Büyük Kafkas Savaşı’nın son bulduğu tarih olan 21 Mayıs
1964’te Mihail Nikolaeviç bu gün Kuebıde olarak anılan
yerde atından inip Kafkas halklarını (katliamlarla ve
insanlık dışı yöntemlerle de olsa) dize getirdikleri
için komutanlarını askerlerini kutlamıştı.
Kafkas savaşları olarak anılan bu savaşların acı izleri
uzun yıllar silinmedi. Burada bu savaşın nedenlerini bu
dönemde yaşanan dramı ayrıntıları ile ele alamayacağız
belki, zaten bu tarihin ve tarihçilerin işidir.
Ancak reddedilemez bir başka gerçek artık tarihin ve
tarihçilerin bu olayları tüm gerçekliği ile ele alıp
araştırarak tüm bilgileri ortaya koymaları zamanının
geçmekte olduğu ve bu konuda geç bile kalındığıdır.
Eğer tarihe karşı bir kastınız, düşmanca bir tavrınız
yoksa, gerçeği asla sonsuza dek gizleyemez örtbas
edemezsiniz.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz törenin ve kutlamanın
olduğu gün Wubıhların topluca anayurtlarını
terkettikleri gündü. Dağlara sığınıp kalan bazı
ailelerden birisinin bir üyesi o gün gördüklerini daha
sonraları şöyle anlatır: "Kimileri atlı, kimileri
kağnılarla, kimileri at arabalarıyla ve kimileri de yaya
olarak guruplar halinde geçip gittiler deniz kenarına
doğru, tüm guruplar tüfekleri ellerinde parmakları
tetikte askerlerin kuşatması altında devam ettiler
yollarına".
Kafkas savaşlarının bitişinin kutlandığı ve Rus
birliklerinin komutanlarının tebrik edilip törenler
düzenlendiği o yerler Wubıh topraklarıydı. Wubıhlar tüm
halklardan sonra teslim oldular ve silahlarını
bıraktılar.
İşte o kötü gün ile birlikte birkaç bin yıllık tarihi
olan Wubıhların tarihi ve halk olarak varlıkları da
fiilen sona erdi.
Anayurdunu terkedenler ise yüzyıldan fazla koruyamadılar
varlıklarını; zamanın acımasız dişlileri arasında birer
birer tükenip gittiler geriye kalan bir avuç insan da.
Bu halkın başına gelen acı olayı Şınkube “Begrat Jılak|e”
adlı romanında detayları ile anlatır. Wubıhlar eski
tarihin bilinen halklarındandır ve o dönemlere ilişkin
yapıtların pek çoğunda onların kahramanlıklarından söz
edilir. Wubıhlar Adigelerle Abhazların ortasında
yerleşik bulunurlardı. Aslında Adigeler, Abhazlar,
Wubıhlar; Tarihleri, gelenekleri, kültürleri ile
birbirinden pek ayrım göstermeyen ve aynı kökten gelen
tek bir halktır. Dillerindeki bazı ayrımlara karşın
dilde de aynı kökten beslenirler. Tek bir dilden türemiş
lehçeler gibidir her üçü de. Gerek Abhazlar, gerek
Adigeler ve gerek Wubıhlar çok uzun yıllar, pek çok
düşmana karşı savaşmak zorunda kalmışlar, eski deyim ile
kılıç elde yaşayagelmişlerdir.
18.yüzyılın ikinci yarısında Kafkas insanının yarısının
o güne kadar baş koyduğu özgürlük savaşının en acı
günleri belirdi ve bu dönemde anayurtta halkımızın pek
az bir bölümü kalmak üzere acı bir sürgün yaşandı. O
dönemi yaşayan bir insanın kaleme aldığı şu sözler
durumu çok net anlatıyor: "Bir zamanlar cennet gibi olan
vatan toprakları bu gün bir mezarlığa dönmüş durumda.
İnsanlar sürgün edildi, topraklarımız boşaltıldı.
Dağlara sığınan birkaç aileden ve çaresiz bir bölüm
insanlardan başka hiç kimse kalmadı. Bu manzarayı
gördükçe insanın içi parçalanıyor".
Çoğunluk kaynaklara göre 17.yüzyıl başlarında Adigelerin
yalnız bir bölümü olan Shapsughlar, Abadzechler,
Bjedughlar, Kemırkueyler, Nahutaçlar’ın sayısı milyonun
çok üzerindeydi. Şimdiye dek kanlı bir yol gibi uzayıp
giden bu savaş yıllarının ateşi içerisinde tükenip giden
insanların sayısına kimse yoğunlaşmadı. Bunu başlıbaşına
araştırma konusu olarak ele alıp incelemedi.
Genellikle daha çok bilgi sahibi olduğumuz konu
anayurttan sürülenlerle yerinde kalan çok az insanın
sayıları ile ilgilidir. Abhaz araştırmacı G. A. Dzidzarie'nin
verdiği rakamlara göre 1864 yılında 700 bin Adige,
100 bin Abhaz, Wubıhların tümü sürgün edilmişlerdir.
