Rusya’nın
Çeçenistan’a el koyma girişimi ve bunun
karşılaştığı direniş, Türkiye’de de “uyarıcı”
etkisi yaptı. Rakip dış politika “vizyonları”, bu
vesileyle yeniden karşı karşıya geldiler. Yine,
Körfez Savaşı'ndan beri hemen her dış politika
olayında çarpışan her iki vizyon/tasarım
arsındaki rekabet ön plana çıktı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel izolasyonist
(kendini yalıtan) politikası ile, Özal’ın Körfez
Savaşı’ndaki çizgisiyle kavanasını işlediği “aktif
politika” arayışı.
Malum, birinci cephede sosyal demokratlar, Kemalistler,
geleneksel devlet eliti ve Batıcı-liberal
entelijensiyanın geniş bir bölümü, ikinci cephede
İslamcılar, radikal milliyetçiler ve neo-liberal (ve
muhafazakar-liberal) entelijensiya yer alıyor.
Kuşkusuz bu kaba bir tarif; iki cephenin bileşenleri
arasında önemli ayrımlar olduğu gibi, cepheleri yatay
kesenrefleksler de var. Ancak bu ayrımlar, bir “dış
olay” gündeme geldiğinde derhal bu kaba cepheleşmenin
zuhur etmesini önlemiyor. Taraflar önce “ezberlerini”
dökülüyorlar. Böylece “dış politika iç politikadır”
gerçeğinin en sağlam kanıtlarını ediniyoruz.
Çeçenistan vakasında da öyle oldu: Türkiye’ye
Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu’nun merkez ülkesi olarak
belgesel güç misyonu biçenler (başta Cengiz Çandar)
Çeçenistan vakasında, hükümetin “renksiz politikasına”
yüklendiler. “Statükocu” cephe ise Türkiye’nin
Rusya’nın içişlerine fazlaca müdahale etmesinin
risklerine dikkat çekti; ayrıca Çeçen vakası ile Kürt
meselesinin eş koşulması halinde Türkiye’nin başının
ağrıyacağını ima etmek gibi “iyi” bir koza sahipti.
Doğrusu “statükocu” denen dış politika çizgisi,
Çeçenistan vakasının gündeme geldiği konjonktürde
kuvvetli bir konumda bulunuyor, zira vaziyet,
Türkiye’ye pek fazla “aktiflik” taslama şansı
tanımıyor. Her şeyden önce Kürt meselesinde devlet
politikasının uluslar arası platformda aldığı
tekdirler, dünyada yalnızlaşma duygusunu ağırlaştırıyor
ve içe kapanma eğilimini arttırıyor. Türkiye iktisadi
ve siyasi bakımdan etkili bir nüfuz politikası güdecek,
hatta bu imajı verecek takatten yoksun. Memlekette
1980’ler/90’lar dönümünde görülebilen “özgüven”
havasının” berhava olması ve gündelik hayatın gittikçe
kararması, Türkiye’ye “bölgesel güç” misyonu yükleyen
neo-liberal ve muhafazakar-liberal çevrelerin halkın
kolektif zihninde keşfettiği “emperyal vizyon/duygu”
belirtilerini de zayıflatmış olsa gerek. Nitekim, aktif
dış politika özleyenler arasında gerçekçi tahlil
yapabilenler bu tabloyu görüyorlar ve sadece
hayıflanıyorlar. “Zamanında” atılmayan adımlara
yanıyorlar, en önemlisi Türkiye’nin her türlü söz ve
müdahale hakkını meşruiyetsiz kılan Kürt politikasından
yakınıyorlar.
