Kafkas kültür ve konularına ilişkin seni ve
gerçekçi değerlendirmelere gereksinim vardır.
Buna, geçmişin çalışmalarını yeniden gözden
geçirmek, çağdaş ve doğru bilgi akışına
katılabilmek bakımından gereklilik vardır. Aksi
takdirde yanlış sonuçlara sürüklenme durumları
doğabilecektir.
Yazımızın amacı bu duruma dikkati çekmek, bunu bazı
değerlendirme örnekleri ile işaretlemece çalışmaktır.
İşte sıradan ama önemli birkaç nokta:
1) Güney Marmara yörelerinden yapılan Çerkes sürgünü
olayı
1922 sonu ile 1923 yılı başlarında bu yörelerden 14 köy
sürülmüştü, öteki köylerden bazılarına da sürgüne
yollanacakları bildirilmişti.
Durum bu düzeyde iken, sürgün durmuş ve sürülenlerin de
dönmesine izin verilmişti.
Şimdi bu olaya ilişkin yapılan bazı değerlendirmeleri
görelim: Avukat Yaşar Bağ'a göre; "sonradan bu sürgün
kaldırılmıştır" (Kafkasya Üzerine Beş Konferans, s. 12).
Burada sürgünün kimin tarafından "kaldırıldığı"
belirtilmemiştir. Hasan Şaguj'a göre de sürgün, "Devrin
Kuzey Kafkasya asıllı Rauf Orbay, Hune Ali Sait Paşa
gibi ileri gelenlerinin de girişimi ile" durdurulmuştur
(Kafdağı, sayı, 9-10, s. 53). Bunlara benzer bir dizi
yazı bulmak mümkündür.
Peki, gerçek olanı nedir?
En başta Rauf Bey (Orbay), sürgünü uygulayan yürütmenin
başıdır, başbakandır. Dolayısıyla iddia (görüş) gerçekçi
değildir.
İki yönlü bazı soruşturmalarımıza göre, Çerkes köyleri
kendilerine komşu olan Türk köylerinden soruşturulmuş,
haklarında şikayet olmayan Çerkes köylerine
dokunulmamıştır. Sürgünün nedeni, Yunan işbirlikçilerini
cezalandırmaktır. Sürgün için başka gerekçeler
gösterilmiş olması ise dış görüntüdür.
Sürgün, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması'nın ilgili
maddeleri gereği af kapsamına girdiğinden
durdurulmuştur. Lozan Antlaşması'na göre, savaş suçları
nedeniyle;
a) kimse idam edilmeyecektir,
b) genel af ilan edilecektir.
Durum budur ve Türk hükümetince özel olarak sürgün
cezasının kaldırılması durumu yoktur.
1919-1922 savaşı sırasında, merkezi İzmir olmak üzere,
işgalci Yunan makamlarınca "Şark-ı Karib Çerkesleri
Te'mini Hukuk Cemiy-ti" adlı bir işbirlikçi örgüt
kurdurulmuştur (24 Ekim 1921). işbirlikçiler ve bu
derneğin kurucuları içinden ele geçenler (örneğin Gönen
delegeleri Lemp'ej Yakup Efendi ve Şhakumıd Hafız Sait
Efendi, Erdek delegesi Şhaptlı "Hasan Bey gibi
kişiler) idam edildiler (1922).
Bu arada bu gibi gerekçelerle işbirlikçiliğin suçunun
özellikle yöre Çerkeslerine yıkılmak istendiği
düşünülebilir. Durum bu olasılığı desteklemektedir.
Sonuç olarak, sürgün ve idamlar, Lozan Antlaşması'na
değin uygulanmış, çok kişi idam edilmiştir.
Yukarıda belirtilen konulara ilişkin ciddi inceleme ve
değerlendirmeler henüz yapılmamıştır, tarafsız
araştırmacılara yeni görevler düşmektedir.
2) Kölelik, cariyelik ve Osmanlı Sarayı'ndaki Çerkes
Cariyeleri konusu
Bu konulara, eğilen yazı ve araştırmalarda artış vardır.
Bizim de bu alanda geri kalmamamız gerekmektedir. Konuya
eğilmek isteyenler için Doç. Dr. İsmail Parlatır'ın
"Tanzimat Edebiyatında KÖLELİK" (TEK, Ankara, 1987) adlı
yapıtında hayli özet bilgi ve kaynak adı bulunmaktadır.