Ayrıca yukarıda sıraladığımız Adigelerin diğer
kollarından olan milyonun üzerindeki Bjedugh, Kemırguey,
Natuhaç vb. halktan geriye anayurtta kalan yalnız 40 bin
kişidir.
Bu sürgünde Natuhaçların bütünü, Shapsughların,
Abadzechlerin bütüne yakını, yine Bjedughların,
Kemırgueylerin, Besleneylerin çok büyük bir bölümü
anayurttan sürülmüşlerdir. 300 binin üzerindeki
Shapsughların yerleşik bulundukları Anapa ile Şahıe
ırmağı arasındaki bölgede yerleşik kalan insan sayısı
çok azdı. Aynı acı sonu yaşayan Abhazlardan sürgünden
artakalan insan sayısı yalnız 40 bin kişiydi.
Kabardeylerin yaşadıkları son da pek farklı olmadı.
18.yüzyıl başlarında sayıları 400 bin üzerinde olan
Kabardeylerden savaşlar ve salgın hastalıklar sonunda
nüfusun onda dokuzu yok oldu. 19.yüzyıl başlarında
geriye kalan insan sayısı 40 bin kadardı.
Kafkas savaşlarından yalnız Adigeler değil diğer komşu
Kafkas halkları olan Asetinler, Dağıstanlılar, Çeçenler,
Balkarlar, Karaçaylar, İnguşlar da nasiplerini aldılar.
Bu büyük savaştan ve sonrasındaki sürgünden kimi az kimi
çok ama sonuçta hepsi bir şekilde etkilendiler. Dağlı
halkların baş koydukları Kafkas savaşlarının nedenleri
konusunda pek çok ayrı görüş öne sürülmektedir. Bunların
çoğunluğu ne yazık ki gerçeğin tümünü yansıtmamakta ve
bize göre doyurucu bilgiler içermemektedir. Bu konu
günümüzde hala tam olarak netleştirilmiş değildir.
Yine aynı şekilde yanıtlanması gereken bir başka soru
ise İstanbılakuıe olarak adlandırdığımız Osmanlı
topraklarına sürülme konusudur. Bu iki sorun yüzyıldır
önümüzde yanıtlanması gereken iki önemli soru olarak
durmaktadır.
Neden böyle oldu ,nedir bunun kaynağında yatan?
Neden yüz binlerce insan yollara düşüp anayurtlarını
terk etmek zorunda kaldılar? En kolay ve
araştırmacılarımız tarafında da en çok rağbet gören
yanıt, bu sorunun kaynağında dinsel olduğu ve halkımızın
din tacirleri tarafından, mollalar tarafından
aldatılarak yurtlarını terk etmeye yönlendirildikleri
yanıtıdır.
İşte budur günümüzde hala bu soruya verilen ve
genelliklede itibar gören yanıt. Çoğunlukla bize
söylenen bu olsa da özellikle bu yanıtı kabul etmemiz
için bir neden yok bence. Böylesi saçma bir yanıt ile
aldatıldığımız, gerçekten uzaklaştırıldığımız zamanlar
çok gerilerde kaldı artık. Bundan hepimiz emin
olmalıyız. Elbette bu acı sonun hazırlanmasında dinin ve
din adamlarının hiç etkisi yok değil.
İnsanları yanılttıkları, büyük vaatlerde bulunarak cazip
önerilerle aldattıkları ve sonradan da ortadan yok olup
insanlarımızı yüzüstü bıraktıkları yalan değil. Ancak bu
başlı başına bir neden olarak kabul edilemez,
edilmemelidir. Milyonlarla ifade edilen bir halkın din
ve din adamları yüzünden mahvolduğunu iddia etmek yalnız
gerçeğin örtbas edilmesine yardımcı olur.
Yıllarca bağımsızlık savaşı veren Kafkasya bu savaşını
din bayrağı altında yapmamıştır. Evet zaman zaman bu
savaş dinsel bir kimlik kazanmıştır ama asla savaşın
asıl nedeni, dökülen kanın asıl nedeni dinsel bir savaş
için değildir. Asıl neden bağımsızlıktır.
Bu sorunun asıl yanıtını Karl Marks'ın sözünde
bulabilirsiniz. "Bakın onlara, bağımsız yaşamak isteyen
insanların neler yapabileceğini görmek istiyorsanız,
onlara bakın" Marks bu söz ile Kafkasya'nın bağımsızlık
savaşını diğer halklara örnek göstermiştir.Kafkasya
savaşına ve sürgününe dini ana neden olarak göstermek
onun özündeki anlamı ve uğruna çok büyük bir bedel
ödenen özgürlük savaşının ve getirdiği sonuçları
küçültmek anlamına gelir.
