Bir
aksilik olmazsa, bu satırları okuduğunuzda, Norveç'in
Stavanger kentinde Norveç PEN'inin düzenlediği Kafkasya
Konferansı'nda konuşuyor olacağım. Toplantının başlığı
oldukça ilginç: “Kafkasya: Unutulmuş Vahşi Doğu mu,
Yoksa Avrupa ile Asya Arasında Uygarlık Köprüsü mü?”
Benim konuşmamın başlığı “Tarihi Anlamlı Kılmak,
Hatırlamak mı, Unutmak mı?” Ayrıca “Kafkasya’nın
Geleceği: Yazar ve Sanatçının Rolü ve Görevleri”
başlıklı bir panelde de konuşacağım. Diğer ilginç
başlıklar arasında, “Kafkasya: Toprak, Tarih ve
Edebiyat” ; “Çeçenya: Rus Erkinin Mezar Taşı mı?” ;
Fransız yazarı Andre Gluksmann, “Dostoyevski Manhattan
Üzerine: Terörist, Nihilist ve Entelektüel” başlıklı
ilginç bir sunum yapacak. Ayrıca, “Rus mu Çeçen mi? Kim
Terörist” başlıklı ilginç bir tartışma açacak.
Çeçenistan’dan sinemacı İslam Elsanov, “Issızlık İçinde”
filmini sunarken, Atom Egoyan’ın ünlü “Ararat” filmi de
gösterilecek. Rusya’nın ünlü muhalif yazarlarından Anna
Politkovskaya, “Rusya’da konuşma özgürlüğünün olup
olmadığını” tartışacak. Yine Rus yazarı, Aleksandr
Tkachenko, “Kafkasya için Yeni Bir Yol Haritasına
İhtiyaç Var mı?” konusunu tartışmaya açacak ve Anna
Politkovska ile Asne Seierstad, Grozni ile Bağdat
kentinin kaderini karşılaştıran çok ilginç bir sunum
yapacak.
Stavanger, Norveç’in dördüncü büyük kenti, ama nüfusu
sadece 200 bin. Avrupa’nın petrol başkenti olarak
nitelenmesinin yanında, kent olarak düşünce özgürlüğüne
verdiği önemle de biliniyor. Kentte bir Ifade Özgürlüğü
Merkezi var. Yemen’den, İran’dan, Çeçenistan’dan ve
Karatay-Çerkesya’dan, sürgündeki yazarlara olanak
sağlamışlar.
Kentin, geleneksel bir festivali var, her yıl bir belli
konuya ağırlık veriliyor. Bu yılki festivalin ana teması
ise, “kimlik” gibi bizi de yakından ilgilendiren bir
konu.
Kafkasya, aynı Ortadoğu gibi, önümüzdeki yılları, dünya
dengeleri açısından meşgul edeceği kesin olan bir bölge.
Ama çok yoğun çatışmaların yaşanmasına karşın, gözden ve
gönülden ırak oldukları söylenebilir. Bugün
Çeçenistan’ın başkenti bir hayalet şehir konumunda. Bu
bir savaş değil, vahşetti.
Rusya, Çeçen halkının üzerinden, bir dünya gücü olduğunu
kanıtlamaya çalışıyor. ABD ile Rusya arasında yıllardır
süren örtülü bir çatışma var Kafkasya üzerinde.
Elbette bölge AB’nin ilgisi dışında değil.
Geçmişin Rus Çarlığı hegemonyası, bölge üzerinde yeniden
kurulmaya çalışılıyor. Büyük Rus milliyetçiliği ile, bir
Babil kulesi olan Kafkasya halklarının mikro
milliyetçilikleri arasında çatışma yanında ilginç
ittifaklar da yaşanıyor, “düşmanımın düşmanı dostumdur”
ilkesi çerçevesinde. Gürcistan, ABD’nin doğrudan etkisi
altında. Burada Ruslar Abhazların haklarını destekliyor,
ama kendi etki alanındaki Çeçenistan’ı yerle bir
etmekten de kaçınmıyor. Buradaki kirli savaşı da,
“terörizme karşı mücadele” etiketi altında
meşrulaştırmaya çalışıyor.
Sonuç olarak her yerden petrolün kokusu yükseliyor.
