ÖNSÖZ
Müzik tarihini yazma fikri, aslında yazın
yapılması planlanan bir sunum üzerine
çıktı. Çeşitli bestecilerin tanıtılacağı
sunumda müzik tarihini anlatacaktım, bu
yazı da sunuma destek olacaktı.
Sunum çeşitli nedenlerden dolayı
yapılamayınca “Müzik Tarihi” konulu yazı,
sonbahara kaldı. Müzik tarihini bir bütün
olarak tek sayıda yazmayı planlıyordum
ancak araştırmaya başlayınca bu tarihin
hiç de basit ve bağımsız bir tarih
olmadığını;
siyasi
tarih, düşünce tarihi ve
uygarlık
tarihi kavramlarıyla tamamen
iç içe olduğunu gördüm. Bu kadar uzun,
karmaşık bir tarihi hakkıyla anlatabilmek
için bir aylık bir araştırmanın asla
yetmeyeceğini, tek sayıda anlatılacak olan
müzik tarihinin de okuyucular için oldukça
yüzeysel kalacağını fark ettim. Bu
bakımdan konuyu bölmeye ve her ay belli
bir bölümü anlatmaya karar verdim.
Belirtilen sebeplerden dolayı bu yazıya,
bir
yazı dizisinin ilk bölümü
olarak bakılabilir. Ancak bu yazı
dizisinin, bilinen yazı dizilerinden bir
farkı var:
Bir yazı dizisi en azından
taslak
olarak başta hazır olur, belli dönemlerde
buna
eklemeler yapılarak okuyucuya
parça parça sunulur. Bu yazı dizisinin
özelliği, henüz bir taslağının bile hazır
olmayışı ve müzik tarihindeki
yolculuğumuzda benim de sizlerle birlikte
yavaş yavaş ilerleyecek olduğumdur. Bundan
dolayı bu yazı dizisi kaç ay sürer, nasıl
sürer, biter mi; bu konularda şimdiden bir
şey söyleyemiyorum. Bu karanlık yol bazen
beni endişelendirse de keşfetmenin verdiği
heyecan,
endişenin önüne geçiyor.
Umarım, bu heyecanı sizlerle
paylaşabilirim.
Yazıma önceleri “Müzik Tarihi” diye
başlamış olsam da bu başlığı “Batı Müzik
Tarihi” olarak değiştirmek, daha doğru
göründü. Şöyle ki bu yazı dahilinde
işlenecek olan
Orta Çağ,
Rönesans, Barok, Klasik, Romantik
gibi dönemler; Batı Müziği’nin
dönemleridir. Bu dönemler yaşanırken
dünyanın dört bir yanında
çok daha
zengin müzikler vardı ve
gelişiyordu. “Müzik Tarihi” başlığı, bütün
o zengin müzikleri göz ardı etmek olacaktı
ki buna hakkımız olmadığını düşündüm.
Dünyadaki tüm müziklerin tarihini yazmak
için ansiklopedi bile yetersiz
kalacağından konumuzu “Batı Müzik Tarihi”
ile sınırlandırıyor, başlığı böyle
koyuyoruz.
Müzik tarihinin siyasi tarih, düşünce
tarihi ve uygarlık tarihiyle birebir
alakalı olduğundan bahsetmiştim. Bu
ilişkiyi dikkate alarak, dönemleri
anlatırken
o dönemde
belli başlı hangi olaylar olduğunu, ne tür
düşünce sistemleri ve felsefelerin hakim
olduğunu da ayrıntılı olarak
incelemeyi düşünüyorum. Ancak böyle bir
yaklaşımla, müzikteki değişme ve
gelişmeleri iyi anlayabiliriz. Yazı
ilerledikçe farklı ihtiyaçlar ortaya
çıkacak, bu da inceleme metodunu kim bilir
kendiliğinden değiştirecektir.
Dönemleri o dönemin müziğinden örnekleri
inceleyip basit anlamda
armoni çözümlemeleri yaparak
ele almayı planlıyorum. Armoni bilgisi
eksik kullanıcılar için bu
bilgileri
basit halleriyle, yazı
içerisinde vermeye çalışacağım. Yazı
içerisinde veremeyeceğim daha karmaşık
armoni konularını ise
ekler
halinde vermeyi
düşünüyorum. Görüldüğü gibi
henüz bir taslak olmadığından sadece
düşünce ve planlarımı söyleyebiliyorum.
Bunların hangilerini yapıp hangilerini
yapamayacağımı tam olarak zaman
gösterecek.
Bu ayki konumuzla, yazı dizisine
başlıyoruz: “Müziğin Doğuşu ve İlk Çağ
Uygarlıklarında Müzik”. Eğlendirici ve
öğretici bir süreç olması dileğiyle!
MÜZİĞİN DOĞUŞU VE TARİH ÖNCESİ TOPLUMLARDA
MÜZİK
Müzik, insan yaşamındaki temel sanatlardan
biri olmasına rağmen
yazılı,
en kısa tarih müzik tarihidir.
Günümüzde mimari, resim, edebiyat, heykel
gibi sanatların -tarih öncesi dönem dahil-
ayrıntılı ve somut bir tarihleri vardır
oysa ayrıntılı ve somut bir müzik
tarihinden, ancak Orta Çağdan itibaren
bahsedilebilir.
Müzik tarihinin bu sorununun farklı
nedenleri vardır:
Tam
olarak çözülebilen müzik yazısının ancak
Orta Çağdan itibaren var olması,
bu sorunun temel nedenlerindendir.
İlk Çağ Uygarlıkları ve tarih öncesi
dönemlerden kalma, tam olarak çözülebilmiş
bir müzik yazısından söz edemiyoruz. Ancak
yazılı kaynaklar, çeşitli mağara resimleri
ve efsanelerden bilgi
alabildiğimiz o dönem müziği hakkında
kesin bilgilere sahip olamayışımızın bir
nedeni de
diğer
sanatlarla karşılaştırıldığında, müziğin
günümüze ulaşmasının oldukça zor olmasıdır.
Tarih öncesinden kalan bir mimari yapı
veya bir heykel, kazılardan çok az
bozularak çıkarılabilmektedir. Yazı MÖ
3000 yıllarında bulunduğundan o dönemlerin
edebiyatı hakkında da elimizde somut
bilgiler vardır. Ancak sesi kaydetmeye
yarayan
fonograf,
çok yakın bir tarihte, 1877’de
Edison
tarafından icat edilmiştir.
Arkeolojik kazılarda bulunan müzik
aletlerinin çıkardığı sesler ile
geleneklerine çok sıkı bağlı ilkel
kabilelerin törenleri, eski
dönemlerdeki müziğe biraz ışık
tutabilmekteyse de kesin bir bilgi
sağlamaktan çok uzaktır. Efsaneler,
kabileler aracılığıyla günümüze biraz
bozularak gelebilmiştir ancak
değişikliğe uğramaya çok daha müsait olan
müziğin günümüze değişmeden gelmesi
olanaksızdır.
Bunlar gibi ve bunlara bağlanabilecek
birçok nedenden dolayı
Orta Çağ
Öncesi Uygarlıklarının müziği üzerindeki
örtü, halen kaldırılabilmiş değildir.
Ancak antropologların kazıları
ve sosyologların o dönemin toplumsal
yapısı üzerine yaptıkları araştırmalar
sayesinde, müziğin o dönemde az çok neyi
andırdığı ve toplum yaşamındaki yeri
hakkında bilgi sağlanabilmektedir. Bu
araştırmaların sorduğu temel soru şudur:
“Müzik, nasıl ortaya çıktı?”
İnsanoğlunun Kültürel Evrimi
Antropolojik açıdan insanın kültürel
evrimi, üç temel çağ içinde yer
almaktadır:
1. Paleolitik Çağ (Eski
Taş/Yontma Taş Devri, Üretim Öncesi Dönem,
Başlangıçtan MÖ 10.000 yılına kadar)
2. Neolitik Çağ (Yeni
Taş/Cilalı Taş Devri, Üretim-Tarımın
Başlaması, MÖ 10.000-MÖ 1800)
3. Endüstri Çağı (Bronz ve
Demir Çağı, MÖ 1800)
Paleolitik Çağda, tarım ve üretim henüz
gelişmemişti. Avcılık ve toplayıcılığın
hakim olduğu bu dönemde yaşam,
avcı
ve toplayıcı grupların komünal halde
yaşaması şeklindeydi. 20-30
kişilik bu gruplar, avlanılan ve toplanan
besini paylaşıyordu. Günümüzdeki gibi bir
aile yaşantısı yoktu. Üretimin
olmamasından dolayı yerleşik bir düzen
yoktu, topluluklar
göçebe
halde yaşıyorlardı.
MÖ 10.000 yılındaki Neolitik Çağda,
bambaşka bir tablo ile karşılaşılır:
Tarımın
bulunması ve bu bağlamda üretim mantığının
gelişmesi, sosyologlara göre
insanoğlunun geçirdiği en önemli kültür
devrimlerinden biridir. Tarım sayesinde
yerleşik düzene geçilmiş,
toplulukta iş bölümünün zorunluluğu
yüzünden
meslekler
türemiş, yerleşik yaşam giderek
kent
yaşamına dönüşmüş ve böylece
İlk Çağ Uygarlıklarının temeli atılmıştır.
İnsanlığın yaklaşık iki milyon yıllık
bir geçmişi olduğunu
varsayarsak Paleolitik Çağın iki milyon
yıla yakın sürmesine karşın Neolitik Çağın
sadece sekiz bin yıl sürdüğünü görürüz.
Üretimle birlikte insanoğlunun kültür
evrimi bir anda, inanılmaz bir şekilde
hızlanmıştır. Zaten
mağaralarda bulunan
ilk sanat
eserleri de MÖ 50-40.000
yılları arasında,
Paleolitik Çağın sonuna
aittir.
Şu ana kadar kazılarda ele geçen en eski
çalgı, 1995 yılında Slovenya’da bulunan
yaklaşık
43 bin
yıllık bir flüt’tür.
“Neanderthal Flute” diye adlandırılan
kalıntının müzik yapma aracı olarak
kullanılıp kullanılmadığı konusunda, kesin
bir kanıt yoktur. Genel kanı, o zamanlarda
kemikleri işleyebilen herhangi bir
teknolojinin bulunmamasından ötürü bunun
bir çalgı olamayacağı yönündedir. Bir
çalgı olması muhtemel ilk çalgılar, MÖ
14-12.000 yıllarından kalmadır. Bunlar
genel olarak
vurmalı
çalgılar olup
Erken
Neolitik Çağa aittir.
Müziğin Doğuşu
Müziğin doğuşuyla ilgili birçok teori
ortaya atılmıştır. Müzik tarihine ilk kez
ilgi duyulan
Romantik Dönemin hakim olduğu
19.
yy.da birçok filozof, müzik ve
bilim insanı; insanoğlunun müziği nasıl
bulduğu konusunda teoriler ortaya
atmıştır. Müziğin doğuşu üzerinde
tartışmadan önce, bir noktayı sorgulamakta
fayda var: “ İnsanoğlu, müziği yaratmış
mıdır, keşif mi etmiştir?”
Müziği insanoğlunun resim, yazı veya
heykel gibi bulduğunu söylemek tamamen
yanlış olmasa da bu bilgi, müziğin bir
yönünü kaçırmamıza neden olur:
Müzik,
insanoğlu dünya üzerinde var olmadan da
doğanın içindeydi. Kuşların
ötüşü, denizin dalgası veya rüzgarın
sesinin birer müzik olmadığını kim iddia
edebilir? Bu açıdan bakıldığında
insanoğlu, müziği ancak keşfedebilir.
Sonsuz bir müzik malzemesi doğada hazır
vardı, insanoğlu sadece onu keşfetti ve
çağdan çağa evriltti.
Müziğin keşfedilmesi sorunsalına küçük de
olsa bir açıklık getirdiğimize göre
“müziğin insan hayatına nasıl girdiği”
sorusuna dönebiliriz. Müziğin
nasıl doğduğu ile ilgili teoriler; genel
anlamda,
biyolojik
teoriler ve linguistik
(dil bilim) teoriler olarak
ikiye ayrılır. Çıkış noktaları biraz
farklı olsa da bu iki dal, tek bir noktada
birleşiyor gibidir: Biyolojik teoriler,
insanın doğa ve hayvan seslerini taklit
ederek müziği geliştirdiğini,
linguistik teoriler ise
müziğin
manzum konuşma (şiir)dan evrildiğini
öne sürer. İki teorinin birleştiği nokta
şudur:
Müzik,
çalgılardan önce insan tarafından
yapılmıştır; ilk müzik, insan sesidir.
