...................
...................
AZINLIKLAR ÜZERİNE

Mehmet Ali Aslan
Radikal
  21 Ekim 2004

                         
 
...................
 
 
Azınlık, aşağılayıcı ve korkutucu bir kavram olarak toplumsal hafızamıza kazındı. Lozan Sözleşmesi, sadece gayrimüslim Rum, Ermeni ve Yahudileri azınlık olarak kabul etti. Diğerleri Türk'tü. Türkiye coğrafyasında, tek dile, tek kültüre dayalı bir Türk milleti yaratmak için asimilasyon
politikası uygulandı.

Gayrimüslim azınlıkların asimilasyonu mümkün görünmüyordu. Onları da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, sürgünler gibi uygulamalarla göçe mecbur edip bu coğrafyadan silmeye çalıştılar. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Ekonomimize büyük katkıları olan, sosyal hayatımıza renk katan ve kültürümüze seviye kazandıran bu vatandaşlarımızdan geriye bir avuç insan kaldı. 1915 trajedisini unutmadıkları için Ermenilere, Yunanistan'a olan düşmanlık  nedeniyle Rumlara, antisemitizmin etkisiyle Yahudilere, medyada sürekli  olarak hakaret edildi. Şoven milliyetçi hareketlerin, siyasi İslam'ın saldırı hedefi oldular.

Kurulu düzenin temsilcileri ve sözcüleri, Müslüman azınlıklara dönüp, "Sakın azınlık olduğunuzu söylemeyin. Onların akıbetine uğrarsınız" diye gözdağı verdiler.


"Hainler"

Oysa bu ayrımcı ve aşağılayıcı politikalara, medya saldırılarına karşı
sessiz kalan, kısmen de katılan Müslümanların çoğunluğu da azınlıktı.
Kürtler, Çerkezler, Çeçenler, Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar, Araplar,
Aleviler ve diğerleri. Bunlar asimilasyon politikalarının hedefiydi.
Direnişleri, şiddetle cezalandırılıyordu. Kimlikleri tanınmıyordu. Hiçbir
kültürel hakları yoktu.

Herkes Sünni Müslüman Türk olmayı kabul etmek zorundaydı. Hiç kimse
"azınlık" olduğunu söyleyemezdi. Yasalar, "azınlık yaratma"yı ağır cezai
yaptırımlara bağlamıştı. Resmi görüşe göre, Türkiye'de, Lozan'ın kabulü
dışında, azınlık yoktu. Bunu "yaratmaya çalışan hainler"in yeri
cezaevleriydi.

Bu nedenle, azınlık kavramı, hep gayrimüslimlerle özdeşleşen, korkutucu,
ürkütücü ve aşağılayıcı bir kavram olarak kabul edildi ve bu gruplara karşı,
Müslüman halkın dini ve milli önyargılarını güçlendirdi.


Azınlık yaratma

Ulus-devletlerin sınırları içindeki azınlıklara uygulanan baskılar ve
ayrımcı politikalar büyük tepkilere yol açıyordu. Bunların korunmasını
sağlamaya yönelik uluslararası mekanizmalar oluşturulmaya çalışıldı. Bu
bağlamda, Avrupa Konseyi iki önemli sözleşmeyi kabul etti.

Bunlardan biri, "Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve
Sözleşmesi". Diğeri "Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı".
Türkiye, bu sözleşmeleri imzalamadı. Ancak Kopenhag Siyasi Kriterleri
"Azınlıkların Korunması"nı da içerdiğinden, Türkiye bu sözleşmelere uymak zorunda.

AB İlerleme Raporu'nda, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin azınlık
oldukları ifade edilince, Türkiye'deki egemen güçler büyük bir korkuya ve
paniğe kapıldılar. Azınlık tanımlaması, bu gruplara, hem kimliğin kabulünü
(Kürt azınlık, Çerkez azınlık, Alevi azınlık gibi) hem de sözleşmelerde sözü
edilen haklardan ve güvencelerden yararlanma hakkını sağlayacaktır.
Yıllarca, Lozan'ın kabulü dışında azınlık olmadığını iddia eden, gerçeği
ifade edenleri "bölücülük" ve "azınlık yaratma" suçlamalarıyla ağır şekilde
cezalandıranlar, güçlü bir dış müdahaleye karşı çaresizlik içinde, içeriye
dönük saldırıya geçtiler.

Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu, ülkemizde örnekleri çok az görülen, bilim adamlığına yakışır bir cesaret ve dürüstlükle hazırladıkları raporda, soruna doğru ve objektif yaklaştıkları için, Başbakan'dan "sendikacı"sına kadar, sistemin bütün temsilcilerinin ve destekçilerinin saldırılarına uğradılar.
Oysa rapor, yasayla kurulmuş, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuna aitti.

Sistem, işine gelmediği zaman kendi koyduğu yasaları hiçe sayıyordu. AB'ye gücü yetmeyenler, milliyetçi bir refleksle namuslu aydınları linç
girişiminde bulunuyorlardı.