O dönem, imparatorlukların ve emperyalizmin en gözü
dönmüş yöntemlerle dünyayı paylaşıp yağmaladıkları
dönemdi ve Afrika ve Asya halkları gibi bağımsızlıkları
için can vermekten çekinmeyen dağlı haklarda bu gözü
dönmüş yağmanın ve paylaşım siyasetinin içerisinde
tükenip gittiler. Bu bir tarihsel sürecin olageldiği
şekli ile işleyişidir. Ancak bizi daha çok etkilemesinin
ve incitmesinin nedeni bu işleyişten en fazla zarar
gören halkların başında geliyor olmamızdır.
Kafkasya her dönemde güçlü devletlerin ilgi alanında
olmuş bu devletler bu bölgede üstünlük sağlamak için
yüzyıllar süren savaşlar vermişlerdir birbirlerine
karşı.
Örneğin Türkler ve Persler bu topraklar için birbirleri
ile bir kaç yüzyılı bulan bir savaş içerisinde
olmuşlardır.
Aynı şekilde Kafkasya, Rus Çarlarının her zaman
düşlerine girmiş, bu toprakları ele geçirecekleri günün
hayali ile yaşamışlardır pek çoğu. Napolyon'un yenilip
güçlü ordusunun dağılmasından sonra Rus Çarları artık bu
rüyalarının gerçekleştirilmesi zamanının geldiğine karar
vermiş olmalılar ki, Kafkasya üzerinde yavaş yavaş
ağırlıklarını hissettirmeye ve üstelik açıkça "diğer
imparatorlukların Kafkasya’yı ele geçirmek için tetikte
olduklarını ve bunun yayılma politikası izleyen, büyüyen
Rus İmparatorluğu’nun aleyhine olduğu" düşüncesini dile
getirmeye başlamışlardı.
Kafkasya’ya ilişkin her güçlü ülkenin bir politikası ve
ileriye dönük planları vardı. Ancak asla geleceğe
ilişkin söz hakkı olmayan ve düşüncesi alınmayanlar ise
bu toprakların asıl sahibi olan dağlı haklardı. General
Yermolov, Rus tarihinde çok bilinen ve kahraman olarak
görülen bir isimdir. Napolyon'a karşı gösterdiği başarı
ile ünlenen bu komutan aynı zaman da dağlı halklara
karşı acımasız tutumu ile Rus İmparatorluğu’nun Kafkasya
politikasındaki tavrının en önemli belirleyicisidir
belki de. "Dağlı halklarla ancak ateş ve kılıç ile
konuşulur" diyen bu acımasız komutanın bir tek seferde
200 Adige köyünü yakıp talan ettiğini ve bunun benzeri
daha pek çok acımasız yöntemleri hala unutulmuş değildir
ve tarih sayfaları yazar tüm bu katliamları.
Rus Çarı I.Nikolay'a bile bu komutanın artık çok ileri
gittiğini itiraf ettirecek ve onu görevden aldıracak
kadar insanlık dışı yöntemler kullanan Yermolov'un diğer
tüm yaptıklarını gözardı etseniz bile, yalnız Adigelere
karşı tutumu bu generali tarih önünde suçlu ilan etmek
için yeterlidir. Yermolov görevden alınmış olsa da onun
geliştirdiği mantık Kafkasya’da yerleşik kalmış ve ondan
sonra gelenler de aynı insanlık dışı yöntemlerle hareket
etmişledir savaş süresince. "Dağlı halklarla ateş ve
kılıç ile konuşacaksınız" yaklaşımı Kafkas halkları
kırılıp yok edilerek teslim alınıncaya kadar sürekli
Kafkasya’da hakim olan ve uygulanan tek politika, tek
yöntem olarak devam etmiştir. Bu kan ve ateş üzerine
kurulu politika 1864 yılına dek sona ermeksizin devam
etmiş, Çar orduları kadın, çocuk, yaşlı ayırtetmeksizin
öldürebildiklerini öldürmüş, sağ kalanları ise
yurtlarından sürmüşlerdir.
1828-1829 Türk Rus savaşının sonunda iki imparatorluk
arasında imzalanan Adrianopolis antlaşmasının gereği
olarak Gürcistan Rusya’ya katılmış, Karadeniz’in
doğusundaki kaleler Rusların eline geçmiştir. Bu
kalelerin çoğu Adige topraklarındaydı, dolayısıyla
Ruslar kendilerini bu topraklar üzerinde de hak sahibi
olarak görmeye başladılar.
Türkler Sahip Olamadıkları Adige Topraklarını
Pazarlık Konusu yapıyorlar
Burada Türkler çok akıllıca bir politika ile kendilerine
ait olmayan toprakları pazarlık masasına getirip
kullanmışlardı ancak tüm bu gelişmelerden habersiz
olanlar ise asıl o toprakları da yaşayan ve o
toprakların sahibi olan Adigelerdi. Adigeler, Türklerin
Kafkasya’da kaleler inşa etmelerine izin vermiş olsalar
da asla kendilerini Türk himayesinde görmemişler,
topraklarını Türk toprakları gibi düşünmemişlerdir.
C.Golubov'un "Askerin Anısına" adlı romanında bu konuda
Adigelerin bakışını anlatan güzel bir anekdot yer alır.