Bunun bir başka bilimsel kanıtı, İsrail’de
bulunan ve 60 bin yıllık olduğu tahmin
edilen Neanderthal’in günümüz insanının
dil kemiğinin yapısına çok benzemesidir.
Bunun anlamı;
o dönem
insanının, ağzıyla müzik yapmaya en az
bizim kadar elverişli olduğudur.
Tarih öncesi insanlara ait birtakım
resimler, o dönemlerde çeşitli
dinî ve
din dışı törenlerin
yapıldığını gösterir. Bu törenleri
genelde, o dönemde toplumun en bilge
kişileri kabul edilen
şairler
yönetirdi. Yazının bulunmasına
kadar geçen süreçte, toplumlarda gelenek
ve efsaneler
sözlü
olarak aktarılırdı. Bu
aktarma, genelde
manzum
konuşma biçimindeydi. Aktarma
görevini doğal olarak
manzum
konuşma ustaları olan şairler
üstlenince “toplumun en bilge kişileri”
haline geldiler. Bu durum, Antik Yunan’da
filozofların ortaya çıkmasına kadar devam
etti.
Manzum
konuşmanın kendi içinde barındırdığı doğal
ezgiselliği ve ritmi, şiirlerin
çeşitlenerek söylenmesini sağladı.
Doğadan aldığı seslerle elinde güçlü bir
malzeme olan insanoğlu da bu şiirleri
giderek ezgilerle söylemeye başladı.
Farklı
törenlerde, farklı ezgilerin, farklı
duygularla söylenmesi sonucunda müzik
çeşitlendi ve gelişti.
Örneğin; büyük bir av sonrasında
coşkulu, bir ölüm üzerine hüzünlü
veya baharın gelmesiyle
canlı,
renkli bir müzik ortaya çıktı.
Bu dönemlerde müziğin eğlence amacıyla
söylenmesi pek söz konusu değildi;
genelde, bir
tören
sırasında söyleniyordu.
Müzik, o
dönemlerde dinle iç içeydi ve “büyü”
olarak nitelendiriliyordu.
Daha sonraları insanın doğa üzerindeki
egemenliği artınca büyü, etkisini yitirdi.
Bu arada müzik de giderek törenlerin
dışına çıkıp toplumsal yaşayışa katıldı.
“Ninni” kavramının da bu dönemde oluştuğu
söylenebilir. İnsanların gündelik çalışma
tempoları içinde yaptıkları müzik, içine
“ritim” kavramını katarak başka bir boyut
kazanacaktı.
Tarım devrimiyle gelişen üretim
toplumundaki toplu çalışma süreci, haliyle
bir
düzen ihtiyacını beraberinde
getirdi. Bu düzenin ve motivasyonun
sağlanması amacıyla da müziğe başvuruldu.
Yapılan işin düzenli bir ritim
gerektirmesi, müzikte ritmin
doğuşunu sağladı. Ritim,
basit bir
ezgi ve
duruma
uygun bir
söz
ile destekleniyordu. Böylece,
hem motivasyon sağlanıyor hem de bireyin
topluluk dışına çıkması engelleniyordu. Bu
durumun aynısı, 20. yüzyıl müziğine yön
veren
Blues’un
doğuşunda da görülür: 18 ve
19. yüzyıllarda Amerika’ya Afrika’dan
getirilen kişiler, tarlalarda “beyaz
adamın kölesi” olarak çalışıyorlardı. Son
derece ağır koşullar ve işkence altında
çalışmak zorunda olan köleler, kendi
ülkelerinden getirdikleri müziği, kendi
durumlarına uygun hale getirip çalışma
sırasında söylediler. Amerika’nın farklı
noktalarında eş zamanlı olarak gelişen bu
müzik, daha sonra “Blues” adını aldı ve
popüler müzikte,
bilinen
tüm türlerin kökenini
oluşturdu.
Ritmin ve ritimli çalgıların diğer tüm
çalgılardan önce gelişmesinin nedeni,
insanın
ilk başta ritme yatkın olmasıdır
çünkü hiçbir gerece ihtiyaç duymaksızın
vücuduyla ritim tutabilir. Önceleri
tekdüze olan bu ritim, insanın daha fazla
uzvunu kullanmasıyla gelişmiş,
zenginleşmiştir. Ritim çalgıları kadar
eski diğer bir çalgı türü,
nefesli
çalgılardır. Doğada bolca
bulunan
kamış
ve
içi boş kemiklerden, insanoğlu
çok rahat ses çıkarabilmiştir.
Çalgıların gelişmesinde dikkat edilecek
bir nokta,
yaylı ve
telli çalgıların nefesli ve ritmik
çalgılardan çok daha sonra gelişmiş olmasıdır.
Bunun nedeni,
müziğin
uzunca bir süre törensel amaçla
kullanılmasıdır. Bu bağlamda
ezgi görevini şaire devretmiş olan
insanoğlu, sadece ezgisel yönü olan bu
çalgılara pek ihtiyaç duymamıştır. Ancak
daha sonraları
tören
dışında müziğin gelişimi,
yaylı ve telli çalgıların gelişmesini
sağlar. Bu çalgıların, avlanma sırasında
kullanılan yayın çıkardığı seslerden
esinlenmiş olması muhtemeldir.
İlk
uygarlıklara kadar herhangi bir “sanat
müziği” tanımından söz edilemez.
O zamana kadar müzik, herkes tarafından
yapılıyordu. Üretim toplumu ve kentleşme
sonrasında gelişen iş bölümü, “meslek” ve
“zanaat” kavramlarının, bu da “müzisyen”
kavramının ortaya çıkmasını sağlayacak;
müzik yapma, halktan yavaş yavaş bir
sınıfa geçecek, böylece “sanat müziği”
kavramı ortaya çıkacaktı.
İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI
Toplumsal yaşama geçiş ve kentleşme,
görkemli İlk Çağ Uygarlıklarını doğurdu.
Çin,
Mısır ve Yunan gibi uygarlıklar;
sanat alanında “görkemli eserler” meydana
getirdiler. Böyle görkemli eserler vermiş
bu uygarlıkların o dönemde müzik hakkında
hiçbir şey yapmamış olmaları düşünülemez.
Gerek
tam çözülmüş nota yazılarının bulunmaması
gerekse
kaynakların yok olması gibi
nedenlerden ötürü
uygarlıkların müziği hakkında
yeterli bilgiye sahip olmasak da
kazılar
ve
dönemin düşünürleri sayesinde
bu uygarlıklarda müziğin yeri hakkında
bilgi edinebiliyoruz.
ORTA ASYA UYGARLIKLARI
Çin Müziği
Bilinen en eski geçmişe sahip Çin
Müziği’nin 4000 yıllık bir tarihi var.
Çin
Müziği, Batı’daki müziğin gelişmesinde de
kilit bir rol oynamıştır çünkü
MÖ 1500’lerde
Mısır
Müziği’ni, Mısır Müziği de
daha sonraları Akdeniz üzerinden,
Avrupa
Uygarlıklarını etkilemiştir.
Çeşitli kaynaklar; müziğin Çin’de çok
yaygınlaştığını, müziğe özellikle saray ve
tapınaklarda oldukça önem verildiğini,
müziğin
imparatorlar tarafından
kurumsallaştırıldığını
belirtmektedir. Müziğin, yer ile gök
uyumunu yansıttığına inanan Çinliler için,
dinî
bir yanı da vardı.
Ünlü Çin
Filozofu
Confucius
(Konfüçyüs) de (MÖ 551-479)
müziğin
halkın eğitilmesi ve insanların ahlaklı
birer birey haline getirilmelerinde çok
önemli bir araç olduğundan
bahseder.
Yunan
Filozofu
Platon
da daha sonraları müziğin eğitimdeki
öneminden bahsederken Konfüçyüs’ün bu
düşüncelerinden etkilenmiştir.
Müzik, Çin’in toplumsal hayatında o denli
yaygınlaşacaktı ki MÖ 246 yılında
İmparator
Si Huang, müziği yasaklayacak;
var olan tüm çalgıları ve yazılı
kaynakları imha edecekti. Bu karanlık
dönem çok uzun sürmedi,
Han
Hanedanı Zamanı (MÖ 206-MS
220)nda müzik tekrar gelişti ancak
Si Huang’ın
yazılı kaynakların önemli bir bölümünü yok
etmesi, bu dönemden önceki Çin Müziği
hakkında elimizde çok az bilginin
kalmasına neden oldu. Han Hanedanı
Zamanında gelişen Çin Müziği,
Tang
Hanedanı (618-907) ile
Hung
Hanedanı (960-1279)
dönemlerinde altın çağına ulaştı. Bu
dönemlerde, saraylarda
büyük
korolar ve 300 kişiden fazla üyeli
orkestralar bulunuyordu.
Ayrıca bu dönemde Çin’de yapılan müzik,
çok
sesli bir müzik’ti. Bu durum;
Çin’in Batı’dan, kiliseden çok daha önce
çok sesliliği bulduğunu gösterir.
Çin dizesinin oluşumu, bir efsaneyle
anlatılır:
İmp. Huang Ti
(MÖ 2697-2597), bakanlarından birini aynı
büyüklükte bambu kamışı kesmeye yollamış.
Bakan bir adet kamış kesmiş ve üflediğinde
“Hoang Çong” (sarı çan) adlı sesi bulmuş
(Bu ses, günümüz notasyonunda “fa” sesine
karşılık gelir.). Derken bakanın iki
omzuna, biri erkek biri dişi iki
anka kuşu
konmuş ve her biri,
altı
değişik ses çıkarmış. Bakan da
bu sesleri yakalamak için farklı uzunlukta
on
iki adet kamış kesmiş ve
günümüzdeki
12’lik
kromatik diziye benzer bir dize
bulmuş ve seslere “liu” adını vermiş.
Kuramcılar, 12 sesi daha sonraları 60’a,
hatta 360’a kadar çıkarmışlar ancak bu
kuramlar uygulama alanına girmemiş. Her ne
kadar
Ming
Hanedanı’ndan (MS 1368-1643)
Prens
Tsai-yu,
eşit
aralıktaki günümüz kromatik dizisi gibi 12
sesten oluşan diziyi
tanıtmışsa da bu da uygulamaya geçmemiş,
kuramda kalmakla yetinmiştir. Çin’de
sadece
5 sesli
pentatonik dizi
kullanılmıştır. Görüldüğü üzere;
Çin
Müziği, günümüzde kullandığımız birçok
armoni teorisinin temellerini Avrupa’dan
daha önce atmıştır.
Japon Müziği
Japonya’nın 3. yy.da Kore’yi istila etmesi
sonucu, Çin sanatı Japonya’nın içine
girdi. Bu bakımdan,
Japon
Müziği ile Çin Müziği büyük benzerlikler
taşır. Yalnız
Japon
Müziği, günümüzde Çin Müziği’ne göre daha
iyi korunabilmiştir. Çin’deki
gibi
5 sesli dizinin yanında,
12 sesli diziyi de kullanan
Japon Müziği, başlıca üç gruba ayrılır:
1. Gagaku: Bir tür tapınak
müziğidir ancak kutsal öğeler taşımaz.
Nefesli, telli, vurmalı çalgılar ve
gonglar kullanılır.
2. Kagura: Yalnız ses ile
yapılan bir müziktir. Kutsal özellikler
taşır.
3. Nogaku: Japon tiyatro
müziğidir. Müzik, oyunun karakterine göre
değiştiği için oldukça değişken bir biçim
gösterir. Buda törenlerinin etkisi
altındaki şarkılar, Batı’daki
arya
biçimini de andırır.
Hint Müziği
Hindistan’da da müziğin 4000 yıla yakın
bir geçmişi vardır ancak eski zamanların
müziği hakkında pek fazla bilgi yoktur.
