Kabardey-Balkar Cumhuriyeti Şocents’ık’u Aliy Devlet
Tiyatrosu’nun çok değerli sanatçıları Türkiye’de
birkaç ili kapsayan bir turne çerçevesinde “T’AT’U
ile SAT’U” adlı komedi oyununu sergiliyor. Bu harika kültür ve sanat olayı için hem
federasyon yöneticilerine hem de bu organizasyonu kendi
çevrelerine taşıyan dernek yöneticilerine teşekkür
etmeliyiz.
Ama düşününce nedense bir sürü “acaba” soruları geliyor
aklıma…
Acaba bu güzel sanat sunumunun hakkını verebildik mi?
Daha doğrusu, ayağımıza kadar gelen bu büyük ve güzel
fırsattan yeterince yararlanabildik mi?
Acaba her ilde ve toplamda kaç kişi izleyebildi bu güzel
sanat ziyafetini?
Acaba seyredebilme ayrıcalığına erebilen az sayıdaki
soydaşımızın ne kadarı bu güzel oyunu esprileriyle
dolaylı mesajlarıyla tam olarak anlayabildi?
Acaba ömründe hiç anadiliyle tiyatro izlememiş olan
halkımızı, aydınlarımızı nasıl etkiledi bu oyun?
Daha doğrusu anayurt dışında, köklerinden uzakta kendine
yabancılaş(tırıl)an halkımız bu oyunu nasıl anladı,
nasıl algıladı, nasıl yorumladı? Bu oyun kime neler
düşündürdü?
Çok merak ediyorum doğrusu.
Zira bu, bir bakıma bizim dil ve kültür açısından ne
denli asimile olup olmadığımızı, hatta Adıge
mantalitesinden, Adıge yaşam felsefesinden, insan ve
toplum ilişkileri anlayışından ne denli uzaklaşıp
uzaklaşmadığımızı gösterebilecek çok önemli bir deneyim
olabilir, diye düşünüyorum.
Sanatçıların anadilimize hakimiyetlerine, beden dilini
kullanmadaki ustalıklarına olağanüstü oyun/rol
yeteneklerine ve performanslarına elbette diyecek
yoktur.
Her biri, adı üstünde, tam birer profesyonel.
Mükemmel sesi ve üstün yorumuyla unutulmaz dakikalar
yaşatan büyük sanatçı THAĞELEC Sveta, aralarda sunulan
büyük yetenek yazar, ozan, gazeteci UT’IJ Boris’in
güzelim skeçleri ve şiirleri ve elbette onları bize
sunan Fatime’nın, Luda’nın üstün edebiyat, sanat
performansları… Her biri şapka çıkartılacak
performanslardı kuşkusuz…
Yetişmelerinde en küçük bir katkımız olmamasına karşın,
her halde hepimize gurur vermiştir. Her halde hepimizin
göğsünü kabartmıştır.
Ancak ben; oyunda çok dikkatimi çeken, çok beğendiğim
“keşke izleyen herkes bunları fark edebilmiş olsa” diye
düşündüğüm birkaç noktayı paylaşmak istiyorum.
Oyunda esas olarak ortada dört temel karakter vardı:
Nazlanır gibi görünmeye çalışsa da yeni bir eş bulma
umut, heves ve heyecanını gizleyemeyen, bir bakıma
“istemem” diye bağırsa da “yan cebime koy” diye
fısıldayan genç bir dul bayan: Habidet.
Yaşlıca ve artık evlenme umudu kalmamış, hatta neredeyse
yaşamdan umudunu kesme noktasına gelmiş, hasta ve yaşlı
dul bir erkek: Sat’u.
Bu ikisi arasında çöpçatanlık yapan anlayışlı bir komşu:
T'at’u ve tabii ki, bunların arasında tam tabiriyle
“saçını süpürge yapan” klasik bir Adıge ev hanımı:
Marjınet…
Bunların arasında geçen yer yer gülümseten, bazen ciddi
ciddi kahkaha ile güldüren espriler.
Anlayışlı, iyiliksever komşu T'at’u’nun huysuz ihtiyar
arkadaşı için yaptığı açık fedakarlıklar… Hem kendisini,
hem de onunla evlendirmeyi düşündüğü genç dul bayanı
ikna etmek için gösterdiği çabalar…
Ama acaba oyunun vermek istediği ya da oyundan alınması
gereken mesajlar yalnızca bunlar mıydı?
Elbette yalnızca bunlar bile sırf anadille sergilendiği
için, anadilin güzelliklerini, inceliklerini espri ve
anlatım güç ve yeteneğini gösterdiği için, sırf yüksek
bir sanatsal düzeyle sergilendiği için hoşça vakit
geçirme imkanı verir. Yalnızca bu yüzden bile bu oyun
izlenebilir ve izlenmelidir.
Ancak, benim asıl anlaşılmasını istediğim ve anlaşılıp
anlaşılmadığını merak ettiğim yön, oyunun genelindeki
temel Adıge mantalitesinin, insanlık ve yaşam
felsefesinin yakalanıp yakalanamadığı...
