Ныбджэгъухэр!
Saygıdeğer dinleyiciler,
Çerkes halkının en acı günü yani Şığo mafe nedeniyle bir
araya gelmiş bulunuyoruz. Şığo mafelerimizin gelecekte
aydınlık günlere doğru yol alması dileklerimle hepinizi
candan selamlıyorum.
Ben
tarihçi değil Germanist ve Etnolog’um. Halkımla ilgili
çalışma sürecinde okuduğum yüzlerce yapıt, beni ister
istemez tarihi alanlara da çekti. Tarih bilimini hiç
sevmediğim halde çalışmalarımın kopmaz konusu oldu ve
ister istemez zoraki bir sevgi oluştu.
Konferansın adını duyunca bir çoklarınız “bu da ne demek
oluyor?” diye kendi kendinize sorular sorduğunuzu
sanıyorum. Haklısınız da!
Geçmiş
ve yakın tarihimiz yeterince bilimsel metotlarla
araştırılmadı. Çerkeslerin sınıfsal, sosyal yapısına
ise; hiç kimse ne dokunmak ne de mücadele etmek
istemedi. Bu tabuya dokunulmak istenmemekte;
korkulmakta, çekinilmektedir. Kendimizi tanımadan,
hastalıklarımızı bilmeden, reçeteler yazıldı, sonuçta
hasta iyileşeceğine can çekişir hale geldi. Aldığımız
duyumlara ve gözlemlere göre: Diasporada anadil hemen
hemen kullanılmaz hale geldi. Dernek sayısı çoğalırken
üye sayıları aynı kalmakta, derneklere de ilgi yok gibi.
“Acaba neden?” sorusu çok sorulmuş ve halen
sorulmaktadır da. Cevabı ise bilimsel yöntemlerle
araştırılmamış, doğru verilememiş ya da verilmek
istenmemektedir.
Saygıdeğer dinleyiciler,
Elimizde
(klasik bakış açısından ele alınarak) doğrusu,
yanlışıyla pek çok yazı mevcuttur. Hemen hemen hepsi de
tek suçlu olarak vatanımızı işgal eden Rusları
göstermekte, yazıp çizilmekte.
Şimdiye
kadar yazılanların tersine; yeni bir bakış açısını
sizlere belgelerle sunacağım. Göç mü, sürgün mü, kaçış
mı ya da kandırılarak göçürülme mi sorularına sizler
yanıt vereceksiniz. Elli dört yıldır belleğimize
doldurulan bilgilerden sonra bu değişik düşünce ve
görüşleri kabullenmek muhakkak kolay olmayacağının
bilincindeyim. Ancak bilim ve doğrular adına zoru
denemek zorundayız.
Konumuzun daha sağlıklı olarak incelenebilmesi,
irdelenebilmesi ve sağlam temellere basabilmesi için
hareket sahamızı daraltmak yani daha çok Adigelerden söz
etmek zorundayım.
Asimile
amaçlı, yapay olarak yaratılan Kafkas ya da Kuzey
Kafkasya gibi tanımları gerekli olmadıkça kullanmayarak,
Adige ya da Çerkes tanımlarını kullanacağım.
Kuzey Kafkasya, İngiltere tarafından doktrini
hazırlanarak yaşama geçirilen ‘‘Pan Türkizm’in’’ ürünü
olan bir terimdir. Genel olarak Türkiye ve Türkiye’den
gelenlerce kullanılmaktadır. Osmanlı devrinde Çerkes
adını taşıyan dernekler kurulurken, cumhuriyetle
birlikte Kafkas dernekleri kurulur ya da kurdurulur.
Örnek olarak 1920’de Abdül Fettah Efendi tarafından
kurulan Kafkas Teali Cemiyeti’ni, gösterebiliriz.
Türkiye
1950’lerde çok partili döneme girince, yeniden Çerkes
derneklerini kurmak için İstanbul’da bir toplantı
yapılır. Toplantıya bizzat katılan sayın Mesut Şurdum,
olayı Münih’te 70 yıllarda yaptığım bir görüşmede şöyle
anlatmıştı: ’’Tartışmaların sonunda dernek adının Çerkes
olması çoğunlukla kabul edilmesine rağmen; geriye kalan
azınlığın, ‘belki izin vermezler’ demesiyle Kafkas adı
altında kurulması kararlaştırılır.’’ Türkiye
diasporasında atılan bu yanlış adım gelenekleşir ve her
yerde Kafkas dernekleri kurulur. 1950’lerde bu yanlış
adımı atmayan Abhazlar, Asetinler ve Çeçenler, kendi
halklarının adını taşıyan derneklerini kurarken;
Türkiye’de yaşayan Kuzey Kafkasyalıların %80’ni gibi
büyük çoğunluğunu teşkil eden Adige gurubu halen kendi
adını almamada direnmekte ya da diretilmektedir.
(Bkz. Ethnıc Group of
Republic Turkey, Peter Andrews)
Tarihi Çerkesya’da da demografik olarak en az olanlar
Adigelerdir.
Avrupa’da ilk dernek 22 Eylül 1968 tarihinde Türkiye
geleneğine uyularak ”Kuzey Kafkas Milli Derneği“ adıyla
München’de kurulurken, Adel Muhamkeri , Adnan Mahmud ,
Maik Job, eşleri ile beraber ve Rolad Bielmeier’le 10
Eylül 1974’de Schwelm’de Adige/Çerkes adını taşıyan ilk
derneği kurar. Bir tabuyu yıkar, önemli bir yanlışı
düzeltir. Kurucu üyelere baktığımızda Türkiye
diasporasından hiç bir Çerkes’i göremiyoruz.
Daha
sonra Avrupa’da kurulan dernekler, Stuttgart hariç hemen
hemen hepsi Çerkes adı altında yaşama geçirilir, Kuzey
Kafkas vb. adını taşıyan derneklerde adlarını Çerkes’e
çevirirler, Köln derneğinde olduğu gibi.
Son
zamanlarda, yeniden Kafkasya adına dönme çabalarını
duyuyor, gözlüyor ve hayretler içinde kalıyoruz.
