Bu eski şarkı ve
öykülerimizde karşılaştığımız başlıca eksiklik,
olayların geçtiği tarihin belirtmemiş olmasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan tarih sahnesinden
çekilmesine kadar, saray ve harem herkesin ilgisini
çekti. Osmanlı'ya mahsus bir şey değildi harem; ama, var
olduğu hiçbir yerde Osmanlı'daki kadar etkin olmadı.
Orta Asya'da Türk hakanlarının gözdeleri Çinli
prenseslerdi. Türk saldırılarını önlemenin en kolay yolu
olarak bunu gören Çinliler, sonradan, prenseslerin
göçebe Türklerle birlikte olmak istememesi dolayısıyla,
soyluların yerine sıradan cariyeleri gönderdiler.
Selçuklu sarayında ise Rum, Gürcü ve Ermeni kızlar
vardı. Osmanlı kuruluşunda 'mavi kanlı', yani soylu
kızlara yöneldi.
Hükümdar ve şehzadelerin eş olarak seçtikleri kızın ya
Anadolu beylerinin ya da Karadeniz çevresinde kümelenmiş
devletlerin prensesleri olmasına dikkat ediliyordu.
Ancak sonradan bu âdet tamamen terk edildi ve harem
bütünüyle ya esir alınarak İstanbul'a getirilmiş ya da
esir pazarından seçilip alınmış güzel kadınlar topluluğu
haline geldi.
Son yüzyıla kadar haremde İtalyan, Fransız, Sırp, Rus,
Ukraynalı, Çerkez, Gürcü, Ermeni, Rum kökenli kızlar
arasında ayrım yoktu. Nasıl ki küçük yaşta esir alınıp
Enderun'da eğitilen ve devlet hizmetine alınan erkek
çocuklar için devletin en üst kademesine kadar yükselme
imkânı varsa, harem kadınları için de valide sultanlık
makamına kadar tırmanmak mümkündü. İçlerinde 'saltanat
naipliği' yapanlar, devletin kendisinden sorulduğu
konuma gelenler de çıktı.
Sultanlık yolu
Osmanlı sarayındaki kadınların hepsi 'hizmetkâr'
manasında cariyeydi. Tamamının 'güzel' olduğu da esasen
hayalden ibaret. Çoğu temizlik hizmetlerinde, ayak
işlerinde çalıştırılmak üzere alınmış kadınlardı.
Pek azı güzelliği dolayısıyla seçilerek saraya gelmişti,
bunlar içinden de istisnai durumlar hariç, küçük bir
bölümü padişahın 'firaşına' (yatağına) ulaşabilmişti.
Genellikle savaş ganimeti arasında gelirler, ordu
kumandanları ve valiler, hükümdara hediye göndermek
istediklerinde 'paket'e iliştirilirlerdi. Padişahların
anneleri ve kız kardeşleri de ailenin yüzük taşı
konumundaki erkeğe 'layık kız' bulmak için esircilerle
anlaşır, ellerine 'güzel bir parça' geçtiğinde onu kısa
bir hazırlık devresinin ardından vesile yaratarak taht
sahibine 'sunma'nın derdine düşerlerdi... Böylelikle
dikkati çekip geçici bir süre 'gözde' mevkiine yükselmek
yetmezdi şüphesiz bu kızlara. Zira bu konumun garantisi
yoktu. Yeni gelen biri yüzünden birden gözden düşüp
'odalık' mevkiine itilebilirlerdi. Tırmanış ancak
padişahtan hamile kalmakla başlayan süreçti. Doğurmak,
hatta şehzade doğurmakla imtiyaz sahibi olurlardı.
Hasekilik, kadın efendilik ise gerçek manada 'saraylı
olmak' demekti. Şehzade anneleri için tek dert
çocuklarının Osmanlı tahtına çıkma şansını elde edip
edemeyecekleriydi. Bu zirve yarışında pek çok erkek
çocuğunun hayatını kaybettiğini hepsi bilirdi. Ancak
valide sultanlığın göz kamaştıran konumu, şans ne kadar
küçük olursa olsun yarıştan koparmazdı hiçbirini. Kısa
bir zamanda peş peşe tahttan indirilip öldürülen
hükümdarların ardından akıl hastası şehzadelere bile
fırsat tanıyan bir sistemin içindeydiler çünkü.
Mümkün olduğunca çok sayıda şehzade doğurmak, onlardan
hiç değilse biri ile 'valide sultan adayı'nın hedefe
varma ihtimalini güçlendirirdi. O yüzden kadınlar
arasındaki rekabet daha kıyıcı, daha gaddarcaydı.
'Hediye
kızlar' devri geçti
İmparatorluğun son yüzyılında esir pazarları güzel
kızların alınıp satıldığı yerler olmaktan çıkıp,
'hizmetçi ticareti'nin yapıldığı yerler haline gelmişti.
Galibiyetle biten savaşlar azaldıkça esir kızlar; toprak
kaybı, güç kaybıyla 'hediye kızlar' gelmemeye başladı.
Giderek harem zenci halayıklar ve 'gedikli' odalıklar
ağırlıklı bir görünüm kazandı.