Wubıhların ünlü komutanı Hacı Berzeg ile General Raevski
arasında şöyle bir konuşma geçer: "Saygıdeğer hacı neden
direniyorsunuz, topraklarınızı üzerindeki ölüleriniz ve
dirileriniz de dahil olmak üzere her şeyi ile birlikte
Türk Sultanı bize verdi antlaşmada bu açıkça yer alıyor,
neden Sultanı’nın sözünü dinlemiyorsunuz? Neden
silahlarınızı bırakıp teslim olmuyorsunuz?" Adigelerin
asla aklından geçmezdi ki, Türk Sultanı sahibi olmadığı
bir şeyi başkalarına verme hakkına sahip olsun. Bunun
üzerine Hacı Berzeg Rus komutana şu tarihi yanıtı verir:
"Şu ağacın tepesindeki kuşu görüyor musun? Onu sana
veriyorum, yakalayabilirsen."
Bağışlayacağınız şey önce sizin olmalıdır, size bağlı
olmalıdır. Oysa Adigeler kendilerini hiç bir zaman ne
Türklere ne Ruslara, ne İngilizlere, ne İranlılara ait
olarak görmemişlerdir. Ayrıca bu imparatorlukların her
zaman bölgede üstünlük kavgaları süregelmiş olmasına
karşın, Adigeler üzerinde bir kaç bin yıldır yaşadıkları
toprakları asla kimseye vermeye niyetleri yoktu. Bu
uğurda çok uzun yıllar savaşlar vermişler pek çok can
dökmüşlerdi ve bundan sonrada öyle devam edecekti.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Türk Rus antlaşmasından sonra
Rus Çarı, Kafkasya üzerindeki baskısını iyice artırmış
artık Karadeniz sahillerini de kendi hükümranlığında
kabul ettiğinden denizden de gemilerle ablukaya almıştı
bölgeyi. Oysa Türklere boyun eğmeyen Adigelerin Ruslara
boyun eğmeye de hiç niyetleri yoktu ve Rus yayılmacılığı
bilinen yöntemi ile kan ve ateş bölgeye yerleşmeye
başladı . Bu şekilde başlayan işgal 1864 yılına kadar
sürdü, bu savaşlarda Adigelerin akıttıkları kanın,
döktükleri canın yaşadıkları felaketin tarih tanığıdır.
Ancak dünya devletleri, tarihte bir benzeri görülmemiş
bu katliama sessiz kalmış, yaşanan dram görmezden
gelinmiştir. Kafkas halklarının bu savaşlarda ve
sonrasında yaşadıkları acı son, insanlık tarihinde pek
az halkın başına gelmiştir. Taman'dan Soçi’ye kadar pek
çok yerde Adigelerden geriye kalan izlerle
karşılaşırsınız. Bu gün; köy adlarını, dağ ve nehir
adlarını, coğrafi bölge adlarını görürsünüz.
Yalnız buncadır Adigelerden geriye kalan.
Bir dönem Karadeniz kıyısında yerleşik bulunan
Shapsughlardan, Natuhaçlardan, Wubıhlardan ve
diğerlerinden Tuapse yöresinde bir küçücük Shapsugh
bölgesi, Psıj yöresinde bir küçük Adige bölgesi ve
benzer bir kaç darmadağın yerleşim bölgesi kalmıştır. İşte bu kadarcıktır sayıları milyonlarla anlatılan bir
halktan geriye kalan.
Anayurdundan sürülenler ise bu gün dünyanın her tarafına
dağılmış bir halde yok olmanın eşiğinde kendi
felaketlerini yaşamaktadırlar. Bu gün Kafkasya’dan
sürülen insanlarımız Türkiye, Suriye, Mısır, Ürdün,
İsrail, Yugoslavya,Bulgaristan ve daha sonraki yıllarda
göçler ile Amerika, Almanya, Fransa, Kanada vb. ülkelere
dağılmışlar ve anayurtlarından uzak paramparça yaşayıp
yok olmaya mahkum edilmişlerdir.
O dönem savaşlarda görev alan bir Rus yazar daha sonra
şöyle anlatır kitabında: “Çerkeslerin silahlarını
bırakmaları için nüfusun yarıdan fazlasının ölmesi
gerekti. Ormanlara, dağlara kaçıp sığınanların on katı
insan savaştan açlıktan ve doğa koşullarından dolayı can
verdiler. Hepsinden daha çoktu kadın ve çocuk ölümü.
Yurtlarından sürülmek üzere deniz kıyısına indirilen
insanlara baktığınızda kadın ve çocukların azlığı açıkça
görülebiliyordu. Canlarını kurtarmak için ormana sığınan
kadınların çaresiz kaldıklarında çocuklarını
öldürdükleri durumlara çok tanık oldum.”
Bir insanlık ayıbından bir dramdan başka hiç bir şey
olmayan bu sonucu getirdi Rus askeri yönetiminin
"Çerkeslere karşı konuşulmak üzere" kullandığı dil.