İçinizde iyi hatırlayanlarınız olacak. Geçen yıllarda
Hollanda’da yapılan toplantıda, Den Allerding tesisleri
yöneticisinin dediğini; “bu konuları on yıl önce de
tartışmıştınız, halen bitmedi mi?”. Evet on yıl önce
tartışma ve on yıl sonra aynı noktadan devam etme. On
yılda arpa boyu ilerleme yapmadığımız ortaya
çıkarmaktadır. Amerika’yı yeniden keşfetmenin hiç bir
esprisi yok!
Kısa
girişten sonra asıl konumuza gelmek istiyorum. Tabu
sözcüğü anlamı; değişmez, dokunulması yasak, günah olan
şeyler anlamına gelmekte ve sosyal bilim dalında
kullanılan bir terimdir.
Toplumumuzda tabulara; -kişisel kariyerlerinden
çekindikleri için- hiç kimse dokunmak istemez. Konuların
bilimsel olarak incelenmesi, geçmiş tarihimizin bu
bölümünün masaya yatırılması ve açıklığa kavuşturulması
gerekir. Duygusallığı bir tarafa iterek; akılcı,
bilimsel bakış açısına Avrupalı Çerkesler olarak
Avrupalı gibi bakabilecek kültür düzeyine geldiğimize
inanıyorum.
Sayın
hemşehrilerim,
‘’Adigelerin bu günkü duruma düşmesinin nedenleri
nedir?’’ diyerek bir soru yöneltecek olursak; aşağıdaki
üç nedeni cevap olarak verebiliriz.
1)
Feodalizm
2)
Osmanlı ve İngiliz politik ve stratejik çıkarları
3)
Yeni gelişen dinç Çarlık Rusya’sının genişleme arzusu
Üç
konudan bir ve ikinci sıradakiler tabu haline getirilmiş
ve tüm yük ve suç üçüncü maddeye yüklenmiştir.
Feodalizm
Önce
kendi kapımızın önünü temiz tutmak zorunda oluğumuzdan,
bu tabuyla başlamak istiyorum.
Feodalizm; Adige, Abhaz ve Asetinlerde etkin olan bir
sosyal düzendi. Diğer Kuzey Kafkasya halklarında ise
feodalizm hemen hemen yoktu. Çeşitli Adige kabilelerinde
bile, bir birinden ayrı biçimlerde uygulanıyordu. Batı
Adigelerinden Natuchuadjler, Doğu Adigelerine doğru
giderken daha ayrıntılı bir yapı gösteriyordu. Batı
Adigelerinde genelde dört feodal sınıfa rastlanırken,
Doğu Adigelerinde bu sayı 15’i bulmaktadır. Ladzyenski
(1930 s. 429)
konuyla ilgili şunları yazmaktadır: ’’Başta feodal
beyleri olmak üzere Kabardeylerde feodal yapı çok
gelişmiştir.’’ Öyle ki, feodal beyler 15 yy.da İslam
dinini kabul ederler, halka müslüman olmalarını
yasaklarlar. İşte feodal sınıflar arasındaki devamlı
sürtüşmeler nedeniyle; birlik ve beraberlik
engelleniyor, iç savaşlara neden oluyor ve vatandan
ayrılmaya etkisini yaratıyordu. Diasporada da asimiliye
en etken nedenlerden biri olarak rol oynuyordu..
Ünlü
Sovyet arkeologu ve tarihçisi Krupnov, tarihte ilk köle
ayaklanmasını Roma’da organize eden Spartaküs için
Adigelerin atalarındandır demektedir. Spartaküs’ün
geleneğini, Adigey topraklarında ilk (1754 yılında
feodallere karşı ayaklanma) Dameley denemişse de; o da
atası gibi başarılı olamamıştır. Yine 1760 ve 1767
yıllarında Germencik köyü halkı feodal bey, Pşı Dolet’e
karşı ayaklanırlar, onlarda başarı sağlayamazlar. Doğu
Adigelerinde ki bu ayaklanmaların yanı sıra Batı’da da
huzursuzluklar başlar ve 1770’de Abzeghler feodal
beylere ve prenslere karşı ayaklanırlar. Abzegh
soyluları Ruslardan ve diğer Adige kabilelerinin
soylularından gelen yardımlarla, ayaklanmayı
bastırırlar. 14 Temmuz 1791’de 2. kez baş kaldıran
Abzegh halkı bu kez başarılı olur.
Bu defa
hiç bir devlet ve başka kabile soyluları pşi ve
verklerin yardımına koşamaz. Ele geçirilen pşilar
öldürülür. Kaçabilenler, diğer kabilelere ve Ruslara
sığınırlar. Verklerin ellerindeki tüm ayrıcalıklara son
verilir. Abedzech bölgesinde yağmacılık yapmayacaklar,
yağmacılığa gidip; yağma ettikleri malları ne Abedzech
bölgesine getirecekler ne de topraklarından
geçirecekler. Onlarda diğer halk gibi çalışacaklar.
Bunlara uymayanlar ya Abedzech topraklarını terk edecek
ya da pşilar gibi kılıçtan geçirileceklerdi. Verkler
tüm şartları kabul ederler. Rus araştırmacı Ladyzenskiy
olayı şöyle aktarıyor bizlere; "Abedzech ihtilali
Fransız ihtilali ile beraber aynı zamanda yapılmıştır.
Bir çok Fransız asili Rusya'ya sığınırken,
Adige
asilleri de aynı yolu seçerek, Rusya'ya sığınmıştır."
Heidelberg Üniversitesi, Güney Asya Enstitüsü, Politika
Kürsüsü Profesörü E.M. Sarkisyanz’da olayı şöyle
yorumlamaktadır: "Fransız İhtilali, okumuş
entelektüellerce hazırlanarak yürütülmüştür.
Üniversiteleri, kitap ve gazeteleri olmayan bu halk,
acaba bu düşünceye
nasıl gelmiş ve ihtilali gerçekleştirebilmiştir?"
