...................
...................
CARİYELİĞİN BİTTİĞİ GÜNLER

Avni Özgürel

Radikal, 22 Haziran 2003

 
...................
 
 

Bu eski şarkı ve öykülerimizde karşılaştığımız başlıca eksiklik, olayların geçtiği tarihin belirtmemiş olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan tarih sahnesinden çekilmesine kadar, saray ve harem herkesin ilgisini çekti. Osmanlı'ya mahsus bir şey değildi harem; ama, var olduğu hiçbir yerde Osmanlı'daki kadar etkin olmadı.

Orta Asya'da Türk hakanlarının gözdeleri Çinli prenseslerdi. Türk saldırılarını önlemenin en kolay yolu olarak bunu gören Çinliler, sonradan, prenseslerin göçebe Türklerle birlikte olmak istememesi dolayısıyla, soyluların yerine sıradan cariyeleri gönderdiler. Selçuklu sarayında ise Rum, Gürcü ve Ermeni kızlar vardı. Osmanlı kuruluşunda 'mavi kanlı', yani soylu kızlara yöneldi.

Hükümdar ve şehzadelerin eş olarak seçtikleri kızın ya Anadolu beylerinin ya da Karadeniz çevresinde kümelenmiş devletlerin prensesleri olmasına dikkat ediliyordu. Ancak sonradan bu âdet tamamen terk edildi ve harem bütünüyle ya esir alınarak İstanbul'a getirilmiş ya da esir pazarından seçilip alınmış güzel kadınlar topluluğu haline geldi.

Son yüzyıla kadar haremde İtalyan, Fransız, Sırp, Rus, Ukraynalı, Çerkez, Gürcü, Ermeni, Rum kökenli kızlar arasında ayrım yoktu. Nasıl ki küçük yaşta esir alınıp Enderun'da eğitilen ve devlet hizmetine alınan erkek çocuklar için devletin en üst kademesine kadar yükselme imkânı varsa, harem kadınları için de valide sultanlık makamına kadar tırmanmak mümkündü. İçlerinde 'saltanat naipliği' yapanlar, devletin kendisinden sorulduğu konuma gelenler de çıktı.
 

Sultanlık yolu

Osmanlı sarayındaki kadınların hepsi 'hizmetkâr' manasında cariyeydi. Tamamının 'güzel' olduğu da esasen hayalden ibaret. Çoğu temizlik hizmetlerinde, ayak işlerinde çalıştırılmak üzere alınmış kadınlardı.

Pek azı güzelliği dolayısıyla seçilerek saraya gelmişti, bunlar içinden de istisnai durumlar hariç, küçük bir bölümü padişahın 'firaşına' (yatağına) ulaşabilmişti. Genellikle savaş ganimeti arasında gelirler, ordu kumandanları ve valiler, hükümdara hediye göndermek istediklerinde 'paket'e iliştirilirlerdi. Padişahların anneleri ve kız kardeşleri de ailenin yüzük taşı konumundaki erkeğe 'layık kız' bulmak için esircilerle anlaşır, ellerine 'güzel bir parça' geçtiğinde onu kısa bir hazırlık devresinin ardından vesile yaratarak taht sahibine 'sunma'nın derdine düşerlerdi... Böylelikle dikkati çekip geçici bir süre 'gözde' mevkiine yükselmek yetmezdi şüphesiz bu kızlara. Zira bu konumun garantisi yoktu. Yeni gelen biri yüzünden birden gözden düşüp 'odalık' mevkiine itilebilirlerdi. Tırmanış ancak padişahtan hamile kalmakla başlayan süreçti. Doğurmak, hatta şehzade doğurmakla imtiyaz sahibi olurlardı. Hasekilik, kadın efendilik ise gerçek manada 'saraylı olmak' demekti. Şehzade anneleri için tek dert çocuklarının Osmanlı tahtına çıkma şansını elde edip edemeyecekleriydi. Bu zirve yarışında pek çok erkek çocuğunun hayatını kaybettiğini hepsi bilirdi. Ancak valide sultanlığın göz kamaştıran konumu, şans ne kadar küçük olursa olsun yarıştan koparmazdı hiçbirini. Kısa bir zamanda peş peşe tahttan indirilip öldürülen hükümdarların ardından akıl hastası şehzadelere bile fırsat tanıyan bir sistemin içindeydiler çünkü.
Mümkün olduğunca çok sayıda şehzade doğurmak, onlardan hiç değilse biri ile 'valide sultan adayı'nın hedefe varma ihtimalini güçlendirirdi. O yüzden kadınlar arasındaki rekabet daha kıyıcı, daha gaddarcaydı.
 

'Hediye kızlar' devri geçti

İmparatorluğun son yüzyılında esir pazarları güzel kızların alınıp satıldığı yerler olmaktan çıkıp, 'hizmetçi ticareti'nin yapıldığı yerler haline gelmişti. Galibiyetle biten savaşlar azaldıkça esir kızlar; toprak kaybı, güç kaybıyla 'hediye kızlar' gelmemeye başladı. Giderek harem zenci halayıklar ve 'gedikli' odalıklar ağırlıklı bir görünüm kazandı.
 