Bu dili konuşan ve insanlık dışı yöntemlerle hareket
eden Ruslar sonuçta asıl hedefleri olan “Çerkeslerin
Kafkasya’dan temizlenmesi” amacına ulaştılar.
Şamil'i esir alan Rus general Graf Baryatinski son dönem
bu yöntemi en acımasız şekli ile kullananlardan
birisidir. Onun asıl amacı, neredeyse kazanılmış olan
savaş değil geriye kalan Kafkas halklarını yıldırarak
bölgeyi terketmeye zorlamaktı.
Bu düşüncesini savaşın sona ermesi şerefine düzenlenen
törende Çar'a açık açık şöyle anlatıyordu: "Eğer onları
bu topraklardan temizlersek sonsuza dek Kafkasya diye
bir sorunumuz kalmayacak, bu verimli ve stratejik
topraklar tümüyle bizim elimize geçmiş olacaktır."
Artık tümüyle güçsüz düşmüş dağlı halklar anlaşmak
istediklerinde onlara iki seçenek öneriliyordu.
1) Kafkasya’yı terkedin bizim göstereceğimiz
bölgelere yerleşin, 2) Osmanlı topraklarına göçedin.
Kafkasya dışında yerleşilmesi istenen topraklar
genellikle yaşanması olanaksız, verimsiz ve asla
Çerkeslerin anayurtları ile karşılaştırılamayacak
bölgeler oluyordu. Bu durumda tek seçenek kalıyordu
geriye: Osmanlı’ya göçetmek. Aslında 1.seçenek yalnız
dışarıya karşı göstermelik bir merhamet ve iyi niyet
gösterisiydi; gerçekte tek seçenek vardı o da 2.seçenek.
Rus Çarı savaşın sonuna doğru Psıj bölgesini ziyaret
ettiğinde, Abadzech thamadeleri toplanıp bir karar
almışlar ve teslim olmayı ve Çar’ın kararlarını kabul
etmeyi kararlaştırmışlardı. Tek bir koşulları vardı
sürgün edilmemek. Buna karşın istenirse başka bir
bölgeye göçetmeyi de kabul etmişlerdi. Ancak bu gruba
Çar’ın yanıtı ölüm gibi soğuk ve katıydı: “Bu toprakları
terkedin, Osmanlı’ya gidin.” Öyle ya artık savaşın
sonuna gelinmiş ve bu halklar tüm güçlerini
tüketmişlerdi dolayısıyla öne sürülen her koşulu kabul
etmek zorundaydılar.
Rusların bu tutumu karşısında anayurdu terkedip sürgüne
gitmekten başka hiç bir çaresi kalmamıştı Adigelerin.
İşin garipsenecek yanı; Osmanlı da bu duruma izleyici
kalıyor, engel olmak bir yana bu göçü teşvik bile
ediyordu. Adige topraklarında, Osmanlı vatanının “cennet
parçası”na davet eden ve Sultan’ın fermanlarını taşıyan
pek çok adam belirmişti. 1864 yılı 1 Mayıs’ında bu
adamlardan biri padişah fermanı olduğunu iddia ettiği
çağrıda Adigelere şöyle sesleniyordu: “Ailelerinizi
yanınıza alın, gereksinim duyacağınız değerli
eşyalarınızı yanınıza alın, Sultan’ın ve Osmanlı
yönetiminin destekleri sizlerden asla esirgenmeyecektir,
yerleşeceğiniz binalar tarafımızdan inşa edilecektir,
tüm ülke sizlere yardımcı olacaktır, asla endişe
etmeyiniz. Bir sorun çıkarda sonbahara kadar
gelemezseniz bundan daha fazla gecikmemeye çaba gösterin
ve sizden önce gidenlere yetişmeye çalışın.”
İnsanlar işte bu tür sözlerle aldatıldılar, ayrıca
gözardı edilemeyecek bir başka önemli etken de, bir
bölüm feodal beylerin tutumu oldu, bunlar da göçü teşvik
etmek için ellerinden geleni yaptılar ve hatta bundan
maddi çıkar sağlayan bir kısım feodal beyler ve Osmanlı
Ordusu’nda görev alan bazı paşalar, üst düzey komutanlar
isimleri ile ortaya konulabilecek kadar belirgin bir
tutum sergilemişlerdir.
Kafkas Savaşı’nın sonunda Rus Çarı ve Osmanlı Sultanı
Kafkasyalıların gıyabında anlaşmaya varmışlar ve onların
geleceğine ilişkin kararlar almışlardır. Türk Sultanı
zor durumda kalan Kafkasya halkını kendi ülkesine kabul
etmeye rıza göstermiş ve görünüşte büyük bir merhamet
örneği vermişti. Oysa gerçekte durum hiç de öyle
değildi. Kafkasyalılar Osmanlı Sultanı için hazır asker
demekti..
İç karışıklıkları hiç eksik olmayan ve sürekli bir kaç
cephede savaş halinde olan Osmanlı için bu insanlar tam
aranan kişilerdi. Cesur, sadık, gözüpek ve savaşçı
yepyeni bir güç kazanmıştı Osmanlı ordusu. Zaten asıl
amacın bu olduğu Kafkasyalılar Osmanlı topraklarına
gelir gelmez çok net biçimde görmüşlerdi. Osmanlıların
asıl hesapları gün yüzüne çıkmıştı.