T’at’u ile Sat’u, iki “huysuz ihtiyar”. Komşu ve
arkadaşlar ama hiç analaşamıyorlar. Günde on kez dövüşüp
barışıyorlar. Bazen “gündüz küs, gece dost” oluyorlar.
T’at’u, klasik veya geleneksel bir Adıge aile reisi.
Karısı Marjınet de klasik bir Adıge ev kadını. İyi
yürekli, sevecen, çalışkan, çilekeş… Hem kendi evinin
işini çekip çeviriyor, hem de yalnız ve hasta komşusu
Sat’u’yu gözetiyor. Pek açık etmeden, onurunu gözeterek
yedirip içiriyor, çamaşırını, bulaşığını yıkıyor, evini
ocağını temiz tutuyor. Tam bir komşu Adıge kadını.
T’at’u, komşusu huysuz ihtiyarla her gün tartışsa,
bozuşup küsüşse de, daima onu koruyup gözetiyor… Ona
emekli maaşı bağlatmak için gizlice çaba gösteriyor.
Çeşitli yerlerde geçen hizmetlerini, savaşta, yurt
dışında geçirdiği süreleri her olanağı değerlendirerek
birleştirip saydırmak, böylece ona emeklilik hakkı
kazandırmak için uğraşıp duruyor. Emeklilik işi ile
ilgili görevliyi yedirip, içiriyor, gönlünü hoş tutuyor…
Neden kendi emekliliği ile değil de komşusunun
emekliliği ile ilgilendiği konusundaki ısrarlı sorulara
verdiği cevap, tam bir Adıge mantalitesini yansıtıyor.
“Ben emekli olursam her ay gelip kapımı çalacaklar.
Şurayı imzala, diyecekler, paraları elime sayıp
verecekler. Zavallı komşumun kapısını ise kimse
çalmayacak…”
Komşusunun emeklilik işiyle uğraşıp durduğunu duyup
bilen Sat’u da, onun takip ettiği emeklilik işinin kendi
işi olduğunu bilmeden, komşusunun uğraşıp durduğu
emeklilik işinin çabuk sonuçlanması için ve kendisi
aslında “muhtac-ı himmet bir dede, n’ola ki gayrıya
himmet ede” durumunda olmasına karşın, aynı mantalite
ile hareket ediyor; emekli dairesi memuru ile her
karşılaşmasında hiç kendi emekliliğinden söz etmiyor,
komşusunun emekliliği işini çabuklaştırması için
bastırıyor, çaba gösteriyor.
T’at’u, baldızına kur yapan köy görevlisini punduna
getirip tongaya düşürüyor; baldızı ile evlenebilmesi
için kendisine başlık vermesi gerektiğini söyleyerek onu
sıkıştırıyor, başlık parası olarak da hasta ve yaşlı
komşusunun ovadaki ot bürümüş mısır tarlasına gizlice ve
ayrıcalıklı olarak ot ilacı yapmasını dayatıp sağlıyor.
Bir gece, bir yandan komşusunu evlenmeye ikna etmeye
çalışırken, bir yandan da gece karanlığında el
fenerleriyle işaret ederek ve ot ilacından zehirlenmeyi
bile göze alarak komşusunun ovadaki tarlasını uçakla
ilaçlatıyor.
T’at’u, çekilmez komşusunun huysuzluğuna, didişip
durmalarına, bir küsüp bir barışmalarına aldırmadan
Adıge mantalitesine uygun davranıyor; hem komşusunu
baş-göz ediyor, hem de onun ovadaki ot bürümüş tarlasını
kurtarıyor.
Huysuz ihtiyar Sat’u kendisini/haddini bilerek,
kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünebiliyor…
“Yaşlı teke sendromlarının” konuşulduğu günümüzde
neredeyse herkesin balıklama atlayacağı bir fırsat
karşısında bile “ben hasta ve yaşlı bir adamım. Sen genç
ve güzel bir bayansın. Daha genç biriyle evlenebilirsin”
tarzında yaklaşabiliyor, fırsatçılık yapmıyor, empati
yapabiliyor…
İhtiyarlık tartışması yaptıkları sırada T'at’u
babasından söz ederken, artık belki de bütün dünyada
kalmamış bir başka değeri, bir başka erdemliliği
söyleyiveriyor… 120 yıl sağlıklı bir yaşam süren babası,
bunun sırrını soranlara “ben hayatımda hiç kimseyi,
hiçbir şeyi kıskanmadım, haset etmedim…” diyor.
Kıskançlığın, hasetliğin, hırsın getirdiği stresin insan
yaşamı üzerindeki olumsuz etkilere, ömrü bile
kısalttığına dikkati çekiveriyor.
Acaba bu incelikleri muhacerette kendine
yabancılaştırılan insanlarımızdan kaçı anlayabiliyor?
İyi ki, hepimiz terk etmemişiz anavatanımızı… İyi ki bir
avuç kardeşimiz her şeye karşın kalabilmiş
anayurdumuzda… İyi ki onlar varlar… Yoksa bilmem kaç
milyonluk nüfusumuza karşın biz ne katabildik, ne
katabilirdik Çerkeslik adına dünyaya, evrensel kültüre… |