Bu kilitlenmenin,dış politika vizyonları arasındaki
cepheleşmenin zaten pek mahdut olan düşünsel
çıktılarını iyice azalttığını söyleyebiliriz. Bakışlar
“Türkiye’nin yapması gerekenler”e ve dolayısıyla
insanları/halkları piyonlaştıran bir devletlerarası
strateji oyununa odaklanıyor. İnsanların Çeçenistan’da
(tıpkı Bosna-Hersek’te ve Azerbaycan’da olduğu gibi)
olanların nedenleri hakkında “sahiden” bilgilenme şansı
azalıyor, uluslar arası politika ve medya düzeneğinin,
çatışmalı toplumsal olayları gerilim unsuru olarak
insancıl boyuta yer veren bir “müsabaka/maç” kalıbına
oturtması karşısındaki çaresizlik büyüyor. İnsanların
Türkiye’nin etrafında olup bitenlerle sahiden
ilgilenmeleri, bunları kendi hayatlarının ve
sorunlarının bir parçası olarak anlamlandırmaları
ihtimali azalıyor. Kısacası milliyetçiliğe alternatif
bir dünya algısı ihtimali azalıyor.
Bu ihtimaller azaldığı ve “dünya olayları”
araçsallaştığı oranda, dinci ve milliyetçi özcülüğün bu
olaylar üzerine yarattığı heyecan da araçsallaşıyor.
Çeçenistan’la ilgili İslamcı ve ülkücü-milliyetçi
kampanyalar, bu bakımdan açık örneklerdi.
Olayın kendisini ilişkili gördüğü dava uğruna vesileye
indirgeme alışkanlığı, Bosna-Hersek ve Azerbaycan
vakalarında tanık olunanın çok üstünde bir boyuta
vardı. Çeçenistan vakası “cihad” (“kutlu Çeçen
cihadı”), “Rus emperyalizmine karşı yıllardır süren
mücadelemiz” veya “Batı’nın çifte standardını”
kanıtlamak için vesile sayıldı. Vesile olarak taşıdığı
soyut/genel anlam, vakanın somut/özgül içeriğini ve
anlamını silecek kadar önemli ve “yeterli” olabiliyor.
25 Aralık’ta Ankara’da yapılan protesto mitingi,
İslamcı ve ülkücü grupların Çeçenistan gerçekliğini
(herhangi bir) cihad cephesine indirgeme eğiliminin bir
örneğiydi. Özellikle RP’liler ve BBP’liler,
sloganlarını kabul ettirmek için “bastırırken”
meydandaki Çeçen ve diğer Kuzey Kafkasyalı
topluluklarla karşı karşıya geldiler. Çeçenistan’a
anayurtları gözüyle bakan ve aralarından bazılarının
akrabaları hala oralarda yaşayan Kafkasya kökenli
insanlar, bu özel duyarlılıklarının üzerine onu bir
siyasal repertuar unsuru haline getirmek saikiyle
abanılmasına tepki gösterdiler.
Bu çatışma, sadece basitçe Türk Milliyetçiliği ve
İslamcı “makro” milliyetçilik ile Çeçen/Çerkes
milliyetçiliği bir karşılaşma olarak yorumlanamaz.
Yarattığı heyecan karşılıklı, alışverişli bir
dayanışmaya ve duygudaşlığa dayanmayan,
milliyetçiliğin/İslamcılığın dünyayla ve insanlıkla,
yani kendinden olmayanla, yani “ötekiyle” ilişki kurma
yeteneğinin sınırlarını gösterir. Zira milliyetçilik ve
milli/dış meselelerde onunla ayı kalıbı paylaşan
İslamcılık, kardeş saydığı “dış”
öznelerle/topluluklarla, ancak onların kimliklerini
emerek, farklılıklarını eriterek dayanışabilir,
özdeşleşebilir. Dayanıştığı topluluğu/özneyi, nüfusuna
kaydettirmeye yönelik bu eğilimi İslamcılar, homojen
bir “Müslüman” kimliği adına, ülkücü-milliyetçiler
“Türk” kimliği adına sürdürüyorlar. Böylece dayanışılan,
daha doğrusu sahip çıkılan topuluğun/öznenin özgül
kimliği, ona sahip çıkan milliyetçi söylemin dayandığı
üst-kimliğin himayesine sokularak “şereflenmiş” oluyor.