İbrenin yönünü değiştiren Rusya oldu. Kafkaslarda mutlak
hâkimiyet sağlamayı hedefleyen çarların üzerine
yürüdükleri ülkeler arasında Çeçenistan, Dağıstan başta
geliyordu. On binlerce aile dağıldı, saldırılardan
canını kurtaranlar ilk fırsatta soluğu Anadolu'da,
İstanbul'da aldılar. Güzel kızların gözünde saray sadece
kendileri için değil aileleri için de 'kurtuluş'tu.
Nitekim çoğu ana-babası tarafından getirildi hareme.
Padişahın iltifatına nail olamasa bile kızlarının
hayatı, geleceği garantide olacak, uyum gösterdiği
takdirde oradan gelin olarak çıkacaktı. Güzellikleriyle
ilgi odağı olan Çerkez kızlara ilgi sarayla sınırlı
kalmadı. Pek çok üst seviyede görevlinin konağını da
renklendirdiler. Çerkez gelin almak, Çerkez kızla
evlenmek moda oldu. Evinden, erkeğinden başka kimsenin
kulu kölesi olmayan manasında, 'kul cinsi' diye
adlandırılıyorlardı. Aldıkları terbiye 'erkek toplumu'
olan Osmanlı'nın yaşam kültürüne uygundu. Diğer halklara
mensup kadınların aksine şirretlikten, hırstan eser
yoktu onlarda. Nitekim Osmanlı sarayında valide sultan
veya hanım sultanlar içinde sebep olduğu olaylarla iz
bırakmış bir tek Çerkez kadın çıkmadı. Sonuçta,
'saraylı' demek Çerkez demekle eşanlamlı olup çıktı.
Deli
Fuat Paşa
Çerkez erkekleri de Osmanlı Sarayı'nın en güvenilir
karakterleri arasına girdiler bu süreçte. Örneğin, 2.
Abdülhamid'in özel muhafız kıtası Çerkezlerden
oluşuyordu, ordunun en savaşçı komutanları Çerkez asıllı
olanlardı. Mısır'daki Abbasiye Askeri Mektebi'nde eğitim
gördükten sonra İstanbul'a gelen Kuzey Irak'ta
gösterdiği yararlıklar dolayısıyla Karadağ savaşlarında
Ahmet Muhtar Paşa'nın maiyetinde görevlendirilen Fuat
Paşa da onlardan biriydi. Gözünün karalığı dolayısıyla
'Deli' lakabıyla anılan bir insandı. 1878 Osmanlı-Rus
savaşı sırasında 'Elena Kahramanı' diye ünlenmişti.
Başkumandanlıkla anlaşamadığı için asılsız suçlamalara
'Padişaha suikast düzenlemek' dahil çeşitli iftiralara
maruz kaldı, Şam'a sürgün gitti.
Gençlerin ricası
Gerçek anlaşılıp İstanbul'a çağrıldığında kırgınlığını
unutup İstanbul savunması açısından önem kazanan ikinci
Sazlıdere Hattı'nı yaptı. Sonraki yıllarda İstanbul'da
Mustafa Kemal'i açıktan destekleyecek, Sivas Kongresi
kararlarını padişah Vahideddin'e tebliğ edip yaptığı
baskıyla Damat Ferid hükümetinin düşmesini sağlayacak
olan Fuat Paşa sürgünden döndüğü yıllarda, Hürriyet ve
İtilaf Partisi'nin başına geçmiş, bu süreçte Çerkez
derneklerince de desteklenmişti. Çerkez gençler
Ayaspaşa'daki konağında kendisini ziyaret ettiklerinde
Paşa'dan "Saraydaki kızların azat edilmesi için aracılık
yapmasını" istedi. Gençler açısından bu konu 'izzet-i
nefs meselesi'ydi. Osmanlı topraklarında yaşayan bütün
Çerkez kızlarının bu yüzden 'odalık' muamelesi gördüğünü
düşünüyorlardı.
Fuat Paşa gençlere hak verdi: "Çocuklar biliyorsunuz ki
ben o adama (Abdülhamid'e) dargınım. Fakat şunu bilin;
kadın işinde öyle pehrizkâr, o derece namusludur ki
oradaki kızlar babalarının evinden ziyade
emniyettedirler. Bizden bir teklif vuku bulur bulmaz
emin olun ki onları saraydan çıkarır. Ama korkarım ki
sonra bu kızlar ortalıkta kalır, ziyan olur. Köylülerin
işine yaramazlar, onlar da köylüyü beğenmez. Esnaf
zümresiyle de yapamazlar. Bununla birlikte namus
meselesi deyişinize hak verdiğim için padişahtan onları
serbest bırakmasını isteyeceğim..."
O sırada, 'esirliğin ve esir ticaretinin ortadan
kaldırılmasına' dair bir uluslararası sözleşme kabul
edildiği, bu kararın uygulamasının İngiltere'nin
takibine bırakıldığı bilgisi gelmişti. Fuat Paşa bunu
fırsat bilerek İngiltere büyükelçisini de
bilgilendirerek 2. Abdülhamid nezdinde girişimde
bulundu. Saray isteğin ulaşmasından bir gün sonra
beklenen fermanı yayımladı. Saraydaki Çerkez kızlara da
artık serbest oldukları tebliğ edildi. Osmanlı hareminin
dağılması manasına geliyordu olan bitenler... Çerkez
derneklerinin girişimiyle çoğu kız memleketlerine,
ailelerinin yanına gönderildi. Kalanlara ise bir miktar
maaş bağlanarak, saraydaki mevcudiyetlerine meşruiyet
kazandırıldı. |