Bu şiddetli tepkiyi gösterenlerin kökeni araştırıldığında, yüzde 80'inden
fazlasının Kürt, Laz, Çerkes, Çeçen, Boşnak, Arnavut vd... oldukları
görülür. Türk milliyetçiliği adına, şoven bir anlayışla kendi kökenlerine
düşman ve onu yok etmeye adeta programlanmış bu insanların, özel çıkar güdüsü yanında, içinde bulundukları ruh halinin de bir açıklaması olmalı.
Bütün bu unsurların, azınlık kavramına karşı çıkmaları, korku ve telaşa
kapılmaları anlaşılır bir durumdu. Fakat Kürt temsilciliğine soyunan
profesyonel Kürt politikacılarının da bunların safında yer almaları çok
yadırgandı.

Her zaman olduğu gibi, sisteme destek sunmak için mi, yoksa azınlıklarla
ilgili uluslararası gelişmelere yabancı oldukları ve azınlık kavramının,
gayrimüslim vatandaşlarımızla özdeşleşen o aşağılayıcı anlamına katıldıkları ve haksız önyargılara sahip oldukları için midir, bilinmez, bunlar da Kürtlerin azınlık olarak tanımlanmasına şiddetle karşı çıktılar. AB
yetkililerine, Kürtlerin azınlık değil, devletin asli kurucu unsuru olduğunu
iddia ettiler. Kimliği bile kabul edilmemiş bir toplumun, devletin asli
kurucu unsuru olduğu iddiasını, aklı başında hiç kimse ciddiye almadı. Bunu, sisteme verilen bir destek olarak kabul etti.

Gerekçeleri farklı da olsa, Kürtleri azınlık olarak kabul etmeyen iddialar
aynı sonuca varıyor. Kürt kimliğinin kabulünü ve Kürtlerin, azınlıklara
tanınan uluslararası koruma mekanizmalarından yararlanmalarını önlüyor.


Bugünkü durum

Türkiye'de 25'ten fazla azınlık mevcut. Bunlardan Kürtlerin ve Alevilerin,
diğer azınlıklardan farklı bir durumu var. Bu iki azınlığın her biri 15
milyondan fazla. Türkiye nüfusuna oranla az, fakat bazı bölgelerde çoğunluk. Bir diğer özellik ise Kürtlerin binlerce yıldan, Alevilerin yüzlerce yıldan beri, bulundukları bölgenin yerleşik halkı olmaları.

Diğer etnik gruplar ise sayıları az, dağınık ve anavatanlarından, göçlerle,
sürgünlerle Türkiye'ye gelmiş diasporalar. Bunlarla ilgili bir tehdit
algılaması yok.

Fakat sayıları, kültürel özellikleri, coğrafi konumları bakımından, şartlar
elverişli olduğunda, ulus-devletlerini kurabilecek yeterliğe sahip olan
Kürtler, hep bir tehdit olarak kabul edildi. Varlıkları tanınarak,
demokratik bir düzende yan yana yaşamak yerine, asimilasyon politikalarıyla eriterek bu "tehditten" kurtulma yolu seçildi. Bu da, sürekli bir çatışmaya neden oldu.

Bugün durum farklı. Milli pazarın ihtiyaçlarına cevap vermek için kurulan
ulus-devletler, gümrük duvarlarının kalkmaya başladığı, bir dünya pazarının
oluştuğu çağımızda, işlevlerini ve ekonomik altyapılarını yitirmeye başladı.
Bu modelin yeniden inşasına çalışmak, tarihsel gelişmeye ters düşer.
Yarısından fazlasının Türkiye'nin batısında olduğu ve AB ile entegrasyon
hedefine sarıldığı Türkiye'deki Kürtlerin, ulus-devlet kurma arzusu
bulunmadığı gibi, Ortadoğu'daki güç dengeleri hesaba katıldığında, bunun
imkansız olduğu görülür.

Fakat, işlevlerini önemli ölçüde yitirmeye başlayan ulus-devletlerin
ideolojisi olan milliyetçilik ve ulus-devletin üst kurumları, varlıklarını
bir süre daha, inatla sürdürdükleri için çatışmalara yol açıyor ve
entegrasyonu engelliyor. "Kürt tehdidi", politik malzeme, baskı ve soygun
düzeninin devamı için gerekçe olarak kullanılıyor. Oysa Kürt halkı,
kendilerinin, Türkiye'nin diğer kesimleriyle entegrasyonunu sağlayacak,
uluslararası koruma ihtiyacını ortadan kaldıracak demokratik bir düzenin
özlemi içinde.

Azınlık statüsü geçicidir. Türkiye'de demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla
yerleşir, Türk kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilir, "Türkiye" ise
bütün etnik, dilsel, dinsel, kültürel farklılıkları içinde barındıran bir
üst kimlik olarak anayasada yer alırsa, iç hukukun güvencesinde, bu
kimliklerin kendilerini geliştirme ve ülke yönetimine katılma imkanları eşit
olarak sağlanırsa, bunların uluslararası hukuk tarafından korunmaya
ihtiyaçları kalmaz. Kimsenin azınlık duygusuna kapılmadığı demokratik bir
düzende, azınlık statüsünden de söz edilmez.