1975
yılında Ürdün’ün Wadi Siir köyünde yaptığım
araştırmalarda, Kat Muhamed bakınız neler anlatıyor:
General Zass, Bjedughları toplayarak kendileriyle bir
görüşme yapar ve Rusya’nın ileriye dönük planlarını
anlatır. (Okullar açacaklarını ve çocukları
okutacaklarını vb.) Bir Bjedugh soylusu ayağa kalkarak,
planların güzel olduğunu ancak, ‘’tüm çocukların beraber
okula giderek, aynı sıralarda yan yana mı oturacaklar?’’
diye sorar. General Zass‘’evet’’ der ve sözlerine devam
eder. “Hatta bir köle çocuğu iyi çalışır, daha iyi okur
ve başarılı olursa, bir feodal beyin çocuğuna emir
vereceğini” söyler. Feodal bey ayağa kalkarak ‘‘biz
böyle bir düzeni istemiyoruz ve kabul edemeyiz. Osmanlı
devletine göç edeceğiz’’ der. Nitekim Biga yöresinde
yerleşik olan Bjedugh Adigeleri 1856-1957 yıllarında
kendi istekleriyle Osmanlı’ya göç etmişlerdir.
1864’den
sonra Varna’da bulunan Adigeleri gemileriyle Tuna
boyunca Osmanlılarca önceden ön görülen yerlere götüren
Avusturyalı kaptan F. Kanitz 1875’de yayınladığı üç
ciltlik yapıtının 1. cildinin 302.ci sayfasında şöyle
yazmaktadır. “Adige soyluları halkı göçe teşvik
ediyorlardı. Çünkü halifenin topraklarında feodal
ayrıcalıklarını ve eski güçlerini geri alabileceklerine
inanıyorlardı.” Soyluların bilmedikleri ise Osmanlı
devletinde sosyal sınıfların olmadığıydı.
(Zass,
Alman asıllı ve Liflandlı’dır. 1840 Kafkas sağ kanadın
komutanıdır. Barbarlığından dolayı Şha Ğuan yani ‘’delik
kafalı’’ lakabı takılmıştır)
Rus-Kafkas Savaşı’nın bitiminden sonra 31
Temmuz 1866 yılında Çar, köle alınıp satılmasını resmen
yasaklar. 8 Ağustos 1866’da da Adige feodallerinin
köylüleri serbest bırakmaları ve 21.000 kölenin
hürriyetlerine kavuşması; çalışmaya alışmamış pşilerin
ekonomik yapılarını sarsmaya başlar. Bu durumdan şikayet
ederek Çar'a yalvarırlar. Çar perişan duruma düşen
pşilere acıyarak, her pşiye serbest bıraktığı her bir
köle karşılığında 200’er Ruble para öder. Bu ve buna
benzer yenilikler feodal beylerin hoşuna gitmez,
Kabardey beyleri Osmanlı’ya göç etmek isterler. Yine
1860-61 yılında doğu Adigelerinin 8’de 1’i Osmanlı
topraklarına kendi istekleriyle göç ederler.
Noissumbaum’ın yayınladığı ‘’Kafkasya’nın On İki Gizi’’
adlı kitabında soyluların vatan ve halkını para
karşılığında nasıl sattıklarını şöyle dile getirmektedir
‘’Fünf kaukasische Fürsten beschlossen, eines Tages die
Russen aus dem Kaukasus zu vertreiben. Diese Fürsten
waren: Der Ossete Mussa Kunduch, der Tabasarane Mussa
Uzmi, der Ingusche Zur, der Tschetschene Saadula Osman
und der Kabardine Ataschuk’’
‘’Beş Kafkasyalı soylu, günün birinde Rusları
Kafkasya’dan kovmak için anlaşırlar. Bu soylular:
Asetin Mussa Kunduch, Tabasaran Mussa Uzmi, İnguş Zur,
Çeçen Saadula Osman ve Kabardey Ataschuk. Kabardey
soylusu Ataschuk bu gizli organizasyonu Ruslara ihbar
eder. Çar’da, isyankarları ve halklarının yok edilmesi
için emir verir. Kunduch ve Osman, halklarını kurtarmaya
karar verirler. Çar’a: ’’Bizleri öldürmene gerek yok.
Biz dinsizlerin vatanını kendi isteğimizle terk etmeye
hazırız. İstanbul’daki ulu sultan bize karşı lütufkar
davranacaktır’’ derler. Çar’ın izniyle Mussa Kunduch
önderliğinde Türkiye’ye göç başlar. Bazıları karadan,
bazıları gemilerle Osmanlı İmparatorluğu’na giderler.
Geldikleri yerlerde hiçte iyi şeylerle karşılaşmazlar
vaat edilen cenneti bulamazlar. Sultan’ın kendilerine
verdiği yerler, dağ insanlarının yaşam tarzına uygun
değildir. Üstelik yağmacılık ve soygunculukta yasaktır.
Pek çoğu da aç kalmış ve tekrardan anavatanlarına
dönebilme hayallerini görüyorlardır. Diğer bir kısmı da
hastalıklardan hayatlarını yitirirken, geri kalanlarda
yerli halkla karışarak asimile olmaya başlar. İçlerinden
pek azı kendini değiştirerek Osmanlı toplumuna uyum
sağlayabilmiştir. Sultanların koruyucu birlikleri
Çerkeslerden oluşurken, devlete de en sadık paşalar da
yine onların arasından yetişmiştir. Mussa Kunduch da
uyumu sağlayan ve yüksek mevkilere gelenlerden
birisidir. Anavatanlarını sevinçle üç salvo atışıyla
terk etmişlerdi. Göçmen getirdiği halk ise açlıktan yok
olmasına rağmen, yine de onu kutsallaştırmıştır.