Ermenistan, bağımsızlığını ilan ediyor, ama Azeri
petrolünün gücü karşısında, Rusya’yı emin bir liman
olarak buluyor. Bugün Ermeni/Türk sınırı Rus özel
kuvvetlerine emanet edilmiş vaziyette. Büyük güçler
arasındaki egemenlik rekabetinin bedelini ise, bölge
halkları ödüyor. Türkiye, Azeri “soydaşları”nı
küstürmemek için, Ermeni sınırını kapalı tutuyor, ama
asıl neden, Amerika’nın Azeri petrolü üzerinde kurduğu
denetimin bunu gerekli kılması.
Kapısını, bağımsızlık adına NATO’ya açan Gürcistan ise,
daha fazla istikrarsızlığa sürüklenmiş vaziyette. Batı
destekli Gürcü milliyetçiliği bir yandan Abhazları
dışlarken, ülkenin ikinci büyük halk grubu olan
Ermenileri de siyasal sistemden tecrit ediyor. Ve ülkede
daha birçok küçük etnik grup arasında sorunlar
yaşanıyor.
Böl
yönet ilkesi gereği, Rus egemenliği, Kuzey Kafkasya’yı
birçok farklı bölgeye bölmüş vaziyette.
Bölgede bir Suudiler eksikti, onlar da, din kanalı ile
bölgede etkinlik kazanma peşinde.
Türkiye’de Kafkas kökenli çok sayıda insan yaşıyor.
Abhazlar, Çeçenler, Gürcüler, Çerkes / Adigeler,
Dağıstanlılar vb. Bunlar da Kafkasya’daki gelişmeleri
yakından izliyorlar.
Rus
Çarlığı’nın Kafkasya’ya yayılması, hayli zorlu, trajik
bir süreçti. 1500’lerden itibaren bölgeye Osmanlı egemen
olmuş, İslam dininin yayılmasını sağlamıştı. Bölge
insanı yeni edindiği bu inanca çok bağlıydı.
Dolayısıyla, Rus yayılmacılığına karşı direniş de, ister
istemez dini motifler taşıdı.
Osmanlı 1855/56’da Avrupa ülkeleri ile ittifak halinde
Rusya ile savaşırken, Kafkas halklarından ayaklanarak
ikinci cephe açmaları istendi. Bu isyan batıdaki Rus
kuvvetlerinin görece zayıf kalmasına neden olacak,
ardından Rusya’nın yenilgisi gelecekti. Ve Osmanlı da,
Avrupa devletleri ligine kabul edilecekti.
Ama
bunun faturası Kafkas halklarına çıkacaktı. Onların
isyanı amansızca bastırıldı, kıyımlar ve köy yakmalar
eşliğinde. Büyük Çerkes göçü başladı Osmanlı
topraklarına doğru. Çerkes soykırımında 1 milyon
dolayında insanın yaşamını yitirdiği belirtilir.
Gemilere tıka basa doldurulan insanlar Osmanlı
topraklarına sürüldü. Onlar da, İslam’ın merkezi olarak
kutsadıkları Halifenin ülkesine sığınmayı, bir kurtuluş
olarak kabul ettiler.
Ama
iklimine alışık olmadıkları bu topraklarda, bu dağlı
halkları sıtma başta salgın hastalıklar bekliyordu.
Osmanlı bu savaşçı halkları tek bir yöreye
yerleştirmekten çekindiği için Anadolu’nun her yanına
dağıttı. Çerkesler de Anadolu’nun renkleri arasındaki
yerlerini aldılar, çokrenkli kültürleri ile.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Kürt sorununun yükselişi
ile birlikte, Çerkesler, Abhazlar ve Gürcüler arasında
da, “anavatan”a , kendi öz kimliklerine olan ilgi arttı.
Hatta anavatana “geri dönüş” eğilimleri bile yükseldi.
Çoktan unutulmuş, belleklere gömülmüş Ermeni trajedisi
hatırlandı.
Yani
Kafkasya’ya hem komşuyuz, hem de Kafkasya bizzat
içimizde, tıpkı Ortadoğu ve Balkanlar gibi. Ve bizim
sanki uzayda kayıp bir gezegenden farkımız yok. Uzun
yıllar ABD’nin bilmem kaçıncı yıldızı olarak kalmışız
bölgede ve şimdi bölge bize her cepheden hatırlatıyor
kendini. |