Kafdağı Dergisi'nin anılan Hasan Şaguj'un yazısında
tanıtılan Abhaz asıllı yazar Mehmet Fetgeri'nin (Şöenu)
"Osmanlı Alem-i İçtimaiyesinde Çerkes Kadınları"
(İstanbul, 1914) adlı >apıtı da konuya değgindir. Mehmet
Fetgeri'ye göre, o zamanki "Çerkes İttihat ve Teavün
Cemiyeti" üyesi gençlerin isteği üzerine Deli Fuat
Paşa'nın araya koyduğu İngiliz elçiliği müsteşarı Fiç
Moris'in aracılığı sonucu, Osmanlı Sarayı'ndaki Çerkes
cariyeler II. Abdülhamid tarafından salınmış-tır.
Mehmet Fetgeri'ye ait bu bilgi, İ. Parlatır'a göre, "bir
anlamda doğrudur" (TEK, s. 20). Aslında Osmanlılarda
köleliğin ve cariyeliğin yasaklanmasına ilişkin bir dizi
yasaklama kararı bulmak mümkündür. Örneğin, Ana
Britannica'ya göre, "cariye alım satımı 1909'da V. Mehmed
(Reşat) tarafından yasaklandı" (Madde: Cariye).
Birinci Dünya Savaşı'nda Mekke' de askerlik yapan L'lşe
Hacı İlyas Varol, Mekke'de esir pazarı olduğunu ve zenci
oğlanların burulduğunu gözleriyle gördüğünü bana
anlattı. Ayrıca Türk yazarı Aziz Nesin çocukluğunda
İstanbul'da Esir Pazarı gördüğünü yazmıştır.
Aslında Osmanlı Devleti'nde 1839'dan başlanarak,
köleliğin kaldırılması yönünde, dış gelişme ve baskılar
da dikkate alınarak, tam uygulanmayan bir dizi
kısıtlayıcı karar alınmıştır: 1847'de Zenci köle
ticaretinin yasaklanması ve Üsküdar Esir Pazarı'nın
kaldırılması: 1855'tc Çerkes köle ticaretinin
yasaklanması; 1857'de Zenci köle ticaretinin yeniden
yasaklanması, buna karşılık Çerkes köle ticaretinin
yasaklanmasına gerek görülmediğinin açıklanması; 1860
sonrasında Trabzon ve Samsun çevresinde olan ve güç
durumda bulunan göçmen Çerkeslerin satılması için
Osmanlı hükümetince Esir pazarı kurdurulması ve bunların
satılması gibi (TEK, s. 18-19).
Görüldüğü gibi Osmanlılarca alınan bu yöndeki kararlar
ciddi olarak uygulanmamıştır.
Bir tarihsel dönemde yeryüzünde görülen ve bu arada
İslam hukukunda da yer alan (yasallığı tanınan) kölelik
(ve cariyelik) kurumu, aslında Osmanlı Devleti'nin
yıkılması, Cumhuriyetin kurulması (1923) ve Saray'ın
kapatılması ile son bulmuştur (1924). öteki Arap ve
İslam ülkelerinde kölelik ve cariyelik yakın yıllara
değin, gizli ya da açık sürmüştür.
Soruna Çerkes tarihi açısından bakıldığında, İlkçağın
bilinen ilk Çerkes devleti olan Sind Krallığı ve onun
katıldığı Bosporos Krallığı devletleri köleci idiler. Bu
devletlerin ekonomilerinde köle ticaretinin önemli yeri
vardı (Ana Britannica, Madde: Bosporos Krallığı,
Çerkesler).
Çerkes köle ticaretinin İlkçağ'ı izleyen Ortaçağ'da da
sürdüğü Mısır Çerkes Memlukları Devleti (1250-1382;
1382-1517) örneğinden de bilinmektedir.
İlkçağ boyunca Karadeniz kıyılarında varlığını sürdüren
Çerkes kentleri ve deniz ticareti 4 ve 5. yüzyıllarda
süren Hun saldırıları sonucu yok oldu (Ana Britannica,
madde: Çerkesler). Dolayısıyla köle ticaretinin maddi
temeli yıkıldığından, köleci Çerkes toplum ilişkileri de
bu arada son bulmuş olmalıdır.