Aradan uzun yıllar geçti. Rusya’da Kafkas arşivleri
açıldı ve günümüzde o zaman oynanan danışıklı oyunun
gerçek yönü ortaya çıktı. Göçün ileri gelen önderleri en
başta General Kunduch olmak üzere, Rusya hükümetinin çok
iyi maaşlı casuslarıydı. Her göçe özendirerek götürdüğü
kişi ve aile başına çokça gümüş Ruble almışlardır. Çok
detaylı yazışmalardan
öğrendiğimize göre her kişi için uzun uzun pazarlıklar
yapılmıştır. Bu arada Rusların sevinçleri ise
sınırsızdır. Çünkü boşalan yerleşim alanlarına Kazaklar
yerleştirilmiştir. Mussa Kunduch halkına ve vatanına
ihanet eden ve göç ettiren hain bir önderdir. Buna
rağmen ne ilginç ki, kendisi Türkiye’deki Kafkasyalılar
arasında sayılıp sevilmektedir. Çar’ın emriyle bir çok
halkların yok olması ve önderliğini yaptığı kavimler
göçüyle halkına ihanet eden General Musa Kunduch ve
diğer önderler ve rolleri Kafkas tarihinin tüyler
ürpertici bir bölümüdür.’’
(Essad Bey Noissumbaum Kafkasya’nın On İki Gizi. Sayfa
264-65)
Musa Kunduch’un Çerkes halkının geleceğini nasıl
etkilediğini yakın tarihimizde bir daha göreceğiz. Lenin
İsviçre’de yaşarken, İstanbul’dan bazı Adige kökenli
paşalar yanına giderek kendisiyle görüşürler ve Çerkes
halkının problemini anlatırlar. Lenin de ihtilali
başarınca Çerkesleri geriye anavatanlarına geri
götüreceği sözünü verir ve ihtilalden hemen sonra
Michail Vasileviç Frunse’yi Ankara’ya gönderir. Alman
istihbaratının yaptığı araştırmaya göre bu yıllarda
Osmanlılardan hiç memnun olmayan Çerkeslerin %80’i
anavatanlarına geri dönmeye hazırdır. Ankara hükümeti
kendisini, General Mussa Kunduch ve Türk Ajans genel
müdürü Hüseyin Tosun bey ile görüştürür. Türkiye’de iyi
mevkilere gelmiş olanlar yeni oluşan bürokratlar
‘‘Çerkeslerin geriye dönüş diye problemleri yoktur’
diyerek ilk tarihi fırsatı engellerler.
(Bkz. Avrupalı Gözüyle Çerkesler. Sayfa 99, Dipnot 25)
Yine 18
Ağustos 1877 tarihinde; Rus-Osmanlı savaşı bitiminde
imzalanan Berlin Barış Antlaşması’nın ilk maddesini
beraber okuyalım: “Balkanlarda Çerkes kalmayacak“ ki, bu
madde her nedense Türkiye’deki tarih kitaplarının hiç
birinde yazmaz. Çerkesler yeniden göç etmek zorunda
kalırlar. Çorlu’da büyük bir göçmen yığılması olur,
göçmen Çerkesler arasında sınıfsal çatışmalar çıkar ve
çok insan ölür, kan akar. İstanbul’dan gelen askeri
birlikler güçlükle tarafları birbirlerinden ayırırlar.
Sonuçta toplum arasında daha da onarılmayan derin
uçurumlar açılır. Bu tarihi belgelerden sonra,
günümüzden de örnekler vererek, feodal yapının halen
birlik ve beraberliğimizi engellediğini asimileyi
çabuklaştıran etken olduğunu görelim.
İstanbul, Karaköy’de bir kaç Çerkes’in bir araya gelerek
1968’lı yıllarında kurdukları Apeas Mühendislik
şirketinde oturuyordum. Odada İstanbul Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde okuyan Sinoplu bir genç, yalnız
kalınca biraz çekinerek şu sözleri söylemişti.
‘’Batıray, ben Sinoplu Çerkes’im. İstanbul Bağlarbaşı
derneğine gidiyorum. Orada her gidişimde hakaret
görüyorum. Dernekte sadece soylular Adige kabul ediliyor
diğerlerini Adige saymadıkları gibi akıl almayacak
hakaretler yapıyorlar. Söylenene göre ben köle asıllıyım
ama Çerkes olduğumdan gurur duyuyorum. Sen ne dersin?
Doğru mu bu yapılan hakaretler ve dışlamalar?’’
Önce bu
gencin medeni cesaretine hayran kaldım. ‘Köle’ asıllı
olduğunu açıkça söyleyebiliyor. Kaç kişi açıkça
söyleyebilir?
Bu genç
arkadaşa o zamanlar bildiğim kadarıyla durumu açıklamaya
çalıştım. Hakaret ve dışlamalar devam etti ki; dernekle,
Çerkeslerle ilgiyi kesti. Kendisi şu anda devlette çok
yüksek mevkilere gelmiş sayılan ve sevilen bir kişi.
Halkından kopuk ve küskün. Onun gibi daha ne kadar
dışlanarak toplumumuzdan koparılan Adige var acaba, hiç
düşündünüz mü?
2. Örnek:
Mannheim
kentinde Türkçe kültür dersleri öğretmeni bir Adige’nin
evine 1989 yıllarında misafirliğe gitmiştim. Anı
kentteki diğer bir kaç Türk kültürü öğretmeni de konuk
olarak geldiler. Ev sahibinin ve bizim de Çerkes
olduğumuzu öğrenince konuk öğretmen büyük bir
ciddiyetle:
- Siz
Çerkesler bir millet olamazsınız, der.
- Neden? Diye hayretle sorunca,
- Halen
bu modern çağda sosyal sınıflarınız var da ondan,
cevabını verir ve devamla: “Ben Tokat’ın bir Çerkes
köyünde öğretmenlik yaptım. Köyden tek bir genç
üniversiteyi bitirir ve savcılığa kadar yükselir.
Köyünden bir genç kızla evlenmek ister. Her çaldığı kapı
yüzüne kapatılır. Ben şaşırıp kaldım. Eğer bizim köyde
olsaydı herkes ‘’benim kızı alsın diye sıraya
girerdi‘’, diye düşündüm. Kızların babalarına ‘’bundan
daha iyi bir damat bulmazsınız neden kızınızı
vermiyorsunuz?’’ diye sorunca; gülümseyerek
‘’Hoca
efendi, o bizim kölemiz ona kız vermeyiz’’ derler.
Duyduklarıma inanamadım Ne yazık ki, doğruydu. İşte onun
için az önce bir millet olamazsınız dedim.
