Çerkes asıllı olmanın sadece genetik bir olgu
olduğu ve bunun ulusal sorunu içinde hazmetmiş bir birey tanımını
içermediği, Çerkes tanımlamasının ise ideolojik bir içerik
taşıdığı, sorumlulukları daha iyi tanımladığı gibi bazı kavram
açılımları (?) yapılması üzerine yazılmıştır bu yazı.
Artık biz topluma mal olmuş insanlarımızla ilgili bir tanımlama
yaparken onların nasıl bir Çerkes olduğunu anlayacağız bu kavram
tanımlamasıyla! Eğer ''Çerkes Ahmet'' diye başlıyorsak
cümlemize; bu kişi iyi, sorumluluklarını bilen, ulusal sorundaki
tutumuyla sınavdan başarıyla geçmiş bir kişi olduğu hemen
anlaşılacak ama ''Çerkes asıllı Ahmet'' ile başlıyorsak
cümlelerimize bu kişiyi pek muteber kişi olarak almamamıza gerek
yok ama yinede ondan bahsedebiliriz
Giderek insanlarımıza notlar vererek onların hangi derecede bir
Çerkes bireyi olduğunu çok rahat anlayabiliriz!
Bu nevi akıldışı tanımlamaların toplumumuzda yanlış
değerlendirmeler oluşturmaya hizmet eden dar bir bakış açışı
taşıdığını bilmeliyiz artık.
Böylesi bir bakışla, muhaceret kültürüne hizmet etmiş hemen hemen
tüm insanlarımıza haksızlık etmiş oluruz.
Düşünelim bir kez Ömer Seyfettin, Lemi Atlı, Avni Lifij, Şevket
Dağ, v.b. gibi kültür insanlarımızı, bu sınıflamayla onları nasıl
değerlendireceğimizi
Bu ve bunun gibi anlamsız kavram üretme yarışında olan bizim
toplumumuzun bazı bilirkişileri böylesi sınıflama tavrından
vazgeçmelidirler.
Bu insanlarımız bizim insanlarımız. Bu insanlarımız muhaceret
yıllarının zorlu şartlarında, yüzlerce yıllık geçmişi olan farklı
bir kültüre uyum sağlayarak, duyarlılıklarını, yeteneklerini
kullanarak öne çıkmış ve içinde yaşadığı ülkede kalıcı işler
başarmışlardır. Eserleri bugün bile tüm tazeliğiyle karşımızda
olan bu insanlarımıza saygı duymalıyız. Onlar hangi dilde yazmış
olurlarsa olsunlar, hangi içerikte resim yapmış olurlarsa
olsunlar, hangi şarkıyı bestelemiş olurlarsa olsunlar, onları
işlerini doğru yapmış insanlarımız olarak alkışlamalı ve onlarla
gurur duymalıyız. Onlara iyi Çerkes sanatçıdır ya da sadece
Çerkes asıllı sanatçıdır gibi kafa karışıklığı yaratacak bir
pencereden bakılamaz. Onlar bizim içimizden çıkan ve bulunduğu
topluma moral değerleri aşılamış, koşullarına göre büyük işler
başarmış insanlarımız. Geniş, kompleksiz ve kapsayıcı bir bakış
bizi bize daha da yaklaştıracaktır.
Kimin iyi Çerkes, kimin yararsız Çerkes, kimin zararsız Çerkes
olduğu ile ilgili tanımlama, sınıflama gayretleri geçmişte de
çokça yapıldı. Bu kişilerin bu davranışlarını, dönemin siyasi
oyunları içinde manevra oluşturma yeteneği yeterince olamayan
insanlarımızın zafiyet taşıyan davranışları olarak
değerlendiriyorum. Dernek içindeki mini iktidarların söylemlerinde
tüm muhaceret dönemi kuşağını yaralayan davranışlar çokça yaşandı.
Bunlar üzerimize uygulanan baskıya tepki amacı taşıyordu bir
yanıyla ama sağduyu ve geniş bakış bu dönemlerin olması gereken
hasletiydi. Bu, çoğu zaman başarılamadı. Geçmişte bazen kendi
insanlarımızı bölen, parçalayan iç davranışların ve sığ
politikalarımızın olduğu gerçeğini dile getirmeliyiz. Bu kurumları
kendi evleri gören insanlarımız, bazı bilirkişilerin süzgecinde
değerlendirildiklerini anladıklarında bu kurumdan uzaklaştılar. Bu
konuda yapılan yanlışlıklar her alanda yaşandığı gibi sanat
alanında yaşandı. O dönem etkili ve her konuda bilgili
insanlarımız, çoğu konularda olduğu gibi meslek alanlarının
derinliklerini bilmeden bu çalışmalara ve yeni açılımlara engel
oluşturdular.
1978 yıllarında dernek ortamında iki ressam olarak bilinen Orhan
Alparslan ve Faruk Cimok dernek kirişlerinin olduğu bölümlere
duvar resimleri yaptılar. Orhan Alparslan Kafkas mitolojisinden
yola çıkarak bir çok figür ve çeşitli elemanlardan kurulu bir
resim, Faruk Cimok’ta atlardan ve figürlerden kompoze edilmiş bir
resim yaptılar. Orhan Alparslan’ın resminde, mitolojik resimlerde
görmeye alıştığımız bir göğsü açık stilize bir kadın figürü yer
alıyordu. Resmin bir fotoğrafı yok ama tüm resim hafızamda son
derece canlı duruyor. Çalışma başarıyla kompoze edilmişti. Resmi
erotik bir resim olarak görmek, resim dili açısından mümkün
değildi. Bu bölüm beş metrelik alanda küçük bir bölümdü.
