıkan gerçeği çarpıtan ve tarihi deforme
eden bazı filmler var ki, ilk anda onların tarihle
hiçbir ilişkisinin olmayacağını düşünüyoruz. Oysa film
tarihtir; o filmleri tarihsel kılan şey ise anlatılan
hikâyenin/olayın, filmin kendisi değildir, o
hikâyenin/olayın tarihin hangi noktasında, niçin öyle
anlatıldığıdır… Marc Ferro’ya göre ‘Film gerçeğin
görüntüsü olsun ya da olmasın, ister belge ya da
kurmaca, isterse gerçek ya da tümden düşsel, entrika
olsun tarihtir’”
SİNEMAMIZDA BİR HAYALET DOLAŞIYOR
Bildiğiniz üzere komünist manifesto bu sözlerle başlar.
Elbetteki hayaletin dolaştığı yer Avrupa’dır. Marx ve
Engels cümlenin devamında hayaletin adını da
zikrederler. Tahmin ettiğiniz üzere bizim hayaletimizin
adı 12 Eylül!
12 Eylül darbesinin izlerini taşıyan ve 80 sonrasında
çekilen filmlerin siyasal film kategorisine dâhil
edilemeyeceği ortada. Zira son tahlilde, resmi söylemin
Türkiye devrim tarihinin olaylarını ve kahramanlarını
içi boşaltılmış birer mite dönüştürme politikasına katkı
sağlamakla yetindiklerini; bir eleştiri ya da hesaplaşma
amacı gütmediklerini rahatlıkla iddia edebiliriz. Söz
konusu filmlerde karakterler, 12 Eylül’ün kötü günler
olduğu konusunda hemfikirdirler. Ancak 68 kuşağının
devrimci ruhunun çok gerilerde kaldığını ve devrimim
ancak hoş bir hayal olduğunu vurgulamadan da geçmezler.
Tıpkı Su da Yanar (A. Özgentürk/1986) filminde
kahramanımızın sevgilisinin dediği gibi o günler ‘Tarih
kadar eski’dir. O günlerin kahramanlarıysa İkili
Oyunlar’daki (İ.Tözüm/1989) ‘Ben hâlâ devrimcilik
oynayamam’ diyen uslanmış ağabeylere dönüşmüşlerdir
artık. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Sen Türkülerini
Söyle (Ş. Gören/1986), Dikenli Yol (Z. Alaysa/1986),
Prenses (S. Çetin/1986), Ses (Z. Ökten/1986), Av Zamanı
(E.Kıral/1987), Kara Sevdalı Bulut (M. Özer/1987), Sis
(Z. Livaneli/1988), Kimlik (M. Gülgen/1988), Bütün
Kapılar Kapalıydı (M. Ün/1989).
|
‘80’li yıllarda kotarılan
filmlerde ana karakterler, darbe öncesi devrimci
mücadeleye katılmış ve işkenceye ve baskılara maruz
kalmış tipler olarak karşımıza çıktılar. Genelde erkek
olan bu karakterlerin, filmsel süreçteki yüzeysel de
olsa bireysel hesaplaşmalarına şahit olduk. Kâbuslar,
anılar ve işkencecilerin görünmediği işkence sahneleri,
bu dönemin ‘karanlık’ filmlerinin atmosferini hepten
karartmıştı. 90’larla birlikte 12 Eylül konulu filmlerin
tabiri caizse renklendiğini söyleyebiliriz. Bu dönemin
yönetmenleri, filmleri çocukların gözünden anlatmayı
yeğlediler. Handan İpekçi’nin Babam Askerde (1994) ismi
filmiyle başlayan bu yeni tarzı, Eylül Fırtınası’nda
(1999) hikâyesini annesi tutuklanan ve işkence gören bir
çocuğun gözünden anlatan Atıf Yılmaz da benimsedi.