Yanılıyor mu bu yabancı? Aynı soruyu sizlere de ben
soruyorum. Olabilir miyiz?
İşin en acısı; bir yabancı, millet olamamamızın en
önemli nedeninin farkına varabiliyor da, “büyük Çerkes
düşünür ve politikacıları!” bunun farkına varamıyorlar.
Sosyal hastalığımızla mücadele edecek medeni
cesaretleri yok.
Amma...
(?)
İngiltere ve Osmanlı devletlerinin politik ve askeri
çıkarları için savaş çığırtkanlığı yapan ve bizzat Batı
Adigey’de 27 Haziran 1856 ile 5 Aralık 1859 yılları
arasında kalan Polonyalı subay Thephıl Lapınski bizlere
bu konuda yeterli ve ayrıntılı bilgiler vermektedir.
Gelin
şimdi bu çağdaş olayın 120 sene öncesine gidelim ve hep
beraber Th. Lapinski’yi dinleyelim:
“Yıl, 1856. Daha önceleri köle olarak İstanbul’a
satılıp, Behset adını alarak paşalık rütbesine ulaşan ve
Osmanlı hizmetinde görev yapan Behset paşa, Reşit
paşanın ısrarıyla Wubıhların valisi unvanıyla
Çerkesya'ya gönderilir. Aslı
köle ailesinden geldiği için Wubıhlar onu kabul
etmedikleri gibi kendisiyle alay ederler. "Sen önce
halen köle olan kardeşlerinin hürriyetini satın al,
ondan sonra konuşma hakkın olur", diyerek dışlarlar ve
dinlemezler. O da kardeşlerinin hürriyetini satın
alarak İstanbul’a geri döner.”
1997’li
yıllarında Adigey ve Kabardey Cumhuriyetleri kültür
bakanları, Ehsan Saleh, Ankara derneğinden rahmetli
Tlışe Süleyman Yançatoral ve Adige Şuşe Chase’nin
finanse ettiği beş araştırman bilimciyle birlikte Tokat
iline gezimiz olmuştu. Bir Abzegh köyünde yapılan
toplantıda, bilim adamları, herkese sırayla
‘’kimlerdensin?’’ sorusunu yöneltiyordu. Köylüler
sırayla cevap verdikçe yanımda oturan, ‘’ay tlepk yıep’’
yani onun sülalesi yok çünkü köledir ya da o soylulardan
değil diyerek kulağıma fısıldıyordu. Soylularını
ihtilalle yok eden Abzeghler de halen sosyal sınıflar
yaşıyor. Ya ihtilal yapmayan diğer kabileler?
Yine
1968 yılında Antalya’da dernek kurma girişiminde olan
üniversite öğrencileri; Abzegh Yeleme köyüne giderek
kültür derneği kuracaklarını, Adige kültürünü
yaşatacaklarını, örf ve geleneklerini
canlandıracaklarını söylediler. Bazıları memnuniyet
içinde; ”bu köyün pşısı benim, sizi destekliyorum,
arkanızdayım” derken, diğer bir kısmı da; ”hangi Çerkes
kültürü ve geleneğinden söz ediyorsunuz siz? Başka
işiniz kalmadı mı sizin? Ben sırtımda soyluların kamçı
acılarını halen duyuyorum. Vazgeçin o sevdanızdan!’’
diyerek karşı çıkarlar. Sonuç; dernek kurulur ancak üye
sayısı belirli bir sayıyı geçmez.
Toplumda
sınıflar arası uçurumlar ve yaralar halen olduğundan
derneklere ilgi azdır. Çünkü dernekler ‘’Çerkescilikten
ne anladıklarını‘’ açıkça söyleyememekte,
yazmamaktadırlar. Sonuçta yukarıda Yeleme örneğinde
olduğu gibi her sosyal sınıf; Çerkes kültürünü yaşatmak
amacını, kendine göre yorumlayarak ya destek olmakta ya
da aktif ve pasif olarak karşı çıkmaktadır ve
derneklerde yerlerinde saymaktadır.
Gelin bu
arada hep beraber Uve Hallbachı dinleyelim. “Dağıstan’da
savaşan Rus ordusundan bir subay 1830’da sosyal
sınıfların toplumdaki etkinliğin farkına varır ve şöyle
bir rapor verir: Kafkasya’yı savaşsız işgal edebiliriz,
toprağı işlemeyi modernleştirip, köleliği kaldırırsak.
Rapor hiç dikkate alınmaz. Şamil’in başarılı olmasının
bir nedeni de işte bu sosyal yaranın farkına vararak,
köleliği kaldırmasındandır.“
Ne yazık
ki; Kafkas-Rus savaşlarının asıl sorumluları ortaya
çıkarılmadan, çok basit bir mantık ile tüm suçlar
Ruslara yüklenmektedir. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle
yürütülen propaganda ile moda haline gelen Rus
düşmanlığı propagandasına, Çerkesler de isteseler de
istemeseler de kendilerini kaptırmışlardı. Yazılan
tarihi makaleleri de bilimsellikten uzak NATO doktrini
paralelinde yazılmıştır. Hatta yayınlanan dergiler
tamamen bu doktrinin paralelinde yazılarla
doldurulmuştur. Ankara derneğinin 1968-69 döneminde
başkanlığını yapan sayın Dr. Med. Zekiye Kazuk ile aynı
yönetim kurulunda beraber çalışmıştım. Ankara Ulus
Anafartalar’daki muayenehanesinde dernekle ilgili
işlerimizi konuşurken, konu ister istemez tarihimize
geldi. “Çerkesleri komünistler kovdu“ dedi. ‘’Zekiye
abla, Çerkesler kovulduklarında komünizmin felsefesi
olan Kapital’i Karl Marx daha yazmamıştı. Rus ihtilali
ise sürgünden 53 yıl sonra yapıldı. Nasıl olurda daha
dünyada olmayan komünistler, Çerkesleri kovsunlar?’’
açıklamasında bulunarak, bu gerçeğe zor inandırmıştım.
Düşünün Ankara’da bir doktor ve köyündeki bir çiftçiyi!