Osmanlı yönetimi gelen göçmenlerin bu kadar yüksek
sayılara ulaşacağını hesaplamamıştı, üstelik hepsi
dikbaşlı ve boyun eğdirilmesi çok zor insanlardı. Bu
durum Osmanlıları ürkütmüş olmalı ki bir anda yönetimin
tavrı değişivermiş ve gelenlerin karşısına Osmanlı
birlikleri dikilivermişdi. İşte bundan sonra uygulanan
zorunlu yerleştirme politikası ile savaştan yorgun
düşmüş ve neredeyse tükenmek üzere olan Kafkas halkları
yepyeni bir baskı ve sefaletin içerisine
düşürülmüşlerdir. Bunun sonucunu ise en net şekilde
Wubıhların başına gelen acı son bize gösteriyor .
Diğerlerinin sonu da bu gün gelinen noktaya bakıldığında
Wubıhlardan pek de farklı değildir.
Bazı tarihçilere göre Kafkasya’dan sürgün edilen insan
sayısı yaklaşık 1 milyon 800 bin kişidir. Ancak tarihçilerin
büyük bölümü bu sayının kuşkulu olduğu ve sürgün edilen
insan sayısının bu rakamın çok üzerinde olması gerektiği
konusunda aynı düşünmektedir. Çünkü burada verilen sayı
yalnız resmi göç evrakları olan ve kayıtlara geçen insan
sayısıdır. Oysa hiç bir kayıtta geçmemesine karşın
yalnız Shapsugh ve Natuhaçlardan 1861-1862 arasında
20 binin üzerinde ve yine 1864’te 21binin üzerinde
insan göç etmek zorunda bırakılmışlardır.
Rus kaynaklarında yalnız resmi olarak kaydı
bulunanlardan sözedilmekte ve dolayısıyla sayılar düşük
gösterilmeye çalışılmaktadır. Sultan Devlet Giray
anılarında, 1816 yılından 1910 yılına dek Kafkasya’yı
terkeden ya da terketmeye zorunlu bırakılan insan sayısı
3 milyon 097 bin kişi olarak belirtmektedir. Yine aynı kaynakta
1910 yılında Osmanlı’daki Çerkes sayısı
2
milyon
750
bin kişi
olarak belirtilmektedir. Devlet-Giray bu rakamları
verirken kaynak olarak Osmanlı’nın istatistik enstitüsü
verilerine dayanmaktadır. Dolayısıyla bu sayıları
gerçeğe en yakın olarak kabul etmek gerekir.
Sürgün, Kafkasya halkına çok büyük bir bedele malolmuş
ve yola çıkan insanların neredeyse yarıya yakını
yollarda yaşamını yitirmiştir. Anapa, Çemez (Novorosisk),
Tuapse, Subaşı, Psezuape, Adalar, Suhumi kıyılarında
Rusların, ayrıca Osmanlıların gönderdiği gemilerin
yanısıra pek çok özel tekneler de ücretini Ruslardan
almak üzere aylarca kıyıya yığılan insanları
taşımışlardır.
Bu olaylara tanık olan o günün gazetecileri, yazarları
pek çok yazılarında bu acıyı ayrıntılarıyla anlatırlar.
Bunlardan bir tanesi olan A.P.Berje tanık olduğu bir
olaydan şöyle söz eder: “Novorosisk limanına 17.000 den
fazla insan yığılmış büyük bir çaresizlik içerisinde
kendilerini karşıya geçirecek gemileri bekliyorlardı.
Salgın hastalıktan insanlar bitkin düşmüşlerdi, denizin
yüzeyi cesetlerden görünmez haldeydi, ölmüş annesinin
kucağında minicik yavruları görüp acı duymamak olası
değildi. Yine bir Rus görevli sonradan kaleme aldığı
anılarında şöyle anlatır: “Gördüklerimiz karşısında
ürpermemek, acı ve utanç duymamak mümkün değildi. Yaşlı
insanların, küçücük çocukların cesetleri sokak
köpeklerince parçalanıyor, salgın hastalıklardan güçsüz
düşmüş insanlar tökezlese sokak köpekleri üzerlerine
çullanıp parçalıyorlardı. Sağ ve ayakta kalmayı
başarabilenler ise artık tüm ümitlerini yitirmişler
diğer tarafta da kendilerini bekleyen pek parlak bir son
olmadığını anlamanın çaresizliği içerisindeydiler.
İnsanlar gemilere doluşup gidiyorlar eğer denizin
üzerindeyken birisi hastalansa hiç acımadan atıyorlar
denize. Böylesi pek çok ceset yine kıyılara vurmuş ve
deniz kenarında çürümeye bırakılmış durumdaydı:”
Aynı bu örnekler de olduğu gibi daha pek çok kaynakta
insanlık tarihinin belki de en acı dramlarından birisi
olan Kafkasya sürgününe ilişkin bilgiler bulabilirsiniz.