Ortaçağ boyunca Çerkesler bir dizi saldırı ve istila ile
karşılaştılar. Dolayısıyla köleler, galip devletlerce
Çerkeslerden esir ve vergi karşılığı olmak üzere
sağlanmıştır (Büyük Larousse, madde: Esir), örneğin,
"Kırım Hanlığı Çerkesleri yılda 3 bin çocuk verilmesini
de kapsayan, ağır bir vergiye bağladı" (Ana Britannica,
madde: Çerkesler).
Bu durum Çerkesleri Rusya'ya yanaştırdı, 1557'de
Kabardey prensleri Rus koruması altına girdiler. 18.
yüzyıla değin süren' Çerkes-Rus dostluğu, bu arada
Rusların Kuzey Kafkasya'yı barışçı bir biçimde kolonileştirmelerini
de beraberinde getirdi.
Öte yandan Kırım saldırılarına karşılık veren Kabardey
baş prensi Aslanbek Kaytuk (Ö. 1746), nüfus açığını
kapatmak için, Tatarların yaptığı gibi, çok sayıda Tatar
çocuğunu ele geçirdi; ama yargıç ve danışman Lebağı
Kazanoko'nun (1686-1750) "Bu kadar çocuğu
Adigeleştiremezsin, bunlar büyür sonra kökümüzü
kazırlar" biçiminde karşı çıkışı üzerine, çocuk
kaçırmaktan vazgeçti.
1774'te Kabardey (ve bu arada Karaçay, Balkar, Oset ve
İnguş) bölgesinin, 1783'te Kırım'ın, 1801' de Gürcistan
ile Osmanlılara bağlı Abhaz prensliğinin Rusya
tarafından ilhak edilmesi sonucu, Osmanlı gücü
gerilemiştir.
Bilindiği gibi, Rusya'da kölelik değil, serfilk vardı.
Bu tarihten sonra Kafkasya'dan toplu köle ihracı
kalkmıştır. Ama insan avcılığı ve Saray'a armağan
biçimlerinde köleliğin sürdüğü de bilinmektedir.
18 ve 19. yüzyıllarda batı dünyası eşitliğe ve özgürlüğe
doğru büyük bir demokratik gelişme göstermiştir. Ancak
batıdan kopan Çerkesler ileri insanlığın kurtulmakta
olduğu feodalizme ve teokratizme doğru ters bir gerileme
içine girdiler. Bunda Osmanlıların Ferah Ali Paşa ile
birlikte başlattıkları Çerkesleri kendi yanlarına çekme
(kullanma) politikalarının, uzlaşma yollarını kapatan
(ve Dağıstan'dan gelen) teokratik müridizm akımının payı
olmalıdır.
19. yüzyılda gücü artan soylu (pşı ve vork) sınıfına
karşı serfleşmek istemeyen köylülerin (fekotl) eşitlik
mücadeleleri yükselmiştir.
Osmanlı Sarayı'na öteden beri, Kırım Hanlığı, bağlı
Abhaz ve Gürcü prenslikleri kanalıyla köle, en çok da
Çerkes, Gürcü ve Abhaz cariyeler sağlanıyordu. Bu arada,
Kafkas, Arabistan-Doğu Afrika, Kuzey-Afrika-Senegal ve
Balkanlar-Doğu Avrupa biçiminde Osmanlı pazarına köle
sağlanan dört ana bölge vardı (TEK, s. 12).
Köleler;
a) Savaş,
b) İnsan avcılığı,
c) Armağan,
d) Satın alma, yollarıyla sağlanıyordu (TEK, s. 11).
Kafkas kızları 19. yüzyılda, daha çok insan avcıları
tarafından kaçırılmak ya da kandırılmak suretiyle
İstanbul'a getirilirlerdi.
Osmanlı Sarayı'nda sadece cariye sayısı 500-1000
arasında değişirdi (Ana Britannica, Madde: Cariye).
Ayrıca çeşitli adlar altında ve değişik hizmetler için
erkek köleler de alınırdı.