(Himayeci kimlikte bu süreç içerisinde üst-kimliğe
dönüşüyor veya o niteliği pekişiyor.) Somut özne/fail
konumundaki toplulukların ve özgül toplumsal-siyasal
çatışma koşullarının gıyabında, re’sen vekaleti
üstlenilen o özneler –Müslümanlık-Türklük- adına
misyonlar atfediliyor. İslamcı ve milliyetçi hareketin
Bosna-Hersek ve Azerbaycan vakalarında da kendini
gösterip Çeçenistan vakasında doruğa çıkan bu tutumunu
gıyabi milliyetçilik” diye tanımlıyorum.
MHP Çeçenler ve Türklük
Özellikle ülkücü-milliyetçi çizginin Çeçenleri
Türklüğe (Türklük davasına) bağlayan söylemi, gıyabi
milliyetçiliğin uç bir örneğidir. Çeçenlere
gıyaplarında Türk milliyetçiliği adına görevler
yükleyen bir söylemle karşı karşıyayız.
Öngörülen görev kabaca, “Türklüğün” ve Türkiye’nin
ileri karakolu olmaktır. Türk milliyetçiliğinin bildik
beka kaygısı, Bosna-Hersek gibi Çeçenistan’ın da
üzerinde Türkiye’nin savunulması “yükümünü” görüyor.
MHP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ergin Bayramcı şöyle
yazıyor: “Çeçenler Türkiye için adeta bir kalkan görevi
yapmaktadırlar. Bu itibarla Çeçenistan Türkiye’nin
savunma alanının başlangıcı mahiyetindedir. (…)
Çeçenistan düşer de Ruslar biraz kuvvet toplarlarsa
aynı savaşı Anadolu yaylalarında vermek zorunda
kalabiliriz.” (Ortadoğu 11.1. 1995)
Kayseri-Pınarbaşı’ndan Çeçen kökenli bir ülkücü, Prof.
Tuncer Gülensoy’a gönderdiği okuyucu mektubunda bu
misyonun ufkunu genişletiyor: “Çeçenistan ve Kafkasya
şu veya bu ülkenin otlanacağı arka veya ön bostan
değildir. Çeçenistan ve Kafkasya ancak Türkistan’dan
“selam” getiren, iman rüzgarları esen, yiğitlerin
harman olduğu “büyük ve müebbed” bir ülke olan Turan’ın
serhaddinde , hür bağımsız bir surdur.” (Ortadoğu
13.1.1995)
Kafkasya’ya bahşedilen “hür-bağımsız” konum, bir ileri
karakol olmaktan ibaret. MHP Çorum milletvekili
Muharrem Şemsek’in, 12 Ocakta, TBMM’nde sözünü ettiği
“Kafkasya Halkları Federasyonu” da ileri karakolun
tahkim edilmesi arayışını yansıtıyor. Şemsek’e göre
Çeçenistan’ın tutunmasının ve böyle bir federasyon
tasarısının önemi, Tatarlar, Başkırtlar ve Yakutlar
yani “esas” Türkler için emsal olacak olmasından
geliyor. Çeçenistan vakası “Ruslarla Türklük”
arasındaki ezeli ebedi mücadelenin bir uğrağı olarak da
işleniyor. 1970’lerde ülkücü alt-kültürde,
anti-komünist ve anti-folklorun gözde bir simgesi olan
Şeyh Şamil mitolojisiyle birlikte “Moskof” edebiyatı en
bayağı örnekleriyle canlanıyor.