İbrenin yönünü değiştiren Rusya oldu. Kafkaslarda mutlak hâkimiyet sağlamayı hedefleyen çarların üzerine yürüdükleri ülkeler arasında Çeçenistan, Dağıstan başta geliyordu. On binlerce aile dağıldı, saldırılardan canını kurtaranlar ilk fırsatta soluğu Anadolu'da, İstanbul'da aldılar. Güzel kızların gözünde saray sadece kendileri için değil aileleri için de 'kurtuluş'tu. Nitekim çoğu ana-babası tarafından getirildi hareme. Padişahın iltifatına nail olamasa bile kızlarının hayatı, geleceği garantide olacak, uyum gösterdiği takdirde oradan gelin olarak çıkacaktı. Güzellikleriyle ilgi odağı olan Çerkez kızlara ilgi sarayla sınırlı kalmadı. Pek çok üst seviyede görevlinin konağını da renklendirdiler. Çerkez gelin almak, Çerkez kızla evlenmek moda oldu. Evinden, erkeğinden başka kimsenin kulu kölesi olmayan manasında, 'kul cinsi' diye adlandırılıyorlardı. Aldıkları terbiye 'erkek toplumu' olan Osmanlı'nın yaşam kültürüne uygundu. Diğer halklara mensup kadınların aksine şirretlikten, hırstan eser yoktu onlarda. Nitekim Osmanlı sarayında valide sultan veya hanım sultanlar içinde sebep olduğu olaylarla iz bırakmış bir tek Çerkez kadın çıkmadı. Sonuçta, 'saraylı' demek Çerkez demekle eşanlamlı olup çıktı.
 

Deli Fuat Paşa

Çerkez erkekleri de Osmanlı Sarayı'nın en güvenilir karakterleri arasına girdiler bu süreçte. Örneğin, 2. Abdülhamid'in özel muhafız kıtası Çerkezlerden oluşuyordu, ordunun en savaşçı komutanları Çerkez asıllı olanlardı. Mısır'daki Abbasiye Askeri Mektebi'nde eğitim gördükten sonra İstanbul'a gelen Kuzey Irak'ta gösterdiği yararlıklar dolayısıyla Karadağ savaşlarında Ahmet Muhtar Paşa'nın maiyetinde görevlendirilen Fuat Paşa da onlardan biriydi. Gözünün karalığı dolayısıyla 'Deli' lakabıyla anılan bir insandı. 1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında 'Elena Kahramanı' diye ünlenmişti. Başkumandanlıkla anlaşamadığı için asılsız suçlamalara 'Padişaha suikast düzenlemek' dahil çeşitli iftiralara maruz kaldı, Şam'a sürgün gitti.
 

Gençlerin ricası

Gerçek anlaşılıp İstanbul'a çağrıldığında kırgınlığını unutup İstanbul savunması açısından önem kazanan ikinci Sazlıdere Hattı'nı yaptı. Sonraki yıllarda İstanbul'da Mustafa Kemal'i açıktan destekleyecek, Sivas Kongresi kararlarını padişah Vahideddin'e tebliğ edip yaptığı baskıyla Damat Ferid hükümetinin düşmesini sağlayacak olan Fuat Paşa sürgünden döndüğü yıllarda, Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin başına geçmiş, bu süreçte Çerkez derneklerince de desteklenmişti. Çerkez gençler Ayaspaşa'daki konağında kendisini ziyaret ettiklerinde Paşa'dan "Saraydaki kızların azat edilmesi için aracılık yapmasını" istedi. Gençler açısından bu konu 'izzet-i nefs meselesi'ydi. Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Çerkez kızlarının bu yüzden 'odalık' muamelesi gördüğünü düşünüyorlardı.
 
Fuat Paşa gençlere hak verdi: "Çocuklar biliyorsunuz ki ben o adama (Abdülhamid'e) dargınım. Fakat şunu bilin; kadın işinde öyle pehrizkâr, o derece namusludur ki oradaki kızlar babalarının evinden ziyade emniyettedirler. Bizden bir teklif vuku bulur bulmaz emin olun ki onları saraydan çıkarır. Ama korkarım ki sonra bu kızlar ortalıkta kalır, ziyan olur. Köylülerin işine yaramazlar, onlar da köylüyü beğenmez. Esnaf zümresiyle de yapamazlar. Bununla birlikte namus meselesi deyişinize hak verdiğim için padişahtan onları serbest bırakmasını isteyeceğim..."

O sırada, 'esirliğin ve esir ticaretinin ortadan kaldırılmasına' dair bir uluslararası sözleşme kabul edildiği, bu kararın uygulamasının İngiltere'nin takibine bırakıldığı bilgisi gelmişti. Fuat Paşa bunu fırsat bilerek İngiltere büyükelçisini de bilgilendirerek 2. Abdülhamid nezdinde girişimde bulundu. Saray isteğin ulaşmasından bir gün sonra beklenen fermanı yayımladı. Saraydaki Çerkez kızlara da artık serbest oldukları tebliğ edildi. Osmanlı hareminin dağılması manasına geliyordu olan bitenler... Çerkez derneklerinin girişimiyle çoğu kız memleketlerine, ailelerinin yanına gönderildi. Kalanlara ise bir miktar maaş bağlanarak, saraydaki mevcudiyetlerine meşruiyet kazandırıldı.