Yaşlanan
Osmanlı devletinin gerilemesi ile birlikte; yeni ve
dinamik Çarlık İmparatorluğu’nun durmadan genişlemesi,
Osmanlıları ve İngilizleri telaşlandırır ve birden bire
Kafkasya’ya ilgi göstermeye başlarlar. Osmanlılar o güne
kadar yapmadıkları İslamlaştırma yani misyonerlik
çalışmalarını her nedense Çerkesya’da ilk defa
uygulamaya başlarlar ve 1782’de gürcü asıllı Ferah Ali
Paşa’yı Tzığotz’ık (Soğucak) kalesine gönderir. Asıl adı
Giovanni Battista Boetı olan, İslam dinini alan, Şeyh
Mansur adıyla bilinen derviş 1791’de Osmanlı desteğiyle
ilk organizeli savaşları başlatır.
Osmanlıların bu politik ve askeri hareketi Çarları
telaşlandırır ve Ruslar büyük bir hızla Kafkasya’ya
yönelirler. Böylece Rus-Kafkas savaşları başlar. Savaş,
Osmanlıların işine geliyor ve körüklüyordu. Buraya
bağlanacak askeri güç, Rusların Balkanlarda, Orta
Asya’da ve Güney Kafkasya’da ilerlemesini
engelleyecekti. Plan çok iyi tutar. Osmanlılar pokerde
çok iyi bir as çekmişlerdi. Ruslar her yıl 10 ile 30.000
askerini savaşta kaybederken, Rusya bütçesinin 6’da 1’i
Kuzey Kafkasya savaşına harcanıyordu. Maliye Bakanı
Kankrin 1844’de savaşın durdurulmasını Çar’dan ister.
(Bkz. Uwe Halbach Der Kaukaus ın der Wahrnehmung
Russlands S. 53).
Plan
tutmasına tuttu da Kuzey Kafkasya’yı ateşe atarak
tamamen yaktığı gibi Adige halkının da yok edilmesinin
öncülüğünü de yaptı. Osmanlının suçu ve sorumluluğu yok
mu acaba ?
Ruslar
savaşın yanı sıra barışçı yolların planlarını da çiziyor
ve uygulamaya çalışıyordu. Alman Asıllı Güney Rusya
valisi General Buchholz Çar I. Alexandere 1813’de
sunduğu planla tüm Çerkesya kıyıları ablukaya alınacak
ve Osmanlılarla ticareti önleyerek, Ruslarla ticarete
teşvik edilecekti. Natıkudsch soylusu Mehmed
Şenderıkonun kızı generalin bir akrabası ile
evlendirilir. Ruslara Pşad ve Jelentzıkda kale
kurmalarına müsaade edilir. Beş yelkenliden oluşan bir
ticaret filosu kurulur. Cenevizli Scaffi’nin
başarısızlığı ile planlar uygulanmaz. Petersburg’dan
gönderilen paralarda yerini bulmaz ve kaybolur. Bu ve
buna benzer barışçıl yolların yanı sıra savaşların tabii
sonucu olarak bir birlerine karşı barbarca kıyımlara da
sahne olmuştur.
Yine Çar
1.Nıkolaus 1837 ve Çar 2.Alexander 18 Eylül 1861’de
Adigelerin ayaklarına gelerek anlaşma yollarını
aramışlardır. 2.Alexander, Chımışç’ede Abzeghlerle
görüşür ve şu tarihi konuşmayı yapar:
‘’Ben hiç bir halkın ayağına gitmedim. Sizin ayağınıza
kadar geldim. Savaş istemiyorum. Dininize, geleneğinize,
göreneklerinize karışmayacağım. Benim isteğim Güneye
inmek. Askerlerim buradan geçerken rahat ve güven içinde
geçsinler. Gelin anlaşalım. Bu topraklar sizin
topraklarınız. İngilizlere de Osmanlılara da kanmayın.
Şimdiye kadar ne yardımı yaptılar ki, şimdiden sonra
yardım etsinler? Osmanlıların yardım edecek güçleri yok.
İngilizler çok uzaktalar ve yardım etmeyeceklerdir.‘‘
der. Abzegh önderlerinden Zeyko Hacemiko Haci (Цэйкъо
Хьаджэмыкъо Хьаджы) ayağa kalkarak şu tarihi cevabı
verir: ’’Vatanım Adigey’i çok seviyorum. Buraların
çocuklarımın da vatanı olarak kalmasını istiyorum.
Savaşla vatanımıza sahiplenemeyeceğimizi anlamış olmamız
gerekir. Osmanlılar ne yardım etmek istiyorlar ne de
yardım edecek durumları var. Ben sayın Çar Alexanderin
dediklerini doğru buluyor ve barış antlaşması
taraftarıyım.’’
Arkasından Tl’she Sh’utz’ejiko (Л1ышэ Ш1уц1эжьыкъо) söz
alarak şunları söyler: ’’Sayın Çar önce askerlerinizi
Adigey’den çekiniz. Yoksa son savaşçımıza kadar
savaşacağız.’’’ der ve elindeki torbadan bir avuç tuz
çıkararak Şhaguaşe nehrine serper. ‘’Gördünüz mü tuzun
nasıl eriyip gittiğini? İşte bu bir avuç tuz gibi
bizlerde Rusların arasında eriyip gideceğiz’’ der.
Zaman
kimi haklı çıkardı acaba?
Bu iki
önderin konuşmalarından sonra Abzegh delegeler arasında
sonu gelmez tartışmalar başlar. Durumu iyi kavrayan Çar
ayağa kalkarak, ‘’önce kendi aranızda anlaşın! daha
sonra görüşürüz. Ancak savaş isteyenler varsa zafere
kadar savaşa devam edeceğimi bilmelerini istiyorum’’
diyerek oradan ayrılır. Barış taraftarları dağlardan
inerek Pşıze ovasına yerleşirler.
Adigelerin çoğunluğu barış tekliflerini neden kabul
etmiyorlardı, sorusu akıllara gelebilir. İşte burada
Osmanlı bilhassa Çerkesya’da cirit atan İngiliz
ajanlarının çok önemli bir rolü olduğunu göreceğiz.