Bu dönemlerde müzik,
Hint
Kutsal Öğretisi ile tam bir
birlik içindeydi. Kutsal öğreti, “Veda”
(Kültür, Bilgi) adını
taşıyan dört kitapta
toplanmıştı. Bu kitaplardan üçüncüsü
“Samaveda” (Şarkı Bilgisi), Eski Hint
toplumunun müziği hakkında bilgi
veriyordu. Kitap, Tanrı’ya adanan
kurbanlarda söylenen
ilahilerden
bahsediyor, bir yandan da
müzik
teorisi hakkında bilgiler
barındırıyordu. Yine bu kitapta bulunan
bir efsaneye göre;
müzik,
Tanrı
Brahma ve Tanrıça Sarasvati’nin bir
eseriydi. Hintlilerin bilinen
en eski çalgısı olan “Vina”
ise
Tanrı ve
Tanrıçanın oğulları Naredda
tarafından yapılmıştı.
Tanrı
Brahma, halkına Vina’yı
vererek onları ödüllendirmişti. Bu yüzden
Eski Hindistan’da müzik, kutsal sayılırdı.
Bilinen Hint Müziği, 4-6. yüzyıllar
arasında gelişme gösterdi. Önceleri komşu
kültürlerden beslenen Hint Müziği, 11.
yüzyılda Müslümanlığın etkisiyle
Arap-Fars
öğeleri ile zenginleşti. Genel
olarak doğaçlamaya dayalı Hint Müziği’nde,
132 makam bulunur. Bu
makamlar;
renk,
duygu, ruh durumu anlamına
gelen “raga” olarak adlandırılır. Her
raganın kullanıldığı farklı bir tören,
farklı bir mevsim ve günün farklı bir
saati vardı. Bir oktav, “şruti” denen 22
adet aralığa bölünmüştü ve aralıkların
arası eşit değildi. Bu oktav yapısı,
Türk
Müziği’ndeki
koma
aralıklı makam yapısına çok
benzer; bu da Hint Müziği’ndeki Müslüman
etkisini açıklar.
Ritim ölçüsü olarak “tala” kullanılırdı.
Bugün bildiğimiz anlamda ritmin tersine;
düzenli aralıklı değil,
cümle uzunluklarına göre şekillenmiş,
düzensiz aralıklı idi.
MEZOPOTAMYA VE MISIR UYGARLIĞI
İlk Uygarlıkların Mezopotamya ve Mısır’da
Ortaya Çıkışının Nedenleri
Tarım devriminin sonucunda insanoğlunun
göçebe yaşamı bırakıp yerleşik yaşama
geçtiğini söylemiştik. Yerleşik hayata
geçilmesiyle birlikte yavaş yavaş
aile
kavramı ortaya çıkacak, sonra
kentler kurulacak ve
kentlerden,
görkemli
İlk Çağ Uygarlıkları
şekillenecekti. Tarım devrimiyle birlikte
yerleşik yaşama geçiş, birçok yerde farklı
zamanlarda gerçekleşti. Bu geçişin hızlı
olduğu bölgeler, genellikle tarıma
elverişli olan
akarsu
delta ve vadileri idi. Ayrıca
bu bölgelerde görece fazla olan nüfus
yoğunluğu,
siyasal
örgütlenmenin ilk örneklerinin bu
bölgelerde ortaya çıkmasına
neden oldu.
Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan
verimli Mezopotamya Bölgesi’nin tarihin
ilk uygarlıklarına ev sahipliği yapmış
olması,
bu
yüzden tesadüf değildir. Ancak
dünya üzerinde birçok verimli bölge varken
neden burada uygarlıkların ortaya çıkmış
olduğu sorusu, yukarıda bahsettiğimiz
nedenle açıklanamaz. Bu bölgeyi diğer
verimli bölgelerden ayırt eden önemli bir
özellik,
Fırat ve
Dicle’nin akışının son derece düzensiz
olmasıdır. Öyle ki zaman zaman
kuraklığa neden olacak kadar az su
taşırken, zaman zaman nehir yakınındaki
şehirleri tamamen su altında bırakacak
kadar güçlü bir şekilde akar. Nehirlerin
bu dengesiz rejimi, halkı çeşitli
su
kanalları ve
setler inşa etmeye
zorlamıştır. Su setlerinin inşası ve
düzenli bakımı, insanların düzenli bir
şekilde çalışmasını zorunlu kılmıştır.
Böylece “yönetim, siyasal bağlılık,
otorite” gibi bir uygarlığın temellerini
oluşturan kavramlar ortaya çıkmıştır.
Benzer bir durum, Mısır Uygarlığı’nın
doğuşunda da gözlenebilir. Bu uygarlığa ev
sahipliği yapan da verimli Nil
Deltası’dır. Fırat ve Dicle’deki gibi
dengesiz bir rejim, Nil nehrinde de söz
konusudur. Mısır Uygarlığı ile Mezopotamya
Uygarlığı arasındaki en belirgin fark,
Mezopotamya’da bölünmüş devletler ve
siyasi istikrarsızlık hakimken, Mısır’da
çok daha derli toplu bir yapının bulunmasıdır.
Bunun en önemli nedeni,
Mısır’ın
Mezopotamya gibi sık sık göçebe
kabilelerin saldırılarına uğramamasıdır.
Mısır bu şansını, Nil Deltası’nı
çevreleyen ve geçit vermeyen çöle
borçludur.
Dünya tarihinde bu uygarlıkların ön plana
çıkmış olmalarının diğer bir nedeni,
tarihin
en önemli unsurlarından biri olan yazının
ilk kez Mezopotamya’daki Sümerliler
tarafından kullanılmış olmasıdır.
Yazının bulunmasıyla olaylar, sözlü
gelenekten çok daha iyi bir şekilde,
kuşaktan kuşağa aktarılabilmiştir. Bu
durum, müzik tarihi açısından da önemlidir
çünkü
müzik
hakkında yazılmış ilk yazılı kaynaklar,
yine bu zamana aittir.
Mezopotamya ve Mısır’da Düşünce
Mezopotamya ve Mısır’da bir düşünce
sistemi veya felsefeden söz edilemez. Bu
uygarlıklarda
astronomi, matematik ve geometri
bilimleri oldukça gelişmiştir. Bu
bilimler, tamamen ihtiyaçlar doğrultusunda
ortaya çıkmıştır. Tarımın yılın zaman
dilimleri ve mevsimlerle ilgisinden,
yıldızların hareketine göre takvim çıkarma
ihtiyacı doğmuştur. Nehirlerin
düzensiz rejimleri nedeniyle setlerin, sık
sık meydana gelen taşkınlarla oluşan
bataklıkları kurutmak içinse su
kanallarının inşa edilmesi ihtiyacı,
matematik ve geometri bilimlerinin
gelişmesini sağlamıştır.
Mezopotamya Müziği
Dönemin müziği hakkında bilgileri çeşitli
mağara resimleri, yazılar ve enstrüman
kalıntılarından alabiliyoruz.
Mezopotamya’nın ilk uygarlığı olan
Sümerlilerin tapınaklarında yapılan
dinsel
törenlerdeki yakarışlar,
şiirsel özellikler taşıyordu. Bu
yakarışların zamanla
şarkılara
dönüştüğü sanılmaktadır. MÖ 2000
yıllarından kalan belgeler, Sümer
dualarında rahiplere bir koronun eşlik
ettiğini yazar. Bu dualardaki ezgilere “sir”,
rahibi ve koroya eşlik eden kamış
kavallara “sem”, dinsel şarkılara da
“ersemma” adı verilirdi.
Bu zamanlarda yalnızca
dinî
müzikler yapılmıyordu. Bu
dönemdeki diğer müzik örnekleri;
düğün
şarkıları, cenaze şarkıları, savaş müziği,
çalışma şarkıları, bebekler için söylenen
şarkılar, dans müziği, taverna müziği ve
şölen şarkıları idi.
Sümerlilerin ve onlardan sonra bölgeye
hakim olan Akatların dillerindeki
kelimeler incelendiğinde, çeşitli müzik
terimlerine rastlanır (MÖ 2500). Bu
terimlere
enstrüman
isimleri, akort teknikleri, çalma
teknikleri, müzik türleri
örnek olarak verilebilir. Tarihte bilinen
en eski besteciye de bu yazılarda
rastlanır. MÖ 2300 yıllarında
Ur
kentinde yaşamış “Enheduanna” adlı
bir rahibenin
Ay
Tanrısı Nanna ve
Ay
Tanrıçası Inanna’ya şarkılar
yazdığından bahsedilir. Bu şarkıların
sözleri, çivi yazılı tabletlerde günümüze
kadar gelebilmiştir.
Babilli Müzisyenler, MÖ 1800’lü yıllarda
müzik konusunda yazmaya başladılar.
“Enstrüman Akorduyla İlgili Bilgiler,
Çalma Teknikleri, Nota Aralıkları ve Müzik
Türleri” başlıca konulardı. Şu ana kadar
bulunan
en eski,
yazılı müzik parçası ise yine
Babillilere aittir. MÖ
1400-1250 yıllarından kalma olduğu sanılan
bu parça, çivi yazısıyla, tablet üzerine
yazılmıştır. Şarkı,
Hurri
dilindedir ancak tam olarak
çevirisi yapılamamıştır.
Ay
Tanrısı’nın karısı Nikkal’a
yazılmış bir şarkı olduğu
tahmin edilmektedir. Müziğinin nasıl
olduğu hakkında kayda değer bir buluş
yoktur.
Müzik notasının ilk örnekleri
bulunmuş olmasına rağmen dönemin
müzisyenleri, parçaları notaya bakıp
çalmıyorlardı. Nota sadece, müziği diğer
nesillere aktarmak için kullanılan bir
araçtı. Müzisyen notaya bakıyor, müziği
öğreniyor ve sonra ezberden veya
değiştirerek çalıyordu.
Babilli Müzisyenlerin, müzik teorileri
hakkında yazmaları; o zamanın müziği
hakkında az çok fikir sahibi olmamızı
sağlar. Bu yazılardan çıkarılabilenlere
göre
Babilliler ve büyük ihtimalle
daha önce yaşayan
Sümerliler,
7 notalık
diyatonik dize’yi
kullanıyorlardı. Kuramsal olarak 7
farklı diyatonik dize
bulmuşlardı. Bu diziler, daha sonra
Antik
Yunan Uygarlığı’nda kullanılacak olan
dizeler ile büyük benzerlik
gösterecekti. Antik Yunan’da kullanılan
dizilerin,
Avrupa
Müziği ve oradan
günümüz
müziğini etkilediği
düşünülürse; “Günümüzdeki
armoninin temeli, daha ilk çağlarda
atılmıştır.” denilebilir.
Arkeologların eski bir Sümer kenti olan
Ur’da
yaptığı kazılar sonucu, çeşitli
lir
kalıntılarına ulaşılmıştır.
Hatta kalıntıları bulunan ve MÖ 3200
yılından kaldığı tahmin edilen,
Sümerlilerin kullanmış olduğu lir; yeniden
birleştirilmiştir. Bu lir,
boğa
formunda olduğundan “boğa
liri” (bull lyre) olarak adlandırılmıştır.
Boğa formunun, verimliliği simgelediği
düşünülmektedir. Bunların dışında, dönemin
bilinen çalgıları; yan ve düz çalınan flüt
“tiğ”, küçük davul “balag”, timpaninin
ilkeli olan ikili davul “lilis”, bir çeşit
tef olan “adapa”dır.
Mısır Müziği
Araştırmalar, Mısır Müziği’nin MÖ 4000
yılına dayanan bir geçmişi olduğunu
göstermektedir. Piramit ve sfenkslerde
bulunan resimlerde;
çok
kişili korolar, çeşitli arp, lir, flüt ve
vurmalı çalgılardan oluşan büyük
orkestralar göze çarpmaktadır.
Bunlar, Mısır’da müziğin önemli bir yer
tuttuğu konusunda bize kanıt sağlar.
Ancak,
müzik
teorisi veya notasyonlarla ilgili herhangi
bir kanıta rastlanmamıştır.
Mısır Müziği, MÖ 2700 yıllarında
Mezopotamya Müziği’nden, MÖ
1600’lerde ise
Çin
Müziği’nden etkilenmiştir. Bu
etkiye kanıt olarak
Çin
Müziği’nde kullanılan bazı çalgıların
Mısır’da bulunmuş olması
gösterilebilir. Mısır Müziği, daha sonra
Yahudi Müziği’ni etkileyecek
ve oradan da
Avrupa
Müziği etkilenecekti.