Zenci köleler en çok Mekke ve Cidde'den burularak (hadım
edilerek) gönderilirdi. Bunlar Saray'da ve zengin
konaklarında haremağası olarak kullanılırdı. 1747'ye
değin yürürlükte kalan Devşirme Kanunu'na göre iç oğlanı
ve gılmanı hassa gibi adlar altında Saray'a devşirme
oğlanlar alınırdı. 1747'den sonra, oğlanlar ve cariyeler
yukarıda sayılan dört ana yoldan sağlanıyordu. Osmanlı
ve Doğu İslam toplumlarında, özellikle, saray, konak,
köşk ve çevresinde yoğunlaşmak ve hatta kurumlaşmak
üzere yaygın sapmalarla karşılaşılıyordu. Bu durum
anlayışla karşılanırdı. Kurumlaşma ise, cariyelerle
ilişkileri Harem Kanunu'na göre yasaklanan hükümdar
sultanlara gılman sunulması biçiminde kendini gösterir,
bununla taht varislerinin çoğalması önlenirdi. Sapmalara
ilişkin çok sayıda belgelerin günümüze kalmış olması,
durumun hoşgörü ile karşılandığını göstermektedir.
1864 Çerkes göçünden sonra, Osmanlı Sarayı'ndaki Çerkes
cariyesi sayısı artmıştır. Son döneme ilişkin olarak
saraylılarla görüşmelerim vardır, örneğin büyük teyzem
de bir saraylıydı (ki merhum Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk'ün üvey annesidir.) Saraylı, evlenip saraydan
ayrılan eski cariyelere denirdi.
Son dönemde özellikle etnik Wubıh ve Abhaz kızları
Saray'a alınmıştır. Bunlar uysal ve çalışkan olmaları
nedeniyle yeğleniyorlardı. Kızlar soylular tarafından
sağlanır, Saray'a hediye olarak verilirlerdi. Soylular o
yoldan Saray ile ilişkilerini sürdürür, çıkar
sağlarlardı.
Çerkes cariyelerle Adigeler arasında onurlandırma
bakımından Saraylı deniyordu. Saraylı cariyeler belki
özendirme bakımından belli aralarla ve gruplar halinde,
özellikle yazları bol hediyelerle memleketlerine (Düzce,
Bandırma, Gönen, vb.) gönderilirlerdi. Bunlar Saray'ın
istemesi, bol hediye getirmeleri ve dağıtmaları
nedeniyle iyi karşılama görürlerdi. Örneğin, Düzceli
saraylı kızlar (cariyeler) Hendek'te karşılanır,
kendileri için düzenlenen oyun ve gösteriler içerisinde
ağırlanarak Düzce'ye getirilirlerdi.
Saraylı (cariye) geleneği, söylenenlerin aksine ancak
Cumhuriyetin kurulması ve sarayın kapatılması ile son
bulmuştur.
3) Acelecilik ve ciddi inceleme yoksunluğu
Örneğin, Osman Çelik'in "Genar" ve Çetin Öner'in
"Dağlara Yazılıdır" romanları. İdeolojik yaklaşımı
Türk-İslam sentezi faşist görüşünü andıran, Çerkes
toplumsal ilişkilerini ve tarihini çarpıtan (tahrif
eden) ilkini şimdilik geçiyoruz.
İkincisinde yazar, Binboğalar eteğindeki bir etnik
Kabardey köyü ekseninde geçen olayları, zaman dizinsel
ve adeta folklorik bir biçimde anlatmaktadır. Yazar
feodal halk yaşamını kurgulayıp sunmada başarılıdır.
Ancak, romanda geçen olayların bir bölümü karşımızda
yaşatılmamakta, anlatılmakla (öykülenmekle)
yetinilmektedir. Bu anlatış biçimi roman türüne
(ilkelerine) uymamaktadır.
Buna karşılık, romanda Kabardey etnik feodal
karakterleri genellikle başarılıdır; kişiler gerçeğe
uygundur. Bunda belki de kişilerin yaşamdan alınmış
olmasının payı olmalıdır. Başarıya örnek olarak, gezgin
demirci kurgulaması, nine, dayı (köy imamı), nine,
torun, vb. gösterilebilir. Bu kişilere feodal çevre
(Kürt, vb.) renkleri de eklenmiş, kaynaşmalar
işaretlenmiştir. Bu arada deri tulum içinde Adige-Kafkas
tanrılarının Kafkaslardan Binboğalara getirilmesi,
ninenin ölümü, bu ölüm karşısında torunun duyguları,
vb.leri romanın çarpıcı yanlarının örneklerindendir.