Kafkasya’da bir cephenin oluşması Osmanlıların ve
İngilizlerin işine geliyordu. Çünkü Kuban-Terek askeri
hattında Rusya yarım milyon asker bulunduruyordu. Bu
askeri gücün ekonomik yükü çarlık bütçesini çok
sarsıyordu. Savaş giderleri 1851 de 400 Milyon gümüş
Ruble’yi buluyordu. Osmanlılar bu sayede Balkanlarda
işgal ettikleri verimli toprakları ellerinde
bulunduruyorlardı. Dağlık Adigey’in ne zenginliği vardı
ki?
İngilizler ise Hindistan, Afganistan gibi ülkeleri
kolonileştiriyor ve Orta Asya’yı da kolonileştirmek
istiyordu. Hindistan’ı 50.000 askerle kolonileştiren
İngiltere, Kuzey Kafkasya da bilinçli savaş
çığırtkanlığı yapıyordu. Bu iş içinde İngiltere son
derece akıllı ve zeki bir casusunu Davud Urquhart
1833’de Osmanlı devletine elçilik 1. sekreteri
göreviyle gönderir. Kendisi doğrudan doğruya İngiliz
Kral 4. William’sın özel sekreteri Sir Herbert Taylor
ile Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’a bağlı çalışıyor,
onlardan direktif alıyordu. Onlara karşı sorumluydu.
Urquhart, Osmanlı devletini İngiliz himayesi altına
alabilme planlarını yapar, yürütür ve başarır. Bu plana
göre yine Osmanlılarla Rusların birbirlerini askeri ve
ekonomik alanda yıpratarak yok etmeleri de vardı.
1830
yılında Polonyalıların Ruslara karşı baş kaldırmasını
planlayan soylu Adam Czartorski başarısız olunca
İngiltere’ye kaçar. İngilizler ona da Rusya’nın içinde
ayaklanmaları organize etmesi görevi verilir ve
Urquhart’la beraber çalışır.
Urquhart
1834’de Çerkesya’ya gelir, ev ev gezerek Ruslarla barış
antlaşması yapmayacaklarına dair yemin ettirir. Anapa’da
15 Çerkes beyi ve 200 thamadeyle bir toplantı yapar.
Rusya’ya karşı savaşa başlamalarını ve karşılığında
kendilerine tuz, barut, kurşun vereceğini ve İngiltere
hükümetinin de her türlü desteğini sağlayacağı, sözünü
verir. Daha sonra savaş kışkırtmacılığını gündemde
tutmak için sırasıyla J. B. Stanıslau, Longwort ve Ct.
Spencer’i Çerkesya’ya gönderir. Bu sıraya İngiltere’den
maaş alan bir çok Polonyalı (Zamaiski, Konantyevski,
Lapınskı gibi) ve Macarları da ekleyebiliriz.
Çerkeslerin artık İngiliz yalanlarına inanmadıklarını
sezinleyen Urquhart, Longwortha avcı üniforması
giydirerek Çerkesya’ya gönderir. Çerkesler, İngiliz avcı
üniformasıyla resmi askeri üniforma arasındaki farkı
bilmediklerinden, askeri yardımın nihayet geldiğine
inanırlar. Kurnazca oynanan bu oyun, Ruslarla İngilizler
arasında herhangi bir diplomatik skandal da yaratmaz.
Çünkü, Çerkesya’ya gelen nihayet bir avcı idi. Aynı
Davıd Urquhart,
İngiltere’nin Glasgow kentinde tüccarlara verdiği bir
ziyafette, ‘’İngiltere, Çerkesleri desteklemelidir’’
derken şu sözleri bilhassa Adigeler için çok önem
taşıyordu: "Çerkesler Hindistan’ın bekçileridir.
Bu nedenle hükümetimiz en kısa zamanda Çerkeslere yardım
etmelidir".
Almanca
bilen ve tarihimizle ilgilenen dinleyicilerin Neue
Solidarıtaet Sonderdruck Dezember 1999’da yayınlanan
Davıd Urquharts Heiliger Krieg Zur Geschıchte des
Grossen Spıels der Briten im Kaukasus, adlı bilimsel
yazıları okumalarını bilhassa tavsiye ediyorum.
Sayın
dinleyiciler,
Bir
taraftan savaş körüklenirken, diğer taraftan Osmanlılar;
Çerkesleri göçe, çeşitli nedenlerle özendiriyorlar,
göçün propagandasını yapıyorlar ve para topluyorlardı.
Anadolu’dan Osmanlı ordusuna artık asker gelmez olmuş
Anadolu’da toprağı işleyecek insan gücü de kalmamıştı.
Babı-ali; Çerkesleri Balkanlara yerleştirerek, (Osmanlı
sınır bekçiliğini yaptırarak) Balkanlardaki Türkleri
tekrar Anadolu’ya geri getirmek istiyordu. Hep beraber
Th. Lapinskiyi dinleyelim:
‘’5
Aralık 1858 tarihinde Lapisnki Tuapse'den beş askeriyle
birlikte bir gemiyle ayrılır. 7’sinde Trabzon, 21’inde
de İstanbul’a varır. Lapinski, İstanbul’a varınca
duyduğu, öğrendiği haber ve bilgilere hayretler içinde
şaşar kalır. Babı-ali'de yapılan planlara göre
Osmanlılar Çerkesleri anavatanlarından göç ettirerek
Rumeli'ye yerleştirmeyi tasarlamaktadırlar. Bunun
propagandası ise açıkça Osmanlı hükümetince
yapılmaktadır. Lapinski bu planların ve politikanın çok
yanlış olduğunu hükümete anlatmak ister. Ancak kimseye
dinletemez. Yapılan planlara göre; Osmanlılar, Balkan
halklarına karşı Çerkesleri (aynı gaye ve planlarla
Tatarları da getiriyorlardı) bir set şeklinde
yerleştirmeyi düşünüyorlar, bu yolla Balkanlarda
müslüman azınlığı çoğaltarak, hristiyanların ve ulusal
ayaklanmaları bastırarak, kontrol altına almak
istiyorlardı.’’