Arp,
Mısır Müziği’nin önemli bir enstrümanıydı.
Zaten arpın kökeninin de Mısır olduğu
tahmin edilmektedir. İlk arplar, oldukça
büyük olup yere oturtularak çalınıyordu.
Sonraları daha küçük arplar kullanılmaya
başlandı. Büyük arpların tel sayısı 6 ila
8 iken, küçük arplarda tel sayısı 16’ya
kadar çıkabiliyordu. Bunların dışında,
“trigon”
adı verilen üçgen biçimli bir arp
da kullanılmaktaydı.
Üflemeli çalgılar olarak; tek kamıştan
oluşan “kaval”, çift kamıştan oluşan
“çifte kaval” ve orduda kullanılan
“trompetler” örnek gösterilebilir.
Vurmalı çalgılara örnek olarak da bir
çeşit küçük timpani olan “el davulu”,
birbirine vurarak çalınan iki çubuktan
oluşan, mantığı bizim kullandığımız kaşığa
benzeyen “krotal” ve sallayarak ses elde
edilen “sistre” gösterilebilir.
Bu
ayki yazımızda, “Müziğin Doğuşu” konusuna
kısa bir giriş yapıp bazı İlk Çağ
Uygarlıklarındaki müziği inceledik. Bu
müzikler her ne kadar Batı Müziği’yle
ilgili temeller içeriyorsa da Batı Müziği,
Antik Yunan Uygarlığı ile başlamıştır.
Gelecek ay, Antik Yunan Uygarlığı’nın
müziğini; bu uygarlığın tarihi, düşünce
sistemi ve toplumsal yaşayışı ile birlikte
ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
ANTİK YUNAN UYGARLIĞI’NDA MÜZİK
Dünya üzerinde neredeyse her türlü bilim
ve sanat, Antik Yunan Uygarlığı’nda
başlar. Felsefe ve ondan doğan pozitif ve
sosyal bilimler ile sanatın birçok kolu,
hep köklerini bu uygarlıktaki düşünce
sistemlerinden almıştır. Günümüzde Antik
Yunan’dan kalma eserleri göz önüne alıp
bundan çok çok daha fazlasının Orta Çağda
yakıldığını düşünürsek bu uygarlığın
büyüklüğünü daha iyi kavrarız.
Antik Yunan Eserlerinin Orta Çağda
yakılmasından dolayı, Antik Yunan Müziği
hakkında elimizde bulunan eserler oldukça
azdır. Ancak filozofların yapıtları ve
arkeolojik kazılarda bulunan eserlerden,
Yunanlıların çok zengin bir müzik yaşamına
sahip olduklarını
anlayabiliyoruz.
Bu yazıda da
dev
uygarlığın siyasi ve düşünce tarihine
bir göz attıktan sonra
dönemin
ünlü filozoflarının müzik hakkındaki
düşüncelerini inceleyeceğiz.
İlerleyen sayfalarda
dönemdeki
müzik teorisine kısa bir giriş
yaptıktan sonra
dönemin
gözde enstrümanlarını
tanıyacağız. Yunan Müziği’ni ayrı bir konu
olarak ele almam, bu müziğin kiliseyi
etkileyecek Batı Müziği’nin temelini
oluşturmasındandır.
Antik Yunan’ın Siyasi Tarihi
MÖ 8. yüzyıldan itibaren
Yunanlılar, her yönde
koloniler
kurmaya başladılar. Koloniler dinî ve
ticari yönden, geldikleri şehirlere
bağlıydılar ancak politik olarak
bağımsızdılar. Bu bağımsız şehirlere,
“polis” adı veriliyordu. Kolonilerin hemen
hemen hepsi, deniz kıyısındaki verimli
topraklarda kurulmuştu. Bu verimli
topraklar sayesinde gelişen tarım,
insanların yaşam standartlarını çok
yükseğe taşımıştır.
MÖ 6. yüzyıl civarında
Atina,
Sparta, Korint ve Tebai gibi
bazı şehirler ön plana çıkmaya başladı.
Sparta, gelişmiş bir askerî
güç kurarak Mora Yarımadası’ndaki
neredeyse tüm şehirleri himayesi altına
alırken
Atina,
ticaretteki başarısı ve güçlü donanmasıyla
öne çıktı. Ayrıca MÖ 500 yılında,
Kleisthenes tarafından,
“uygarlık tarihinin bilinen ilk demokratik
düzeni” Atina’da ilan edildi. Bu demokrasi
anlayışı, günümüzdeki gibi değildi. Şehrin
aristokrat erkeklerinden
oluşan bir grup, kararları alıyordu.
Kadınların ve aristokrat olmayan sınıfın
herhangi bir söz hakkı yoktu.
Ege Bölgesi’nde kurulan şehirlerin
oluşturduğu
İyonya
Bölgesi, MÖ 6. yüzyılda
Doğu’dan gelen Perslerin saldırılarına
karşı koyamadı ve tüm şehirler,
Pers
hakimiyeti altına girdi. Pers
hakimiyeti sonrası, Yunanlılar da birçok
şehirde Perslere karşı halkı
kışkırtıyordu. Bunun üzerine
Pers
Kralı I. Darius, bir filo ile
Yunanistan’a saldırdı. Yunanistan’ın
Maraton Platosu’nda yapılan Maraton
Savaşı’nı Yunanlılar kazandı. Bundan on
yıl sonra
Darius’un
Varisi I. Serhas, tekrar Yunan
topraklarına akın düzenledi.
Sparta
Kralı I.Leonidas’ın neden
olduğu bir gecikme sonucu, Persler
Atina’ya
kadar ulaştılar ve şehri yaktılar ancak
Yunanlılar daha önceden şehri deniz
kıyısına tahliye etmişti. Bundan sonra
gerçekleşen birkaç savaşta Yunanlılar,
Persleri yendi ve sonunda MÖ 478’de,
Persler tamamen Ege Denizi’nden çekilmek
zorunda kaldı.
Pers Savaşları Döneminde Atina, her
anlamda çok büyük bir güç kazandı.
Atina’nın bu gelişmişliği ve büyüklüğü;
şehirde, dünya tarihinin önde gelen
sanatçılarının yetişmesine olanak
tanımıştır. Pers Savaşları
Döneminde bölgedeki küçük devletler,
Perslerin saldırılarından korunmak için
Atina’nın himayesini kabul etmişlerdir, bu
tehdit ortadan kalkınca da bu devletlerden
bazıları bağımsızlıklarını yeniden ilan
etmek istemiş ancak bu hareketlere Atina,
şiddetle karşı koymuştur. Yine bu
zamanlarda, güçlü bir devlet olan
Sparta
ile
Atina arasında sorunlar
çıkmaya başlamış ve MÖ 458 yılında iki
devlet arasında bir savaş olmuştur. Birkaç
yıl süren sonuçsuz bir savaştan sonra bir
barış antlaşması imzalanmış ancak MÖ 431
yılında yeniden bir savaş çıkmıştır.
Oldukça uzun bir süre sonuçsuz bir şekilde
süren bu savaş, MÖ 405 yılında, Perslerin
de yardımıyla
Spartalıların Çanakkale Boğazı’nı ele
geçirmesiyle son bulmuştur.
Çanakkale Boğazı, Yunanistan’a giren
tahılın kaynağı olduğundan bu boğazın
Spartalıların eline geçmesi demek,
Atina’nın
açlıkla karşı karşıya kalması
demekti. Spartalılara karşı bir filo
göndermesine karşın filoları ağır bir
yenilgi alan Atina, barış istemek zorunda
kaldı. Şartları çok ağır olan bu antlaşma
sonucunda Atina; şehir surlarını, filosunu
ve deniz aşırı tüm topraklarını kaybetti.
Sparta’nın tüm Yunanistan’a hakim olması,
kabul
gören bir durum değildi.
Çeşitli hamleler ve oyunlarla Atina’daki
partilerin tekrar güçlenmesi sağlandı.
Atina,
Argos,
Tebai ve
Korint
gibi şehirler Sparta’ya karşı gelmeye
başladı. Sparta da giderek gücünü
kaybediyordu. Perslere karşı yenildi,
İyonya
ile
Kıbrıs’ı kaybetti. MÖ 371
yılında
Tebai
Kumandanları Epaminondos ve Pelopidas,
Sparta’ya karşı kesin bir zafer kazandılar
ve Sparta’nın hakimiyetine son verdiler.
Tebai üstünlüğü,
Epaminondos’un MÖ 362’deki
ölümüyle birlikte zayıflamaya başladı.
MÖ 7. yüzyılda kurulmuş olan
Makedonya, Sparta’nın güç kaybetmesinden
beri Yunan Devletleri arasında güçlü bir
konuma yükselmek için bir fırsat
kolluyordu. Makedon Kralı II. Philip
(Filip),
büyük maddi servetini
kullanarak Yunan halkını etkisi altına
alıyordu ancak Atina üzerinde baskı kurma
konusunda çok başarılı olamadı.
Sempatisini arttırmak için
Persler
üzerine bir sefer yapma hazırlığına
girişti ancak bu sırada bir suikasta
uğrayarak hayatını kaybetti. Yarım kalan
bu işi, oğlu
Büyük İskender (MÖ 336-323)
tamamlayacaktı. Çekirdeği
sağlam Makedon, dağ savaşçılarından oluşan
ordusuyla önce
Yunan
şehirleri üzerinde egemenlik
kurdu, sonra
Perslere
doğru sefere çıktı.
Trakya
Seferi sırasında
Tebai şehrinin ayaklandığını
öğrenince derhal geri dönüp şehri, sadece
tek bir yapı ayakta kalacak şekilde yıktı.
Kalan bu tek yapı da büyük dedelerinden
birine zamanında bir şiir hediye etmiş
olan Pindaros’un eviydi. Bu yıkım, diğer
Yunan şehirlerine verilmiş acımasız bir
gözdağı idi.
MÖ 334 yılında Anadolu’ya geçen İskender,
bugün
Çanakkale
içerisinde bulunan Granikos Çayı’nın
kıyılarında
Persleri
yenilgiye uğrattı ve
İyonya
Bölgesi’ni ele geçirdi. Oradan
Ankry’a (Ankara), oradan da
Kilikya Kapıları (Gülek
Boğazı) yoluyla güneye indi. Bugün
İskenderun’da bulunan Pinaros
Çayı (Deliçay) dolaylarında, MÖ 333
yılında gerçekleşen
İssos
Çarpışması’nda Pers ordusunu
yendi.
Pers İmp.
Darius barış istediyse de
kendisini “Dünyanın İmparatoru” ilan eden
İskender için, artık durmak söz konusu
değildi. Mezopotamya’dan başlayarak
Asya’yı
fethetmeye başladı ve
Hindistan’a kadar ulaştı. Ordusunu
toplayıp geri dönerken
Babil’de,
MÖ 323 yılında, belli olmayan bir nedenden
dolayı 33 yaşında öldü. İskender’in
ölümünden sonra imparatorluk fazla
yaşamamış, İskender İmparatorluğu’nun
yıkılmasıyla da Antik Yunan Uygarlığı sona
ermiştir.
İskender’in fetihleriyle (Anadolu, İran,
Irak, Suriye, Mısır ve Pers toprakları);
Yunan düşüncesi
Mısır
ve
Asya’ya kadar yayılmış, hatta
İskenderiye önemli bir kültür
merkezi haline gelmiştir. İskender’in,
Yunan düşüncesini yaydığı bu çağa,
“Helenistik Çağ” adı verilir. Helenizm
Kültürü, Hindistan’a kadar uzanan Yunan
kültürünün Doğu kültürüyle kaynaşmasından
ortaya çıkmış, İskender’den sonra
Anadolu’da üç yüz yıl daha yaşamıştır.
Antik Yunan’da Düşünce Sistemi
Dinden ve efsanelerden uzaklaşarak
bağımsız
bir düşünce sistemi geliştiren ilk
uygarlık, Yunan Uygarlığı
olmuştur. İnsanlar ilk defa kendileri ve
doğa üzerine derinlemesine sorgulamalarda
bulunmuş ve cevapları da kendi
mantıklarından, kendileri türetmişlerdir.
Bu türetmenin bir sonucu olarak sadece
“felsefe” ortaya çıkmamış, “bilim”
kavramını da başlı başına bu düşünce
sistemi doğurmuştur.