Ülkücü-milliyetçi ideoloji, gıyabında Türklüğün ileri
karakolu olmakla yükümlendirdiği Kafkas halklarının
kimliğini (kimliklerini) de “huduttaki” bir kimlik gibi
görüyor: “Tam” Türk değil ama Türk “gibi”…
Türkçü ideologlar Kafkasyalıları/Çerkesleri, soyları
eski Türk boylarından Avarlara uzanan, daha sonra başka
bir dil konuşmaya başlamış bir millet sayıyorlar. Yani
Kürtler misali, “biraz” yabancılaşmış bir Türk boyu…
İslami kimliği daha fazla önemseyenler veya soy
bağından ziyade kültürel kimliğe ve “içtimai ırk”
yaklaşımına yaslananlar ise, Kafkasyalıları/Çerkesleri
töre, yaşayış ve gelenek itibariyle Türklükle
bütünleşmiş sayıyorlar.
Her halükarda Kafkasyalılık/Çerkeslik Türk milli
varlığının bir alt-kültür unsuru addediliyor. Türk
milliyetçiliğinin zihniyet dünyasında bunun anlamı, söz
konusu toplulukların Türk sayıldığı ama yeri geldiğinde
Türklüğe bağlılıklarını göstermeleri (gerekmektedir)
”Kahraman Dudayev…” adlı şiir (16.1.1995) Çeçen devlet
başkanının şahsında Çeçenleri “Türkten sayan” popüler
algıyı yansıtıyor:
“Merhaba büyük lider, çağımızın Kürşad’ı
Moskof’un anıları ülkene mi saldırdı?
Onların gayeleri Türk’ü esir etmektir.
Bulutlar aralandı güneş doğuyor gibi
Türk’ün ne olduğunu göster dünyaya şimdi.”
Mamafih Tuncer Gülensoy’un, yukarıdaki paragrafta
yazdığı okuyucu mektubu aktarılan Çeçen ülkücüyü
“Ataları Çerkes ama (abç) yüreği Türklük duygusuyla
çarpan bir okuyucu” diye takdim etmesi,
Kafkasyalıların/Çerkeslerin Türklüğe mensubiyetinin
-belki de her kuşakta yeniden- kanıtlanması ve “hak
edilmesi” gereken, şarta (“Yüreği Türk duygusuyla
çarpmak”) bağlı bir kazanım olduğunun göstergesidir.
Nitekim Tuncer Gülensoy, oğlunun tezini “kendisinin
Türk milliyetçisi olması nedeniyle” reddettikleri için
bazı öğretim üyelerini isim vermeden şikayet ederken,
birisini şöyle anıyor. “(…) eşi ve kendisinin Türk
olmadığını Çeçen olduğunu söyleyen bir kişi…”
(Ortadoğu 17 1 1995)
Ülkücü-milliyetçi ideolojiye göre “Türklüğü” hak
etmenin en emin yolu ülkücü-milliyetçi olmak -bu
durumda Çeçenlerin ve diğer Kafkasyalıların
kimliklerini meşrulaştırma (yani Türkleştirme) yolu da
oradan geçiyor: “Çeçenistan’ın bayrağında Bozkurt var
ama Türkiye’deki solcu ve sağcı bütün Çeçenler, Çeçen
oldukları için ve “bozkurt” gibi davranmaları gerektiği
için ortak hareket etmeleri lüzumunu nihayet
kavrayabiliyorlar. Demek ki her Türk’ün bir “bozkurt”
olduğunu hatırlamak için, “ayı”nın saldırısına uğramak
gerekiyor.” (Arslan Bulut, Ortadoğu, 21.1.1995)
Döngüsel bir biçimlenme: Çeçen olduğu için bozkurt gibi
davranmak gereğini hatırlamak, dolayısıyla Türk
olduğunu hatırlamak, her Türk’ün de bir bozkurt
olduğunu hatırlamak… Sadece Çeçenler için değil,
Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’nun bütün “kardeş”
halkları, Türk milliyetçiliğinin gıyaplarında verdiği
hamiyyetperver hükümlerin vicahiye çevrilmemesi için
duacı olmalılar!... |