Fransız gazeteci A. Fonvill'in “Çerkes Özgürlük Savaşının
Son Yılları” adlı kitabında bu dönem ve yaşanan acılar
tüm çıplaklığı ile anlatılır.
Bunca acı ve felaketin sonunda Osmanlı topraklarına
ulaşabilenler ise hiç de bekledikleri ve kendilerine söz
verildiği gibi bir manzara ile karşılaşmamışlardı.
İnsanlar aç, açık, hasta ve çıplak, içler acısı bir
durumda terkedilmişlerdi bin bir sözle davet edildikleri
topraklarda. Sayıları on binlerle ifade edilen cenazeler
kalkıyor, insanlar yollarda, evsiz barksız ağaç
altlarında ölüyorlar ve cesetleri günler sonra
gömülebiliyordu. Ne Osmanlı Sultanı ne de onun
yöneticileri hiç bir sözlerini yerine getirmemişler,
zaten direncinin son noktasında olan bu insanları ortada
bırakıvermişlerdi. Akçakale’de, Sinop’ta, Samsun’da,
Varna’da sayıları on binlerle ifade edilebilecek
kayıplar vardı. Eylül 1864’te yalnız Samsun’a gelen
110 bin insandan 50 bini ölmüş sağ kalan 60 bin kişi
ise hiç bir gereksinimi karşılanmamış olarak sefil bir
durumda bırakılmışlardı. Aşağı yukarı yanaştıkları tüm
sahillerde Kafkasyalıların yaşadıkları manzara bu ya da
bunun benzeri acı bir sondu.”
Profesör Smirnov'un yazdığına göre sürgün edilen
insanların yarıdan fazlası göç yollarında, Karadeniz’in
geçilmesi sırasında ve daha sonra Osmanlı topraklarında
yaşamını yitirmiş, sağ kalanların ise özellikle kadın ve
çocukların oluşturduğu %15 gibi bir bölümü de köle
tüccarlarının eline düşerek pazarlarda satılmışlardır.
Bu bilgileri daha önce söz ettiğimiz Fransız yazar
Fonvill ve daha sonra anılarını yazan bir İngiliz
konsolosu da doğrular.
Adigelerin Osmanlı topraklarına gelişinden sonraki dönem
başlı başına bir inceleme konusu olarak ayrıca ele
alınmalıdır kanaatimce. Ateş bir kez yandıktan sonra
onun alevini büyütmek o kadar da zor bir iş değildir.
Kafkas savaşlarının alevlenip yayılmasında pek çok etken
bir araya gelmiştir. Rus çarlarının emperyalist
emelleri, Rus komutanların acımasız insanlık dışı
tutumları, Adige feodal beylerinin sorumsuz ve kişisel
çıkar gözeten tutumları, Osmanlı, İngiliz, Fransız
imparatorluklarının kendi çıkarları doğrultusundaki
kışkırtmaları. Tüm bu karmaşanın ve örtülü kavganın
içerisinde Kafkas halkı bağımsızlığını ve topraklarını
yitirerek başka topraklara sürülerek en büyük bedeli
ödeyen taraf olmuştur.
Bir halkın bağımsızlığı için verdiği savaşa ve bu
savaşın sonucunda ödediği bedele tarih tanıktır.
Kafkas halklarının bu şanlı kavgasını her ülke kendi
çıkarları doğrultusunda tarihi ve olayları saptırarak
göstermeye çalışmaktadır. Gerek Ruslar ve gerekse
Türkler kendi topraklarında olan acı olayları görmezden
gelmektedirler.
Bir başka çarpık bakış açısı ise; bir halkın, uğruna
büyük bedeller ödenen, çok büyük acılar çekilen
bağımsızlık kavgasını yalnız bir din savaşı, bir gazavat
olarak lanse etme çabasıdır.
Tarih Kafkas Savaşlarında Adigelerin Din Bayrağı
Altında Savaştıklarına Tanık Değildir.
Uğruna bunca kan, bunca can dökülen ve bu kadar ağır bir
bedel ödenen bir savaşı böyle sunmaya çalışmak, bunun
yalnız bir gazavat olduğunu iddia etmek, ardında başka
amaçlar aranması gereken boş bir çabadır.
Müslüman din adamlarının hiç bir zaman böylesine bir
etkinlikleri olamamıştır Adigeler üzerinde. Sözgelimi
Shapsughlar, Abadzechler ya da Natuhaçlar ve diğer pek
çoğu Gazavat çağrısına katılmamışlardır. Onların
savaşları vatanları, canları, özgürlükleri içindi. Evet
zaman zaman bu halklardan da gazavat çağrısına
katılanlar ve o yönde hareket edenler olmuştur ancak
asla bu tür hareketler topluca bir destek bulmamıştır.
Hiç bir zaman bu savaşların din ve din adamları
tarafından başlatılmış ve din bayrağı altında yürütülmüş
bir mücadele olduğu iddia edilemez.