Felsefenin Doğuş
“İlk Çağ Felsefesi” kavramı,
Antik
Yunan’da oluşan felsefe ile bu
felsefenin uzantısı olan
Helenizm-Roma Felsefesi’ni
içerir. İlk Çağ içerisinde kuşkusuz sadece
Yunan
Uygarlığı olmamıştır. Uzak
Doğu’da
Çin ve
Hint Uygarlıkları, Akdeniz
çevresinde
Mısır ve
Mezopotamya Uygarlıkları gibi
son derece önemli ve görkemli uygarlıkları
bulabiliriz. Ancak
İlk Çağ
Felsefesi, bu kültürlerin felsefelerini
kapsamaz çünkü
bugün
bildiğimiz anlamda felsefe, ancak Yunan
Uygarlığı ile başlayabilmiştir.
İnsanlar, daha ilk zamanlardan beri “Doğa”
üzerinde düşünüp durmuşlardır.
Bu düşünceler, önceleri pratik amaçlara
yönelikti. Tarım devrimiyle birlikte yılın
hangi zamanlarında hangi bitkilerin
yetiştirilebileceği, havaların ne zaman
soğuyacağı veya ısınacağı gibi konuları
çözmek için doğanın sırrını çözmesi
gereken insanoğlu, günlük yaşamında doğaya
daha fazla egemen olabildi.
İnsanın
doğa hakkında sorular
sorması, en sonunda
kendi
yazgısı ve evren ile ilgili sorular
sormasına yol açtı. Felsefe de bir
bakıma bu sorulardan doğmuştur, denebilir.
İlk Çağ Uygarlıklarında insanların
sordukları bu sorulara cevap,
mitoslardan
geliyordu. Bu mitoslar,
felsefe
düşüncesi olarak değerlendirilmekten uzak,
kolektif bilinçaltıyla zaman içinde halk
tarafından yaratılmış efsanelerdi.
İnsanlar da bu efsanelere, sorgulamadan
inanıyorlardı. Bir bakıma Antik Yunan’dan
önce de
birtakım
felsefi sorular sorulmuş ancak
cevaplar sorgulama yoluyla değil,
inanma
yoluyla
bulunmuştur. Bu açıdan, bu dönemdeki
düşünce sistemine “felsefe” değil, bir
bakıma “din” demek daha doğru
olur. Ancak bu sorulara dinin verdiği
cevaplar, bir noktada insana yetmemeye
başlar:
Kendini
ve kendi aklını keşfeden insan,
cevapları kendisi aramaya,
bulduğu
cevaplar doğrultusunda, dinle karşı
karşıya gelip onu eleştirmeye başlar.
Artık,
inanma
sürecinden sorgulamaya geçilmiş, felsefe
de böyle doğmuştur.
Aynı ayrım,
pratik
bilgiler ile bilim arasındaki geçiş’te
de görülmektedir: Mezopotamya
ve Mısır’da
geometri,
astronomi gibi çeşitli bilim
dalları pratik ihtiyaçlar doğrultusunda
gerçekleşmiştir. Örneğin; Mezopotamya’da
Fırat ve Dicle’nin, Mısır’da ise Nil’in
düzensiz akışları insanları çeşitli setler
ve su kanalları yapmaya zorlamış, bu da
geometri biliminin gelişmesine yol
açmıştır. Astronomi bilimi de yıldızların
konumlarından takvim bilgisi çıkarma
ihtiyacından doğmuştur. Antik Yunan’da ise
insanoğlu artık yalnızca pratik amaçlar
için değil, bilmek
için de bilmek ister. Böylece
“praxis”in yanında, “theoria” (teori)
doğar. Bilimin başlangıcı da bu şekilde
olmuştur.
Mısır’daki geometri ile Yunan’daki
geometri bilimi arasındaki diğer bir
önemli fark şudur: Mısırlılar geometriye
pratik açıdan yaklaştıkları için,
buldukları formüller birbirinden bağımsız
ve dağınık haldeydi.
Yunan’daki geometride ise amaçlanan bilim
olduğu için
Mısır geometrisinden bir sistem
yaratabilmişlerdir.
Felsefe kelimesi, Yunanca “philosophia”
kelimesinden doğar. “Philia” (sevgi) ve
“sophia” (bilgelik, bilgi) kelimelerini
içeren birleşik bir kelimedir. Böylece,
bilgiyi ve bilgeliği sevmek
anlamına gelir. Filozof ise
durup
dinlenmeden bilgiye, doğruya ulaşmak için
çabalayan insan demektir. Bu
konuda, elindekileri
kendi
aklıyla sorgular ve bir
süzgeçten geçirir.
Bilinen ilk felsefi metinlere
MÖ 6. yy.da,
İyonya
Bölgesi (İzmir, Aydın)’nde
rastlanır. Çeşitli düşünürler tarafından
yazılan bu metinlerin çoğu, “Peri Physeos”
(Doğa Üzerine) başlığını taşır. Bu
yazılar, tamamen olmasa da dinden
uzaklaşan, evren üzerine yazılan ilk
yazılardır.
Antik Yunan’daki filozof tipi, zaman
içerisinde değişiklikler göstermiştir.
Önceleri
çeşitli
bilimsel çalışmalar yapmak, öğretmek,
öğrenmek için bir araya gelen gruplar
bulunuyordu. Bu grupların düşünürleri,
siyaset alanında da önemli rol
oynamaktaydı. Daha sonraki dönemde ise iki
filozof tipi karşımıza çıkar: Bunlardan
birincisi
hayattan
çok, kendi düşünce dünyasına çekilmiş bir
araştırıcı derleyici (Anaxagoras,
Demokritos, Aristotales), ikincisi ise
hayat
konusunda pratik bilgilerin peşinde olan
bir yaşama sanatçısı
(Sokrates, Platon)dır. Son dönemde,
Doğu’nun
dinî kültürlerinden etkilenen filozof
tipi’ni görmekteyiz.
Doğa Felsefesi:
Felsefe tarihinin ilk metinleri, doğayı
anlama yolunda yazılmış metinlerdir. İlk
başlarda doğa üzerine üretilen düşünceler,
din ve mitolojiden çok fazla ayrılamamış
ancak birtakım soru ve cevaplara insan
aklıyla ulaşıldığı için “felsefi düşünce”
olarak kabul edilmiştir.
Bu dönemin temel soruları, “varlık
kavramının ne olduğu” ve “varlığın neden
meydana gelmiş olabileceği” üzerinedir.
İlk olarak
Miletli
Filozoflar Döneminde, varlığın
ana kaynağı (arkhe)nın ne olduğu
tartışılmış;
Thales
(MÖ 624-546), ana madde olarak
su’yu;
Anaximenes (MÖ 585-525),
ateş’i
belirtmiştir. Daha sonraları
Demokritos (MÖ 460-370),
maddenin sonsuz küçük parçalardan
oluştuğunu savunmuş ve bu parçalara
“atoma” diyerek bugün kullandığımız “atom”
kelimesinin temelini oluşturmuştur.
Anaximandros (MÖ 610-546), ana
maddenin -sonsuzu yarattığı için-
sonsuz
(aperion) olması gerektiğini,
Herakleitos (MÖ 535-475), ana
maddenin de sürekli bir değişim içinde
olması gerektiğini ve bundan dolayı bu
maddenin sürekli yanma halinde olan
ateş
olduğunu düşünmüştür.
Parmenides (MÖ 520-450),
Elalı
Zenon (MÖ 490-430) ve
Anaxagoras (MÖ 500-428) ise
Herakleitos’un öne sürdüğü değişimi
reddeder ve
var olan
bir varlığın en baştan beri var olması
gerektiğini öne sürerler.
Bunların dışında
Pythagoras (Pisagor/MÖ
580-500)
ve
okulundaki filozoflar,
evrendeki her türlü olay ve kavramın
matematik
ile açıklanabileceğine inanmışlar ve
dolayısıyla bu bilime çok katkıda
bulunmuşlardır (Yazının devamında, bu
akımın müziğe olan katkılarını da
göreceğiz.).
İnsan Felsefesi:
Yunan Felsefesi’nin ikinci döneminde
incelenen asıl konu, “İnsan”dır. Doğa ile
ilgili sorular olmakla beraber ilk
dönemdeki önemini yitirmiştir. Artık,
insanın özellikleri ve “salt doğru” diye
bir kavramın olup olmadığı
araştırılmaktadır. Bu dönemde
özellikle iki görüşün, bu doğruluk
konusunda karşı karşıya olduğunu görürüz:
Sofistler ve
Sokratesçiler (Sokratçılar).
Şehirden şehire dolaşarak insanlara
düşüncelerini anlatan ve onları eğiten
bilge kişiler, genelde “sofist” diye
adlandırılıyordu. Herhangi bir okul
olmamasından dolayı, amaçladıkları tek ve
kesin bir şey yoktu. Genelde doğa
filozoflarının sordukları soruları
sormanın çok anlamlı olmadığını düşünerek
düşüncelerini
“İnsan, Toplumsal Yaşam ve
Siyaset” konularına yöneltmişlerdir. En
önemli özellikleri ve
Sokrat’tan
ayrılan noktaları,
salt bir
doğrunun bulunmayışına inanmalarıdır.
Bu düşünce, daha sonra “Şüphecilik”
akımını doğuracaktır.
Buna karşın
Sokrat
(MÖ 469-399)
ve
kurduğu okulun filozofları,
doğa yerine insan ile ilgilenmekle
Sofistlerle ortaklaşsalar da “salt doğru”
kavramı bakımından onlardan tamamen
ayrılırlar: Sokrat,
salt
doğrunun var olduğunu ve çalışarak ona
ulaşılabileceğini
düşünür. Bunun için kişilerle
sürekli
diyaloglarda bulunur ve
soru-cevaplar yoluyla salt
doğruya ulaşmaya çalışır. Sokrat,
getirdiği bu yöntemle, “Batı Felsefesi’nin
kurucularından”
kabul edilir.
Sistematik Dönem-Platon ve Aristoteles:
Antik Yunan Felsefesi, tam anlamıyla altın
çağını bu iki filozof döneminde
yaşamıştır. Bu filozofların temel
özelliği, zamanlarına kadar gelen
düşüncelerden tam anlamıyla
bir
düşünce sistemi
yaratabilmeleridir.
Sokrat’ın öğrencisi
Platon
(MÖ 424-348), eserlerinin
çoğunu, hocasından gördüğü
diyaloglar şeklinde yazmıştır;
ayrıca baş kişi de her zaman için
Sokrat
olmuştur. Platon, salt doğruyu kendi
yarattığı
İdealar
Evreni’nde bulur ve ona
ulaşmak için çabalar. Bu çabanın
sonucunda;
sanattan devlet yönetimine kadar hemen
hemen her şeyin nasıl olması gerektiğini,
eserlerinde sistematik olarak belirtir.
Platon’un öğrencisi
Aristoteles (Aristo/MÖ
384-322), salt doğruya
fiziksel
evrende ulaşmaya çalışmış ve
sistematiğini bu yönde geliştirmiştir.
Gerçeğin bu evrende saklı olması onu
hemen
hemen her şeyi sınıflandırmaya
itmiş, böylece o zaman dünyada var olan
tüm bilgiye neredeyse sahip olmuştur.
Bu
sınıflandırma, önceleri “felsefe” adı
altında toplanan bilim dallarının bağımsız
birer nitelik kazanmasını sağlamıştır.
Yazının “Müzik Düşüncesi” alt başlığında
bu iki filozofun müzik görüşlerini
irdelerken düşüncelerini ve aralarındaki
farkları biraz daha ayrıntılı
inceleyeceğiz.
Helenistik Dönem:
“Büyük İskender’in, Asya Seferi’yle Yunan
ve Doğu kültürlerini buluşturduğu ve
sonrasında Roma İmparatorluğu’nu da
etkilemiş olan dönem
(MÖ 336-MÖ 30)” olarak
betimlenir. Yunanlıların siyasi tarihini
incelerken kent devletlerin tam olmasa da
birbirlerinden bağımsız olduğunu ve bu
devletlerde de bir tür demokrasinin var
olduğunu görmüştük. Bir bakıma,
toplum
düzeni ve siyaset alanında düşünceler
üretilmesi, demokrasinin var olmasıyla
mümkündür. Büyük İskender’in
tüm Yunan topraklarına hakim olmasıyla
birlikte demokrasi anlayışı da yavaş yavaş
yok olmaya başlar ve böyle bir durumda,
birey kendisini
yalnız ve yabancılaşmış
hisseder. İşte bu sebepten,
bu
dönemde felsefe tamamen insana dönmüştür.