Halbuki
bu yanlış politika ile getirilen Tatarların acıklı
durumunu görüp ders almıyorlardı. Getirilen Tatarlar
açlıktan ölüyor ve bir çoğu da tekrar Rusya'ya
dönüyordu. Çar; dönenleri, hristiyan dinine girince
kabul ediyordu.
6000 Kaberdey Adigesi’de Tatarlarla
beraber aynı acı sefil, insan haysiyetini rencide edici
kaderi paylaşıyordu. Osmanlılar yukarıdaki insanlık
dışı planlarını gerçekleştirebilmek için, bir çok
fanatik fundementalist Adigeleri de Adigey'e gönderir.
Ancak daha önce yukarıda sözünü ettigimiz Tatar ve
Kaberdeylerin acıklı durumlarını görünce, Osmanlının
gerçek yüzünü anlarlar, geriye Kaberdey'e dönenler
başlarına gelenleri ve gördüklerini açıkça anlatırlar ve
göçü durdururlar.
Görüldüğü gibi daha savaş devam ediyordu. Osmanlıların
göçü teşvik etmeleri ve bunun planlarını yapmaları,
Osmanlının göçe ve göçe özendirme de etkin rolü olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Daha savaşlar devam ederken
ve herhangi bir antlaşma imzalanmadığı halde on
binlerce Adige, Osmanlı propagandalarına kanarak kendi
arzularıyla Osmanlıya göç etmişler, ettirilmiştir. Bunun
suçlusu da Osmanlılardır.
21 Mayıs
1864’de savaş bitince, Soçi’de imzalanan barış
antlaşmasının şartlarında herhangi bir sürgünden de söz
edilmemektedir. Anlaşmaya göre dağlarda yaşayan Adigeler
en geç bir ay içinde dağlardan inerek ovalara
yerleşecekler ya da Osmanlı devletine göç edecekler. Kim
ki, bu antlaşmaya uymuyor savaş tutsağı muamelesi
görecektir. Hatta Çar, Wubıhlara özel haber göndererek
vatanlarını terk etmemeleri için ricada bulunur. Buna
rağmen terk ederler.
Çerkesya
düştükten sonra Rusya büyük bir hızla Orta Asya Türk
emirliklerini çok kısa zamanda kontrolü altına alarak,
İngilizlerin Sibirya’ya girmelerini önler. Osmanlılarda,
Balkanlarda hızla toprak yitirirler, hatta 1878’de Rusya
ordusu Çorlu’ya kadar gelir. İngilizler müdahalede
bulunmasalardı 1878’de Osmanlı devleti yıkılarak
Rusya’nın işgaline uğrayacaktı.
Sonuç
Yukarıda
kanıtlarla verilen bilgilere göre herhangi bir resmi
sürgünden söz edemeyiz. Olay sürgün değil göçtür.
Göçün sorumlusu ise feodal beyler ve Osmanlılardır.
Osmanlılarca planlı hazırlanmış özendirilerek,
kandırılarak göçürülmüşlerdir.
Osmanlılar kadar İngilizlerde aynı sorumluluğu
taşımışlar ve kendi askeri stratejik çıkarları için
Adige halkını savaşa teşvik ederek, savaştırarak yok
ettirmişlerdir.
Çarlık
Rusya’sı da bazı soylulara para ödeyerek göçü
desteklemiştir.
Çarlık
Rusya’sı generalleri ve memurları kendi çıkarları
nedeniyle barış yerine savaş istemişler ve bundan maddi
kazanç sağlamışlardır.
Günümüzde sürdürülen savaşlara ve savaş için bulunan
nedenlerle geçmişteki nedenler değişmemiştir.
İngiltere’nin başbakanı W. Churchill’in ünlü söylevini
burada tekrarlıyorum: “İngiltere’nin dostu yok çıkarları
vardır.“
Bizde
‘’Çerkeslerin dostu yok, çıkarları vardır’’
diyebildiğimiz an başarıya doğu ilk adımı atmış oluruz.
Tabii ki
son sözümü Çerkes halkını kendi çıkarları için cepheye
sürerek, yalnız bırakarak etnik ve kültürel sonunun
başlanıcını hazırlayan İngiliz diplomatının vecizesi ve
Osmanlı diliyle bitirmek istemiyor ve Yeleme köyünde biz
çocuk iken nasihatte bulunan Bexan ninenin Adigece
vecizesi ile bitirmek istiyorum:
“к1элэхэр зашумгъэдэл. Удэлэмэ узгъэдэлэштыр бэ хъушт!”
’’Çocuklar deli, aptal olmayın. Aptal olursan seni
aldatacak çok olur.’’
Bechan Nine
Шъомызэшэу шъукъзэрэсэдэ1угъэм пае шъопсэу шосэ1о.
Sabırla
beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Kaynakça
Essad Bey
Zwölf Geheimnisse im
Kaukasus. Berlin Zürich 1930
Halbach Uwe
Die Bergvölker als Gegner
und Opfer. Der Kaukasus ın der Wahrnehmung Russlands.
In: JGO Beiheft, 5 1991 s.52-65
Kanıtz Felıx Phılıpp
Donau Bulgarıen und der
Balkn. Leipzig 1875, 3 Bde.
Ladyzenki Alexander.
Dıe Entstehung und
Entwıcklung des Staates beı den kaukasıschn Bergvölkern.
In: Zts. für Völkerpsychologıe und Sozıologıe. Bd.VI-
VIII Leıpzıg 1930-31
Lapinski Theophil
Die Bergvölker des Kaukasus
und ihr Freiheitskampf gegen die Russen. Hamburg, 1863,
2 Bde.
Neue Solidaritaet.
Wiesbadeen 1997
Özbek Batıray
Çerkes Kronolojisi. Ankara
, 1991
Dıe tscherkessıschen
Nartensagen Heidelberg, 1982
Avrupa Gözüyle Çerkesler.
Ankara, 1996
Erzaehlungen der letzten Tscherkessen auf dem Amselfeld.
Bonn, 1986
|