Bir büyüğümüz bu resme milli sorumlulukla bakmaya başladı ve tüm
bilgi birikimini devreye koyarak bu resmi erotik resim ilan etti.
Daha sonrasında olması gereken yapıldı ve bu resimler üzeri
boyanarak ortadan kaldırıldı. Orhan ağabeyin ne kadar üzüldüğünü
ve kırıldığını hatırlıyorum. Orhan Alparslan’ın bu kurumdan
uzaklaşmasının nedeni de bu olaydan kaynaklanmıştı büyük ölçüde.
Eğer bu resimler kalmış olsaydı dernek duvarlarında Orhan
Alparslan ve Faruk Cimok imzalı iki resim olacaktı.
Genç kuşağında temelde bakış sorunu farklı değildi; 1980'li
yıllarda (dernek yeniden açıldıktan sonra) kişileri kurumları ve
meslekleri örgütleme konusunda uzmanlık çalışmaları yapılıyordu. O
dönem Bülent Jane ve Yusuf Taymaz’ın Çerkes sanatçısı nasıl olmalı
ve nasıl eserler vermeli konulu metinden yapılan bir konuşmayı
hatırlıyorum. Bir sanat manifestosu (?) kimliği taşıyan bu bildiri
metninde kimin Çerkes sanatçısı olup olamayacağı konusunda
yargılar veriliyordu. O zaman bu konuşmadan son derece rahatsız
olmuş, söz alarak henüz mesleğin başlangıcında bir akademi
öğrencisi kimliğimle; sanatçının kalıplarla sınırlanarak eser
veremeyeceğine, duyarlılıkları sisteme bağlamanın mümkün
olamayacağını ve bahçede yetişen çiçeklerin hangisinin daha güzel
olduğu kararını vermek ve ondan sonra o çiçeklerin güzel olduğunu
ilan etmek gibi bir saçmalığın gelişeceğini söylemiştim. Çerkes
sanatçısının böylesi bir kimliğe sahip olmasının Çerkes toplumunun
ona sahip çıkmasıyla mümkün olabileceğini savunmuştum. Herkesin bu
dönemlerdeki yanlışlıklarla ilgili hatırladıkları çokça konu
olduğunu biliyorum. Aradan neredeyse yirmi beş yıl geçmesine
karşın aynı bakış açısının devam etmesine ve bunu bir milli yarar
gibi düşünme anlayışının devam ediyor olmasına hayret ediyorum.
Toplumlar, işini iyi yapan, meslek alanında mesleğin gereği oluşum
ve gelişimi gösteren insanlarına sahip çıktığı zaman daha da değer
kazanır. Onlara ne yapması gerektiğini kanunlar hazırlayarak
öğretemezsiniz. Eğer kanunlarla ve ideolojilerle yıkanmış her şey
o toplumu yüceltseydi Nazi döneminde milli duygularla dolu hamaset
dolu resimler, müzikler, heykeller bugün büyük eserler olarak
müzelerde olurdu. Aynı şey Sovyet döneminde yapılan hamaset içerik
taşıyan çalışmalar için söylenebilir. Aradan 70-80 yıl gibi kısa
bir zaman geçmesine karşın bu eserler (?) ve onları yapanlar
unutuldu bile. Ancak bir arşiv malzemesi olarak hatırlanacaklar o
kadar.
Beş yüzyıl sonra Albert Dürer, Leonardo da Vinci dipdiri bir
kişiler olarak karşımızda. Bu kişiler acaba hamasi, milli
duygularla mı resim yapmışlardır? Ünleri ve unutulmamaları bu
yüzden midir? Leonardo da Vinci yaptığı çiçek resminde ne denli
İtalyan ruhunu ve hamasetini gündeme getirmiştir. Niye biz onları
bugün yaşıyorlarmışçasına hatırlıyoruz. Onlar yeni bakışlar
getiren özel insanlardı. Kendilerine sahip çıkan toplumlarını
yücelttiler. Bugün biliyoruz ki, Leonardo da Vinci İtalyan ressam,
Albert Dürer Alman ressam.
Sanat eserinin bambaşka bir ruhu ve derinliği var. Mecrası başka
ve önemli canlıyı; insanın kendisini kapsıyor. Siz ona
hükmedemezsiniz. Ressam Avni Arbaş’ı, ressam Avni Lifij’i, ressam
Namık İsmail’i, müzisyen Lemi Atlı’yı, yazar Ömer Seyfettin’i
yaşatan bu özelliktir. Siz bu ressamlarımızın resimlerindeki özün,
beslenme kaynağının ailesinin ona anlattıkları eski bir Çerkes
ninnisi olmadığını nereden hükmedebilirsiniz? Avni Arbaş’ın
atlarını yaparken ona bu duyarlılık nereden intikal etmiştir? Bu
sanat insanlarımızdan derneklerde söylev vermiş olmayı beklememiz
mi gerekirdi ya da her resmin Çerkeslik açısından sağlamasını mı?
Bırakalım bu sığ düşünceleri. Bu sanatçılar bizim. Bunlar hem
Çerkes asıllı sanatçılar hem de Çerkes sanatçılar. Onlara sahip
çıkalım, onları tüm yarattıklarıyla kabul edelim ve yüceltelim.
Biz ancak o sanatçılara verdiğimiz değerle yükselebiliriz. |