Bu dönemde iki felsefe okulunun ön plana
çıktığını görüyoruz: Birincisi,
Kıbrıslı
Zenon (MÖ 335-263)’un kurduğu
Stoa
Okulu, diğeri
Epikuros
(MÖ 341-270)’un kurduğu
Epikurosçuluk. İki felsefe de
“Birey Olarak İnsan”ı ele almış ve insanın
bağımsızlığından bahsetmiştir. Büyük
İskender’in hükümranlığı altındaki
totaliter yönetim düşünülürse genel
olarak,
bu dönemdeki felsefenin insana bir çeşit
moral vermek amacında olduğu
çıkarılabilir.
Epikurosçular, “İnsanın Özgürlüğü”nü
bayağı bir ön plana çıkararak
insanın
herhangi bir zorunluluğun kölesi
olamayacağını, çeşitli koşulların bireyin
kararını etkileyebileceğini ancak en
sonunda kararı verenin bireyin kendisi
olduğunu ve
bu yüzden
bireyin kendi kaderini belirlediği görüşünü
savundular. Diğer bir temel düşünceleri,
insanın tek amacının mutluluğa ulaşmak ve
felsefenin görevinin de insanları
mutluluğa ulaştırmak olduğu iddiası
idi. Epikuros Felsefesi, bir tür “hedonist
(hazcı) felsefe”dir ancak tanımladıkları
haz;
acılar ve sorunlardan kaçmak değil, onları
çözmektir.
Stoa Okulu, “İnsanın Bağımsızlığı”
konusunu ortaya atsa da insanı doğa
yasalarından çok da ayrı düşünmez. Bu
düşünce, felsefenin
Platon
ve
Aristo’dan etkilenmiş
olmasıyla açıklanabilir. Stoa’da da
bir tür
mutluluk amacı vardır ama bu
amaca ulaşan yol,
doğa ile
uyum içerisinde yaşamaktan
geçer. Bu felsefenin bir özelliği,
Doğu’dan
gelen öğretiler içermesidir.
Ayrıca bu felsefe, daha sonra kurulacak
olan Roma İmparatorluğu’nun felsefelerine
bir temel oluşturacaktır.
Antik Yunan’da Müzikle İlgili Bazı Olaylar
Antik Yunan Uygarlığı hakkında elimizdeki
verilerin kısıtlı olması nedeniyle, bu
dönemin müziğinin düzenli tarihçesini
yazmamız mümkün değildir. Arkeolojik
kazılarda elde edilen bulgulardan, ancak
parça parça bilgilere ulaşabiliyoruz.
Ege Denizi’nde bulunan Sakız ve Sisam
Adalarında, MÖ 2500 yılından kalma,
mermerden yontulmuş çalgıcılara
rastlanmıştır. Ayrıca Girit Adası’nda
yapılan bir kazı sonucu, MÖ 1500 yılından
kalma “çifte aulos” veya “lut” gibi Yunan
çalgıları bulunmuştur.
Arkaik Dönem
(MÖ 7 ve 6. yy)de Isparta’da,
Apollo
adına müzik şenlikleri
yapıldığı
bilinmektedir. MÖ 7. yüzyılda
Archilochus (680-645),
Sappho
(630-570) gibi dönemin ünlü
şairlerinin, şiirlerini şarkı söyleyerek
okudukları bilinir. Günümüze bu şarkıların
sadece metinleri kalabilmiştir. MÖ 5 ve 4.
yüzyıllarda,
tragedyalarda müzik zaman
zaman koroya eşlik etmiş; zaman zaman
koro, sözleri melodik söylemiştir.
Antik Yunan Felsefesi’nde Müzik Düşüncesi
Antik Yunan’dan günümüze çok az şarkı
kalmış olmasına rağmen
o dönem filozoflarının yapıtları,
müzik düşüncesi hakkında doyurucu bilgiler
içermektedir.
Diğer tüm
alanlarda olduğu gibi müzik alanında da
bir düşünce sistemi geliştiren, yine Antik
Yunan Filozofları olmuştur.
Dönemin en önemli uğraşı olan
doğa ve
insanı anlama çabası,
filozofları “Müziğin Doğası ve İnsan
Üzerindeki Etkileri” konusunda
düşündürmeye zorlamıştır.
Pythagorasçılar (Pisagorcular),
müzikte evrenin uyumunu aramış;
Platon
ve
Aristo ise müziğin insan
üzerindeki etkileri ve eğitimde nasıl
kullanılabileceği konusunda düşünceler
geliştirmişlerdir.
Pythagorasçı (Pisagorcu) Okul
Müzik hakkında ilk önemli teorik
araştırma,
Pythagoras (Pisagor)
tarafından yapılmıştır. Bu araştırmalar,
daha
sonra
Pisagorcu
Felsefe Okulu tarafından
sürdürülmüş ve dönemin müzik düşüncesine
önemli katkılarda bulunmuştur.
Pisagorcular da dönemin diğer filozofları
gibi
evrenin mükemmel bir uyumu olduğu
ve bu
uyumun evrendeki her şeyde olması
gerektiğine inanırlar.
Bu uyum; matematikte, fizikte, toplum
yapısında, insan ruhunda hep vardır. Bu
uyum, “harmonia”
olarak adlandırılır.
Pisagorcular için bu uyumu anlamak
sayılar ile mümkündür. Bu
uyumun -evrendeki her şeyde olması
gerektiği için- müzikte de olması gerekir
ve dolayısıyla
müzik de
sayılarla ifade edilebilir. Bu
durum, Pisagorcuları
sesler
arasındaki matematiksel ilişkileri bulma
ve müziğin doğasını sayılar aracılığıyla
anlamaya yönlendirmiştir.
Müzik doğasını anlamanın diğer önemli
yanı,
müziğin
doğasını anlayarak evrendeki uyumu da
anlama amacıdır çünkü
müziğin
içindeki seslerin ve evrenin uyumu,
birbirinden farklı değildir.
Harmonia
kavramı sayesinde,
müzik
ile
astronomi arasında da çok
yakın ilişkiler kurulmuştur. Bu
ilişkilerin en önemli sonucunu, Pisagor’un
Harmony of the Spheres
(Kürelerin Uyumu) fikrinde görebiliriz:
“Gezegenlerin hareketleri ve aralarındaki
uzaklıklar, müzikte çeşitli nota
aralıklarına ve dizilere denktir.“ Şöyle
ki
gezegenler arasındaki uyum ile sesler
arasındaki uyum, bir benzerlik taşır.
Zaten
harmonia
kavramı, bunun aksini mümkün kılmaz. Bu
düşünce, çağlar boyunca birçok insanı
etkilemiş;
Shakespeare (Şekspir) “The
Tempest” (Fırtına) oyununda bu düşünceden
esinlenmiş,
Modern
Astronominin Kurucusu
Johannes
Kepler, eserlerini bu düşünce
temeli üzerine kurmuştur.
Platon
Antik Yunan Felsefesi, öncelikle “Doğa”
ile ilgilenmiş ve bu konuda araştırmalar
yapan
doğa
filozoflarını yetiştirmiştir.
Sonra
Sofistler
ve
Sokrates’le,
insanın doğasını anlamaya ve iyi bir insan
olarak yaşamak için pratikler geliştirmeye
dayalı bir dönem başlamıştır.
Platon, Aristo’yla birlikte bu
dönemin zirve noktasını oluşturacak ancak
maddi
dünyayı yadsıyarak Aristo’dan
ayrılacaktır. Platon’un maddi dünyayı
yadsıması, kendi geliştirdiği ve tüm
felsefesinin temelindeki “İdealar Dünyası”
düşüncesinden kaynaklanır.
Platon’un müzik üzerindeki görüşlerini
daha iyi anlamak, bu düşünceyi anlamakla
mümkündür. Oldukça geniş ve yer yer
karmaşık olan idealar dünyasını bu yazıda
her yönüyle ele almak, mümkün değildir.
Burada, konuyu ancak ana hatlarıyla
değerlendirebiliriz.
Platon’a göre iki tip evren vardır: İlki,
üzerinde yaşadığımız, bildiğimiz anlamda
fiziksel evren; diğeri
evrendeki canlı cansız her varlığın ve her
kavramın mükemmel ve tekil olarak var
olduğu
idealar
evreni. Bu evrende, fiziksel
evrendeki her şeyin tek bir örneği vardır;
bu örnek,
mükemmel
olan’dır. Dünyada birçok kedi
olmasına karşın evrende tek bir kedi
ideası vardır; dünyadaki tüm kediler, bu
kedi ideasının birer yansımasıdır.
Dolayısıyla,
fiziksel
evrendeki her şey sadece birer
yanılsamadır; gerçek olanlar, idealar
evrenindedir. Bu durum, sadece
somut
maddeler için değil;
renk, form gibi kavramlar için
de geçerlidir. Sarı rengin tek bir ideası;
yuvarlaklığın, düzlüğün ayrı ayrı ideaları
vardır. Böylece,
fiziksel
evrendeki herhangi bir şey, birden fazla
ideanın bir yansımasıdır.
Örneğin; sarı renkte bir kedi, sarı
ideasının ve kedi ideasının bir yansıması;
yuvarlak, kahverengi bir masa da masa,
yuvarlak ve kahverengi idealarının
yansımasıdır.
Aynı durum;
aşk,
doğruluk, cesaret gibi soyut kavramlar
için de geçerlidir. Bu
geçerlilik, Platon’un felsefesini
anlamamızda kilit rol oynar. Daha önceden
değindiğimiz gibi Platon, insanın nasıl
daha iyi bir hayat süreceği sorusunu soran
filozoflar arasındadır. İnsanın iyi bir
insan olmasını sağlayan doğruluk, cesaret
ve adalet gibi kavramların da idealar
dünyasında mükemmel olarak var olduğunu
düşünürsek bu kavramların kişiden kişiye
veya dönemden döneme değişmesi söz konusu
olamaz çünkü
idealar tektir ve -idealar evreninde zaman
kavramı olmadığından- değişmezler.
Dolayısıyla doğru insana ulaşmak için
yapılması gereken tek şey,
idealar evrenindeki doğruluk ideasına
ulaşmaktır. Bu evrene ulaşmak,
zihni
fiziksel evrenden kopartıp idealar
evrenine yükseltmekle, bu da
ancak
bir
filozof sayesinde zihnin eğitilmesiyle
mümkün olabilir.
Platon’un hayata, toplumsal yapıya ve
sanata bakış açısı; hep bu zihinsel
yükselme amacı üzerine kuruludur.
Bu amaç, müzik üzerindeki düşüncelerinde
de kendisini doğal olarak belli eder. Bu
amaç etrafında Platon, müziği tarzına göre
hem zihnin eğitiminin vazgeçilmez bir
parçası sayarak yüceltir hem de bireyleri
duygusallığa itip zihinlerinin
yükselmesine engel oluşturabileceğinden
güçlü bir şekilde kısıtlar. “Devlet” adlı
eserinde Platon, yazının devamında
ayrıntılı olarak göreceğimiz Yunan
makamlarından bazılarını bireylerde
cesaret, doğruluk gibi erdemleri
yücelttiği gerekçesiyle överken bazı
makamları da kötü duygular uyandırdığı
gerekçesiyle yasaklar.
Harmonia
kavramına inanan biri olarak Platon,
müziğin evrendeki uyumu yansıttığı ve bu
yüzden yüce bir şey olduğu konusunda
Pisagorcu Okulla benzer görüşe sahiptir.
Ayrıldığı nokta,
ön plana
zihnin yükselmesi sorununu koyarak müziği
bu yolda bir araç olarak görmüş olmasıdır.
Bu nedenle
müzik,
öncelikle aklın süzgecinden geçmelidir.
Platon için müziğin amacı, bireylere haz
vermektir. İyi müzik de kötü müzik de
bireylere bir
haz
sağlar. Bu durumdan yola çıkarak
iyi
müziğin yaratmış olduğu iyi hazdan sonuna
kadar yararlanmak, kötü müziğin yarattığı
kötü hazdan ise tamamen kaçınmak gerekir.