Şimdilerde klişeleşmeye yüz tutan ‘Cennet Sineması
Seviciliğini’, sinema perdesi yerine televizyon
kullanarak kırmaya çalışan Yılmaz Erdoğan ise, Vizontele
Tuuba (2004) filminde dönemi mizahi bir bakış açısıyla
yorumlamıştı. Yine mizahi bir dilin hâkim olduğu
Beynelminel (S. Önder/ M. Gülmez/2006) ve darbe sürecine
farklı bir cepheden bakıp dönemin siyasi liderlerini
mercek altına alan Zincirbozan’ (Atıl İnanç/2007)
filmleri de sıradan bir örnek olarak 12 Eylül
filmcikleri silsilesinde yerlerini aldılar. Milyonlarca
insanı sinema salonlarına taşımayı başaran yönetmen
Çağan Irmak da bir çocuğun üzerinden kurduğu Babam ve
Oğlum (2005) isimli filmiyle herkesi ağlatmayı başardı.
Ömer Uğur’un, taraf olmayan bertaraf olur söylemini
olabilecek en naif biçimde işlediği filmi Eve Dönüş
(2006) ise birçok eleştirmence cesur bir film olarak
nitelendirildi. Hatta cesur işkence sahnelerini müthiş
bularak ‘Sırf bu yüzden bile izlenmesi gerekir’ türünden
deruni değerlendirmeler filmin yönetmenini bile rahatsız
etti. Sırrı Süreyya Önder’in (senaryosu kendisine ait)
son 12 Eylül filmi 'O... Çocukları’nda da (Murat
Saraçoğlu/2008) eski arazların aşılamadığını, politik
olma iddiasındaki bu filmde de yaşanılan acıların
sorumlularının karikatirüze edildiği ve bir anlamda da
‘şirinleştirildiği’ eleştirilerine kulak asılmadığını
söyleyebiliriz.
|
Son dönem 12 Eylül
filmlerinde gerek mizah dilinin kullanılması gerekse
filmlerin ana karakterlerinde yapılan değişiklikler,
önümüzdeki günlerde çekilecek filmlerin rotasını da az
çok açık ediyor. Daha çok yeni biçim arayışlarından
kaynaklanan bu denemelerin, içerik üzerine yapılan
eleştirileri daha da arttıracağını söylemek mümkün. Zira
filmlerin karakterlerin, anlatılan hikâye süresince bir
değişim yaşamaması, ele alınan sürece tanıklığın
ötesinde bir eleştiri getirilmemesi ve eleştirilen
sürecin sorumlularının bugünkü sistemle
ilişkilendirilmemesi ya da Deccal misali
hayalileştirilmeleri gibi, siyasi film tanımı açısından
çok çeşitli arazlar üzerinde yeterince tartışılmadığını
söyleyebiliriz. Şili’de yaşanan askeri darbe sırasında
kaybolan gazeteci oğlunun peşine düşen Amerikalı bir
babanın hikâyesini anlatan Kayıp (Missing/ Costa Gavras/1982)
isimli filmi, söz konusu eleştirilerin nasıl
aşılabileceği konusunda bir örnek olarak anıp bu bölümü
bitirebiliriz. Filmde, oğlunun başına gelenleri
öğrendikten sonra ülkesine dair fikirleri değişen
babanın değişim süreci çok iyi işleniyor. Şili darbesi
eskilerde kalan karanlık bir olay değil, mevcut sistemin
her an yenilerini gerçekleştireceği bir tehlike olarak
ele alınıyor. Babanın kişiliğinde, darbelere ve
darbecilere karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğinin
ipuçlarını veriyor. Darbenin uluslar arası ilişkilerini
göz ardı etmiyor. Her şeyden öte darbeciler artık
‘arınmış’ eski zaman ‘kötüleri’ ya da hata yapmış ‘bizim
çocuklar’ olarak değil birer suçlu olarak
kişileştiriliyor.
|
Politik olma iddiasındaki
Türk filmleri konuşulurken, tüm bu eleştirileri es
geçerek, Beynelminel’in yönetmenlerinden Sırrı Süreyya
Önder’in “En azından beddua ettik” şeklinde
dillendirdiği yaklaşımı da kabul etmek mümkün elbette.
Ancak o zaman da ortaya çıkartılan eserin 12 Eylül’ü
konu alan siyasi bir film değil, söz konusu dönemden
prim yapmaya çalışan bir melodram ya da bir günah
çıkartma seanslarının bir ürünü olduğuna dair
eleştirilere verecek pek bir cevabımız da olmaz sanırım.
Eğer bu noktada sansür ve marjinalleşme gibi kaygılar
devreye giriyorsa da konuyu bu mecrada tartışmak ve
yakın tarihimize kısa bir yolculuk yapmak faydalı
olacaktır sanırım.