Bunun en iyi örneği, Şamil'in naiplerinin Adigelere asla
söz geçirememeleri ve kendi diledikleri şekilde
yönlendirememeleridir.
Çünkü Adigeler kendi vatanlarının ve bağımsızlıklarının
savaşını veriyorlardı. Onların kavgası hiç bir zaman
“gavur kanı akıtmak” kavgası değildi. Şamil’in 1842-1845
ve 1848 yıllarında Adigeleri gazavat bayrağı altında
toplamak üzere gönderdiği naillerinden hiç birisi tam
olarak başarı sağlayamamış Adigeler özgürlük
savaşlarının din savaşlarına dönüştürülmesine izin
vermemişlerdir.
Bunlardan en sonuncusu (Muhammet Emin)1859 yılında
savaşı bırakmış ve öncülüğüne soyunduğu insanları
yüzüstü bırakarak Osmanlı’ya geçmiştir. Oysa Adigeler
1864 yılına dek silah bırakmamacasına savaşa devam
etmişlerdir. Yalnız bu bile Adigelerin bir din savaşı
içerisinde olmadıklarını anlamak için yeterli nedendir.
Adigelerin savaşı bir özgürlük savaşıdır ancak en büyük
eksikliği bir önderlikten yoksun oluşu ve birbirinden
kopuk bölgesel savaşlar şeklinde sürdürülmesidir. Burada
Kafkasya’nın neden tek bir ülke ve tek bir önderlik
altında savaşamadığını uzun uzun incelemek elbette olası
değildir. Ancak yenilginin ve doğurduğu acı sonuçların
en önemli nedeni, savaş süresince devam eden dağınıklık
ve organizasyonsuzluktur. Sözgelimi Natuhaçlar
savaşırken Shapsughlar, Shapsughlar savaşırken
Abadzechler destek vermeden diğerinin ezilmesini
izlediler. Kafkas halklarının daha sonra bir araya
geldikleri, birlikte savaştıkları dönemler olmakla
birlikte hiç bir zaman tek bir önderlik altında
savaşamadılar.
"İki denizin arasında tek bir yönetim olmalıdır".
Bu söz Kıetıkıe Aslenbeç tarafından söylenmiş olmasına
karşın kendisi de bunu gerçekleştirememiştir. Neğume
Şore, Kafkasya’nın bir yönetim altında toplandığı tek
dönem olan İnal Dönemi’ni anlatır yapıtında, ancak aynı
yapıtında İnal'ın ölümünden sonra Adige pşılerinin nasıl
birbirine düşüp yeniden dağıldıklarını da anlatır
üzülerek.
Sanırım Adigeler tarihin yüzüne gülmediği halklardan
birisidir. Eski dönemlerden bu yana büyük
imparatorlukların kurulduğu Avrupa ve Asya’nın ortasında
bir köprü durumunda olmalarına karşın asla düşmanlarının
uykularını kaçıracak güçlü tek devlet durumuna
gelemediler Adigeler.
Artık tarihi suçlamanın ya da yargılamanın bir anlamı
yoktur. Halkımız böylesi bir güçlü birliği kuramamış
olmanın bedelini Kafkas Savaşları ile sonrasında
yaşadığı felaketle çok acı bir şekilde ödedi zaten.
Kafkas Savaşları ve sonrası halkımızın bir kaç kuşağının
yaşadığı bir acı dönemdir. Artık bu dönemin tüm
gerçekliği ile ortaya konulması tarihin, tarihçilerin
görmezden gelemeyecekleri bir görev durumuna gelmiştir.
Bir kez daha belirtmek gerekir ki, artık bu dönemin
başkalarının çıkarlarına göre yorumlandığı, emirle
yazdırılmış bir tarih değil olayların doğru şekilde ele
alınıp incelendiği ve gerçeklerin tüm çıplaklığı ile
ortaya konulduğu gerçek tarihe gereksinim vardır. Yeni
kuşak öncelikle bunu bekliyor. Asla unutulmamalıdır ki
Kafkas savaşları tarihimizin ve geleceğimizin temeline
koyacağımız ana temadır. Böyle olduğu içindir ki, bu
konuyu bize dikte ettirildiği şekli ile kabullenip
geçemeyiz. Tüm gerçeklerin ortaya konulması, gereken
derslerin çıkartılması ve yeni kuşağın bu acıyı,
nedenlerini, sonuçlarını eksiksiz ve doğru olarak
bilmesi bizlerin üzerinde bir borçtur.
Tarihini bilmeyen bir halk, geçmişine sahip olmayan bir
halk, geleceğine de sahip olamaz.
Artık yeter.Eğer Wubıhların akıbetine uğramak
istemiyorsak. Eğer yaşadığımız acılardan biraz olsun
ders alacaksak, eğer bunlardan bir sonuç çıkartacaksak,
eğer yarınlarda güzel bir şeyler yaratacaksak olaylardan
gereken dersleri alma zamanımız çoktan geldi geçiyor.
|