İyi müzik, uyumlu armoniye sahip ve
insanda erdem duyguları uyandıran
müzikler, kötü müzik ise insanların sadece
zevk için dinlediği, kötü duygular
uyandıran müziklerdir.
Böylece Platon, dönemin müziğini net bir
şekilde iki kısma ayırır: Birincisi
dönemin
müzik insanlarının yaptığı, teoriye çok
bağlı olmayan, kulağa hoş gelen ve
insanları eğlendiren müzik;
ikincisi ise
Pisagorcu armoniye dayanan, evrendeki
düzene tam olarak uyumlu yüksek bir bilinç
düzeyinde yapılan ve her yönüyle düşünceye
dayalı bir müzik. Müzik
tarihinin her döneminde var olmuş ve
günümüze kadar gelmiş olan, kurallara
uygun
sanat
müziği ile doğaçlamaya dayalı
halk
müziği arasındaki ayrımın
kökeni; Platon’un yaptığı bu ayrıma
dayanır.
Gerek müzik yaşamından gerekse Platon ve
Aristo’nun metinlerinden, Platon’a karşı
sert bir muhalefetin olduğu bilinmektedir.
Özellikle Epikurosçu Okulun hedonizm
felsefesine dayanan
düşüncelerinde, müziğin
eğitici yönünden ziyade
haz
verici yönü ön plana
çıkarılır.
Aristoteles (Aristo)
Rönesans Döneminin Ünlü İtalyan Ressamı
Raphael (1483-1520), “Scuola
di Atene” (Atina Okulu) adlı tablosunda,
Atina’nın filozoflarını resmeder. Resmin
ortasında,
Platon
ve öğrencisi
Aristo
bulunur. Platon, parmağıyla
“yukarıyı”, Aristo “aşağıyı” gösterir (bk.
Resim 4). Bu resim, felsefe tarihinin
temelini atan iki filozofun arasındaki
temel farkı en iyi gösteren eserdir.
Platon, “İdealar” kuramıyla, dünyadaki her
nesne ve kavramın özünün bu dünyanın
dışındaki bir evrende bulunduğunu iddia
etmişti. Aristo ise tüm nesne ve
kavramların özünün bir ideada bulunduğu
fikrini kabul etmesine karşın bu idealar
dünyasını, gerçek dünyanın içine
koymuştur. Böylece, karşımıza hepsi
yaşadığımız fiziksel dünya üzerine olmak
üzere iki kavram çıkar: Evrende tek tek
algıladığımız, Platon’un da birer
yanılsama olarak gördüğü “tekil”
(singularis) ve bir tekil
nesnenin özünün, varoluşunun nedeni olan
“tümel”
(universalis).
Tekil varlıklar, sadece tümele
dayandırılarak açıklanabilir. Burada,
keskin bir fark daha görülmektedir:
Platon
için amaç;
idealar
dünyasını, tümeli anlamaktır.
Aristo içinse tümeli anlamak,
tekili anlamak için bir araçtır; asıl
amaç,
tekili
anlamaktır.
Resim 4: Atina Okulu (Platon ortada solda,
Aristoteles ortada sağda.)
Aristo, tümeli fiziksel dünya içine
koyduğundan neredeyse tamamen
fiziksel dünya ile
ilgilenmiştir. Raphael’in tablosundaki
farkın nedeni de budur. O zaman, dünya
üzerindeki hemen hemen tüm bilgiye sahip
olan Aristo, düşüncesini tamamen bir
sınıflandırma üzerine
kurmuştur. Bu sınıflandırmayı sadece
doğadaki
varlıklar üzerine değil,
sanat
türleri ve bu türlerin kendi
içerisindeki
alt
türleri üzerine yapmıştır.
Aristo’da, Platon’daki gibi
akıl
yoluyla idealar dünyasına
ulaşma ve yaşamı buna göre şekillendirme
yerine,
bu
dünyayı tam anlamıyla anlama amacı
hakimdir. Bu amaç, Aristo’nun müzik
düşüncesini Platon’daki gibi doğrudan
etkilemez ama düşünsel anlamda dolaylı bir
şekillendirmeden söz edilebilir.
Aristo’nun insanların eğitimi ve devlet
yönetimi sorununu ele aldığı “Politika”
adlı eserinin sekizinci ve son kitabı,
tamamen müzik sorununa adanmıştır. Müzik
konusundaki görüşlerinin çoğunu bu
bölümden öğrenebiliyoruz. Aristo da Platon
gibi müziğin temel amacının haz vermek
olduğunu kabul eder ve bu haz konusunda
dikkatli davranılması gerektiğini düşünür.
Müziğin eğitim için gerekli olduğu
konusunda da Platon ile aynı görüştedir
ancak bu gerekliliğe farklı bir yön verir.
Bu yön, “skhole”
(boş zaman) ile tanımlanır.
İnsan, iyi bir yurttaş olmak için çalışmak
zorundadır ancak çalışmayıp
dinlenebileceği boş bir vakte de ihtiyaç
duyar. Bu boş vakitte dinlenebilmeli ve
mutlu olmalı; bir başka deyişle, haz
almalıdır. Ancak bu haz, kişiyi daha üst
bir noktaya taşımalı, sıradan insanların
hiçbir amacı olmayan hazlarından farklı
olmalıdır. Aristo bu hazzı, “müzik” olarak
tanımlar. Dolayısıyla, müziğin nasıl
olması gerektiğini araştırırken de müziğin
bu ödevini göz önüne alır.
Müzik, ideal bir boş zaman etkinliği
olduğuna göre
bireylere
müzik eğitimi verilmesi
önemlidir. Bu şekilde, insanlar boş
zamanlarında müzikle ilgilenebilecekler ve
böylece hem haz duyup mutlu olacaklar hem
de bu uğraş, gelişmelerine katkıda
bulunacaktır. Ancak bu hazzın niteliği
önemli olduğundan her tür müzik, eğitim
için uygun değildir. Bu konuda Aristo,
Platon’dan daha serbesttir. Eğitim için
olan müzik konusunda Platon kadar serttir
ancak bireydeki duyguları coşturan veya
bireye acı veren melodileri onun gibi
dışlamak yerine, onları, “dinlenecek
müzik” olarak farklı bir kategoriye koyar.
Bu kategorinin temeli, Aristo’nun
tragedyayı da tanımlarken kullandığı
“katharsis” kavramıdır. Şiir sanatının
incelendiği “Poetika” adlı eserinde, bu
kavram şöyle tanımlanır:
“Tragedyanın
ödevi, uyandırdığı acıma ve korku
duygularıyla ruhu tutkulardan
temizlemektir.” Bireylere acı veren
müzikler de bireylerin, tutkularından
kurtulmalarına yardım ettiği taktirde
dinlenmesi gereken müzikler arasındadır.
Yukarıdaki ayrımdan yola çıkarak
eğitim
için müzikle ilgilenenler ile
profesyonel müzisyenler
arasına da net bir ayrım koyar:
Müzisyenler, müziği para kazanmak ve
başkalarını eğlendirmek için yaparlar ve
bu, yüceltici bir uğraş değildir. Ayrıca
bir müzisyen kadar iyi bir şekilde bir
çalgıyı çalmak için çok zaman harcanması
gerekir ve bu durum, soylu bir kimseyi
diğer ödevlerinden mahrum bırakır. Bu
yüzden,
soylulara
sadece gerektiği kadar müzik eğitimi
verilmelidir. Aristo’ya göre,
çalınması zor olan üflemeli çalgılar ile
kitharanın eğitimde kullanılması uygun
değildir. Makam olarak da
makamların en oturaklısı ve taşıdığı
ahlaki niteliğin de erkekçe bir nitelik
olması bakımından, “dorian”
makamının en uygun makam olacağını
belirtir. Kitabın sonunda, yumuşak
uyumlara sahip makamları yasakladığı için
Platon’u eleştirir. Yüksek tonlu
şarkıların yaşlılar için uygun olmayacağı
görüşüyle, “lydian” gibi alçak tonlu
makamların bulunmasını da gerekli görür.
Müzik Teorisi
Müzik teorisi üzerine kapsamlı olarak
çalışan ilk ismin
Pisagor
olduğunu söylemiştik ancak müzik üzerine
hiçbir eseri, günümüze kadar yaşamamıştır.
Bu filozof ve müzikle ilgili teorisi
hakkında bildiklerimizi, ancak diğer
filozofların alıntılarından
öğrenebilmekteyiz. Parça parça da olsa şu
ana kadar var olabilmiş ilk teorik eser,
MÖ 330 yılında Aristo’nun öğrencisi
Aristoxenus tarafından
yazılmış “Harmonic Elements and Rhythmic
Elements” adlı eserdir. Ayrıca
Claudius
Ptolemaeus (83-165),
Cleonides
(yaklaşık 3. yy),
Aristides
Quintilianus (yaklaşık 3. yy);
Yunan dünyasının önemli müzik
teorisyenlerindendir. Teorileri, Hristiyan
Müziği’ni etkileyerek Batı Müziği’nin
temelini oluşturmuştur.
Tetrakord
Tetrakordlar, Antik Yunan Müzik
Teorisi’nin temelini oluşturur.
Mükemmel
dörtlü aralık içinde, dört notadan oluşan
inici bir dizidir. Tetrakord,
Yunanca “dört tel” anlamına gelir.
Buradan, bu teorinin
lir
ve
kithara gibi dönemin ünlü dört
telli enstrümanlarından çıktığı sonucuna
varılabilir.
Tetrakordların ilk ve son notaları
değiştirilmeksizin aradaki iki notada
değişiklikler yapılabilir. Bu değişikler
sonucu, üç tip tetrakord bulunabilir. Her
tipe, “genus” (çoğulu “genera”) adı
verilir:
1. Diatonik tetrakord:
İlk iki aralık tam, üçüncü aralık
yarımdır.
Aristoxenus tarafından, “en
eski ve doğal genus” olarak tanımlanır.
2. Kromatik tetrakord: İlk
aralık bir buçuk ses (minör üçlü), iki ve
üçüncü aralıklar yarım sestir.
Aristoxenus, eserinde “en
güncel tetrakord”
olarak belirtir.
3.
Enharmonik tetrakord: İlk
aralık iki tam ses (majör üçlü), iki ve
üçüncü aralık ise çeyrek sestir.
Aristoxenus tarafından, “en
zor duyulan tetrakord” olarak
betimlenmiştir. Çeyrek sesin varlığı
düşünüldüğünde oldukça doğru bir
tanımlamadır.
Bu üç tetrakord, örnek olarak aşağıda
verilmiştir (Siyah notalar
sabit
sesleri, kırmızılar ise
değişken
sesleri gösteriyor):
Kusursuz Dizge (The Greater Perfect System)
Yunan dizileri, yukarıda bahsettiğimiz
tetrakordların birleşiminden meydana
gelir. Tetrakordlar, iki farklı şekilde
birleşebilir:
1. Ortak birleşme (conjunct):
İki tetrakordun ilk ve son notaları
ortaktır ve
yedi notalık bir dize meydana
gelir.
2. Ayrık birleşme (disjunct):
İki tetrakord, aralarında bir tam ses
olacak şekilde birleşir. Bunun sonucunda
da
sekiz notalık bir dize meydana
gelir.
Şekil 1: Kusursuz Dizge
Şimdi bu birleşmeleri göz önüne alarak
Şekil 1’deki dizeyi inceleyelim:
Birbirleriyle farklı şekillerde birleşmiş,
farklı isimlerde dört adet tetrakordu
görebiliriz: Birinci ile ikinci, üçüncü
ile dördüncü tetrakord birbirleriyle
ortak,
ikinci ve üçüncü tetrakord ise
birbirleriyle
ayrık
olarak
birleşmiştir. Dizenin sonuna
eklenen bir notayla da
iki
oktavlık bir “la” dizisi elde
edilmiştir. Yunanlılar bu diziye,
“kusursuz dizge” adını veriyorlardı. Bu
dizide, her tetrakordun ve bazı notaların
belli adları vardır:
Ortadaki nota, dizinin temelini oluşturur
ve “mese” (orta) adını alır. Bu notanın
altındaki dörtlü aralığı kapsayan
tetrakorda “meson”, onunla ortak birleşene
ise “hypaton” (ilk) adı verilir. Mese ile
ayrık olan birleşene “diezeugmenon”
(ayrık), onunla ortak olarak
birleşene ise “hyperbolaion”
(en uç) adı verilmiştir. İki
oktavı tamamlamak için dizenin sonuna
kalan notanın adı ise “proslambanomenos”
tur.