SANSÜR YALNIZCA SİZİ Mİ MAKASLIYOR?
Fuat Uzkınay’ın 1914’de Ayastefanos’taki Rus Abidesinin
yıkılışını gösteren filmini bir milat olarak kabul
edersek, sinemamızın doksan küsur yıllık serüveninde
bugün gelinen noktayı küçümsemek en basitinden bir
ifadeyle insafsızlık olur elbette. Ancak sinemamızın
hiçbir dönem bu denli geniş bir manevra alanına sahip
olmadığını söylersek de yanılmış olmayız. Zira Lütfi Ö.
Akad’ın 1955’de çektiği Kardeş Kurşunu filminde kumsalda
çekilen bir sahnenin, düşmanlarımızca çıkartma yapılacak
uygun bir yer olarak algılanabileceği gerekçesiyle
sansüre uğradığı dönemler de yaşandı. Ya da Metin
Erkasan’ın ilk filmi Karanlık Dünya’da Anadolu
toprağındaki ekinler kısa boylu ve cılız gösterildiği
için makaslandığına da şahit olduk. Basit bir incelemede
bile, dönemin koşulları göz önünde bulundurularak mazur
görülebilecek ancak bugün için paranoyanın doruğu
sayabileceğimiz böylesine yüzlerce örnekle karşılaşmanız
işten bile değil. Ama eskiye oranla içinde daha rahat
nefes alabildiğimiz bir kültür ve sanat atmosferi sahip
olduğumuzu söyleyebiliriz herhalde. Kaldı ki, Şerif
Gören’in ülkede açık faşizm varken Yol (1981) gibi bir
filmi nasıl çekebildiğini bir düşünelim. Ya da ‘kulak
memesi kıvamındaki’ fenalığın en netameli zamanlarında
Büyük Adam Küçük Aşk (2001) gibi bir diyalog filmini
çeken ve de Altın Portakal ödülü de dâhil olmak üzere
pek başarılara imza atan Handan İpekçi’yi anımsayalım.
Sansür yalnız sizi mi makaslıyor?
|
Komşumuz Yunanistan’da
dâhil olmak üzere dünyada pek çok ülke geçmişindeki
darbelerle hukuki zeminde hesaplaştı. Bu ülkelerde
toplumsal uzlaşmanın ve barışın sağlanmasında sanatın ve
özellikle sinemanın büyük katkıları oldu. Türkiye’de ise
12 Eylül süreci henüz kapanmadı. Her ne kadar Ergenekon
soruşturması gibi bir sürece start verilmiş olsa da, 12
Eylül, anayasasıyla, kurumlarıyla ve zihniyetiyle hâlâ
ayakta. Kenan Evren başta olmak üzere darbenin pek çok
sorumlusu el üstünde tutuluyor. Her ne kadar edebiyatta
ve sinemada konuya ucundan kıyısından dokunulduysa da,
nitelikli eserlerin yaratılmadığı ortada. Daha önce de
sözünü ettiğimiz üzere, her toplumsal sorunun panzehiri
sinemada değil elbette. Ne var ki sorunların aşılması
yolunda ortaya çıkması şart olan ortak iradenin
yaratılmasında sanatın tüm dallarında olduğu gibi
sinemaya da çok önemli görevler düşüyor. Bu da ancak
ortaya çıkan eserlerin niteliksizliklerine yeni
bahaneler yaratmaya çabalamakla değil, nitelikli bir
tartışma ortamının yaratılmasıyla mümkün olacak. Politik
kaygıların ötesinde, bu tartışmadan en çok kazançlı
çıkacak olan da yine sinemanın kendisi olacaktır. Bu
karanlığı dağıtmak için sinemanın tüm renklerine ve
ışığına ihtiyacımız var. Bir 12 Eylül filmi üzerine
konuşmak dileğiyle.
KAYNAKÇA:
1) Büker Seçil ve Onaran
Oğuz (der) (2001). Sinema Kuramları. Ankara: Dost.
2) Scognamillo Giovanni
(1998). Türk Sinema Tarihi 1896–1997. İstanbul: Kabalcı.
3) Maktav, Hilmi (Ekim
2000). Türk Sinemasında 12 Eylül. Birikim: 138 |