Modlar
Yunan Müziği’nin temelini oluşturan modlar,
kusursuz dizgeden alınan bir oktavlık
parçalar ile oluşturulmuştur.
Sekiz notadan oluşur ve bir oktavlık
aralığı kapsar. Örneğin; hypatonun son
notası “si” ile bu notanın bir oktav
kalını olan diezeugmenonun son notası “Si”
arasındaki bölümü alırsak “mixolydian”
modunu buluruz. Aynı mantığı “do” notası
için uygularsak elde ettiğimiz mod,
“lydian”dır.
Aynı mantıkla elde edebileceğimiz
toplam
yedi adet
mod, Şekil 2’de
gösterilmiştir:
Şekil 2: Yunan Modları |
Çalgıların veya şarkıcıların ses
aralıklarına göre bu diziler, birkaç ses
yukarıdan veya aşağıdan
transpoze
edilerek müzikte kullanılıyor
ve bu şekilde ortaya çıkan dizilerin her
birine, “tonos” adı veriliyordu.
Dönemin müzik kuramcıları, on beş
adet tonos tanımlamışlar ve
bunları adlandırmışlardır. Dolayısıyla,
bir lydian dizisinin “do” notasıyla
başlayıp bitmesi gibi bir zorunluluk
yoktur, “mi” notasıyla da başlayıp
bitebilir.
Şekil 3’te; lydian modunun, “do” ve “mi”
oktavları içinde transpoze edilmiş
dizileri görülüyor (Diziler, dört yarım
ses inceltilmiş.):
Şekil 3: “Do” oktavı içinde lydian
(üstte), “Mi” oktavı içinde lydian
(altta) |
Antik Yunan’da Kullanılan Enstrümanlar
Yunan Uygarlığı’ndaki enstrümanlarla
ilgili olarak Mezopotamya’daki
enstrümanlardan daha fazla bilgiye
sahibiz. Bu bilgiler;
yazılar,
arkeolojik kalıntılar ve
çeşitli eşyalar üzerine yapılmış
resimlerden
çıkarılabilmektedir. Dönemin en önemli
enstrümanları
lir,
aulos ve
kithara’dır.
Bunun dışında
panflüt,
orgun ilk örneği olan
su orgu,
korno, arp ve çeşitli
perküsyon
aletlerine rastlanmıştır.
Lir
Pena
veya benzeri bir cisimle çalınan telli bir
çalgıydı. İlk lirler, tetrakord yapısına
uygun olarak
dört
telli yapılırdı. Tel sayısı
giderek arttı ve
on beşe
kadar ulaştı ancak genelde lirler, Yunan
modlarına uygun olarak
yedi
telli idi. Çalınacak moda
uygun olarak yedi tel, akort edilirdi.
Lirde, sesin tınladığı bir
gövde
bulunur. Bu gövdeden içeri ve dışarı
kıvrılan
iki kol,
yükselerek bir çeşit
boyunduruk ile birbirine
bağlanır. Diğer
boyunduruk, gövdeye
sabitlenir.
Teller bu boyunduruklar arasına gerilir.
Uzunlukları arasında bir fark yoktur; ses
farkı,
tellerin değişken kalınlıkları ve
gerginlikleri ile elde edilir.
Sağ el bir pena yardımıyla telleri
çalarken sol el, istenmeyen tellerin
susturulmasını sağlar.
Yunan Mitolojisi’nde lir;
ışık,
kehanet, sanat, müzik ve Şiirin Tanrısı
Apollo’nun çalgısıdır. Lir
çalabilmek, Atina’da eğitimin çok önemli
bir parçası sayılıyordu. Danslarda,
şarkılarda, çeşitli şiirlerin
söylenmesinde sürekli eşlik çalgısı olarak
kullanılırdı. Hatta
lirik
şiir (lyric poetry)in, adını
lir
ile birlikte söylenmesinden aldığı
söylenir.
Kithara
Kitharanın yapısı, mantık olarak lirle
aynıdır ancak
lirden
daha karmaşık, daha büyük ve çalınması
daha zor bir enstrümandır.
Lir, müzisyen olmayan biri tarafından da
çok rahat bir şekilde çalınabilirken
kithara, ancak dönemin profesyonel
müzisyenleri tarafından çalınmaktaydı.
Kithara çalgıcılarına, “kitharode”
deniliyordu.
Gövde,
tahtadan oluşur ve genelde düz bir zemine
sahiptir. Gövdenin kenarlarından yükselen
iki
adet kol; bazen düz, bazen
hafif kıvrımlıdır. Bu iki kol birbirine
bir
boyunduruk yardımıyla
bağlanır,
yedi tel
bu boyunduruk ile gövdede bulunan bir
parça arasına gerilir. Kitharode, çalgıyı
sol omzundan destek alarak havaya çalar.
Lirde olduğu gibi sağ el tellere vurur,
sol el ise istenmeyen telleri susturur.
Aulos
Resim 8: Bir aulos çalgıcısı
Yunanlıların en önemli üflemeli çalgısı,
aulostu.
Çifte
kamışlı bir çalgıdır, her
kamışın üzerinde
parmak
delikleri ve uçlarında, sesin
çıktığı bölge olan
dil
(reed) bulunur. Çift yapısı
itibarıyla, günümüzde kullanılan
obua’ya
benzer. Sesin değişimi; deliklerdeki
parmak pozisyonları, dilin ağızdaki
pozisyonu ve üflenen havanın değişimi ile
sağlanır. Aulos çalan insanların
resimlerinde, iki kamışta da parmak
pozisyonlarının genelde aynı olduğu
görülür. Tahminlere göre iki kamış
arasında çok az bir ses farkı vardı ve bu
farkı,
titrek ve
yankılanan bir ses
yaratıyordu.
Aulos, özellikle
Şarap
Tanrısı Dionysos için yapılan törenlerde
çok sık kullanıldı. Antik Yunan
Tragedyası’nın üç büyük yazarı
Aeschylus
(MÖ 524-455),
Sophocles
(MÖ 496-406) ve
Euripides’in (MÖ 486-406)
Dionysos Festivalleri için yazdığı
tragedyalarda, koroya aulos eşlik ederdi.
Olimpiyat Oyunlarında da
kullanılan bir çalgıydı.
Panflüt (Sirinks)
Birden fazla (genelde
yedi)
kamışın farklı uzunluklarda kesilip yan
yana birleştirilmesine dayanır.
Kamışların tepelerindeki deliğe hava
üflenerek (boş bir cam şişenin çıkardığı
ses gibi) ses çıkarılır. Kamışlar farklı
uzunluklarda kesildiği için her kamıştan
farklı bir ses çıkar.
Antik Yunan’da panflüt,
Su Perisi
Syrinx (Sirinks)’in
adını almıştır. Efsaneye göre
Kırların ve Çobanların Tanrısı Pan,
bu güzel su perisine aşık olur.
Syrinx
de Pan’dan kaçmak için bir nehirdeki su
perilerinden yardım ister. Nehirdeki su
perileri, onu bir su kamışı bitkisine
çevirir. Pan da bu bitkilerden bazılarını
keser ve panflütü yapar.
Bu sayıda, Antik Yunan Uygarlığı’ndaki
Müzik ve Müzik Düşüncesini inceledik.
Aslında müziğin Antik Yunan’da ezoterik
açıdan çok derinlemesine anlamları da
vardır. Bu anlamlar, belki başka bir
yazının konusu olabilir. Gelecek ay,
Hristiyanlığın doğuşuyla gelişen Kilise
Müziği’ni incelemeye başlayacak, Batı
Müzik Tarihi’ne tam olarak gireceğiz.
KAYNAKÇA
Aristoteles,
Politika
(çev. Tuncay, Mete), 4. Basım,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
Aristoteles,
Poetika
(çev. Tunalı, İsmail), 14.
Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006.
Burkholder, J. Peter; Grout, Donald J.;
Palisca, Claude V.,
A History
of Western Music: 7th Edition,
W.W. Norton, New York, 2006.
Fubini, Enrico,
Müzikte
Estetik (çev. Genç, Fırat),
Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006.
Gökberk, Macit,
Felsefe
Tarihi, 16.Basım, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2005.
Say, Ahmet,
Müzik
Tarihi, 6. Basım, Müzik
Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006.
Wikipedia
RESİMLER
Resim 1:
http://3quarksdaily.blogs.com/3quarksdaily/2007/02/pythagoras-1.html
Resim 2:
http://library.thinkquest.org/05aug/00324/imagenes/Platon-2.jpg
Resim 3:
http://www.klima-luft.de/steinicke/ngcic/persons/aristoteles.htm
Resim 4:
http://philosophy.ucsd.edu/faculty/dbrink/courses/31-05
Resim 5:
http://www.mishkanministries.org/othervessels.php
Resim 6:
http://www.artlex.com/ArtLex/a/apollo.html
Resim 7:
http://www.mlahanas.de/Greeks/Music2.htm
Resim 8:
http://www.mlahanas.de/Greeks/Music.htm
Ahmet Say,
Müzik
Tarihi, 6. Basım, Müzik
Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s.
21.
Oral Sander,
Siyasi
Tarih: İlk Çağlardan 1918’e,
16. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 2007,
s. 32. a.g.e.; s. 34.
Ernst von Aster,
İlkçağ ve
Ortaçağ Felsefe Tarihi, 3.
Baskı, İM Yayın Tasarım, İstanbul, 2005,
s. 56.
Ahmet Say,
Müzik
Tarihi, 6.Basım, Müzik
Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s.
35.
J. Peter Burkholder, Donald Jay Grout,
Claude V. Palisca, A History of Western
Music 7th Edition, W.W. Norton Company,
New York, 2006, s. 7.
a.g.e.; s. 8.
a.g.e.; s. 8-9.
a.g.e.; s. 9.
Diyatonik dizeyi “piyanonun beyaz
tuşları” olarak düşünebiliriz. “Do”
sesinden başlayıp diğer “do” sesine kadar
tüm beyaz tuşları çaldığımız zaman, “do
diyatonik dizesi”ni çalmış oluruz. Aynı
mantık, diğer sesler için de geçerlidir
(Gelecek ayki yazıda diziler konusuna daha
ayrıntılı değineceğim.).
a.g.e.; s. 8.
a.g.e.; s. 6.
Ahmet Say,
Müzik
Tarihi, 6. Basım, Müzik
Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s.
35.
Cavidan Selanik,
Müzik
Sanatının Tarihsel Serüveni,
Doruk Yayımcılık, Ankara, 1996, s. 14.
Bir efsaneye göre “Pheidippides”
isimli bir ulak, zaferi haber
vermek için savaş alanından Atina’ya 40
km’yi onca ağırlığıyla, son hızla koşmuş;
haberi verdikten sonra da ölmüştür.
Günümüzdeki 42.195 metrelik “maraton
yarışı”, adını bu efsaneden almıştır.
Platon için iyi bir insan olmak demek,
doğru (adaletli) bir insan olmak
anlamına gelir.
Platon da,
Aristoteles de insanları
keskin bir şekilde ikiye ayırır: Yüce bir
insan olmak için uğraşan ve devlet
yönetiminde söz sahibi erkeklerden oluşan
aristokrat sınıfı ile sıradan
işlerle uğraşan ve herhangi bir yüce amacı
olmayan kadınlar, köylüler ve kölelerden
oluşan
sıradan
insanlar sınıfı.
Aristoteles,
Poetika
(çev. İsmail Tunalı), Remzi
Kitabevi, 2006, s. 22.
Aristoteles,
Politika
(çev. Mete Tuncay), Remzi Kitabevi, 1993,
s. 246.
Günümüzde genelde diziler, “çıkıcı”
olarak gösterilir. Antik Yunan’da,
tetrakordlar gibi diğer
diziler de “inici” olarak gösterilirdi.
Transpoze, bir dizideki her
notanın belli bir ses aralığı kadar
yükseltilip alçaltılmasıdır. Böylece, dizi
incelir veya kalınlaşır ama notalar
arasındaki aralıklar aynı kalır. |