Ama, Nart Pharmat ve Türk Kurtuluş Savaşı'na ilişkin
anlatılar üzerinde durmak gerekir.
Kuzey Kafkasya'da çeşitli etnik halklar (uluslar)
yaşamaktadır. Bu nedenle Nart destanı sadece Adige-lerle
değil, tüm Kuzey Kafkasya halklarında ve Gürcistan'da
yaşayan Svan halkı arasında da bulunmaktadır.
Dolayısıyla karşımızda çok sayıda ulusun (etnik halkın)
her birine ait olan ve değişik yanları bulunan
destanlardan oluşan bir Nart destanları öbeği vardır.
Bir halkınkini ötekine, örneğin Çeçenlerinkini
Adigelerinkine karıştırmamak gerekir. Nart Pharmat, bu
bağlamda Vaynah (Çeçen, İnguş ve Bats) halklarına ait
destanın bir destan kişisidir.
Çetin Öner'in "Kuzey Kafkasya", "Kafkasya" ve "Yamçı"
gibi dergilerden yararlandığı anlaşılmaktadır, ki
doğaldır. Ancak kurgulamalarda titiz davranılmalıdır.
Nart Pharmat'ın belli edilmeden getirilip Adige (Çerkes)
destan-mitoloji örgüsü içine yerleştirilmesi yerinde
sayılamaz. En azından karışıklığa neden olunur.
Nart Pharmat'ın Adige destanındaki karşılığı kısmen Nart
Savsırıko, kısmen de Nart Nesren-Jake ya da Nart
Peterez'dir.
Öteki noktaya gelince: 1877-78 savaşında Çerkeslerden
özel birlikler oluşturulmuş, bu birliklerin başına
kendilerinden kişiler getirilmişti. Çerkes geleneklerine
göre geniş bir hoşgörünün bulunduğu bu özel birlikler
kısa süren sonra disiplinsizlik ve kötü örnek olma gibi
gerekçelerle dağıtılmıştı.
Bu olayın 40 yıl sonrasının olayları içine kurgulanması
yerinde değildir. Böylesine bir kurgulanma propaganda
yönünden milliyetçi ideolojiyi ve düzenli orduyu sevimli
göstermeye yarasa da, gerçekçilik açısından yerinde
sayılamaz. Sonuç olarak çarpıtma vardır.
Romana göre, 1920'lerde, Çerkes erler kimi kez
komutanlarına karşın bildiklerini okumaktan geri
kalmamaktadırlar. Sayın yazar, bu arada
İttihat-Terakki'yi ve İstiklal Mahkemelerini unutmuşa
benzer. Komutan-er ilişkilerinde hoşgörü, olsa olsa
gelişmiş uygar ülkelerin yumuşak ordularında ya da ikna
esasının (demokrasinin) güçlü olduğu özel birliklerde
görülebilir. Kürt Hamidiye Alayları gibi öne sürülecek
örnekler görüşümüzü çürütmez, Dolayısıyla, ne amaçla
olursa olsun' olmayanı var imiş gibi göstermek ve
anakronizme (çağaşımına) düşmek, gerçekçilik adına kabul
edilebilir şeylerden değildir (Not: 1920 sonrası
yönetimi gerçekte İttihat ve Terakki'nin uzantısıdır).
A) Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Sorunu
Bir çok eski yayında 11 Mayıs 1918'de bir "Kuzey
Kafkasya Cumhuriyeti" kurulduğu, Kasım 1918' de
Dağıstan'ın Osmanlı güçleri ve Osmanlı korumasındaki
Kuzey Kafkas güçlerince ele geçirildiği, 30 Ekim 1918'de
imzalanan Mondros Mütarekesi'nin Dağıstan'a geç (Kasım'da)
ulaştığı, sonra Dağıstan'ın Osmanlılarca boşaltıldığı,
dolayısıyla tek başına kalan burasının Sovyetlerce işgal
edildiği ve cumhuriyetin yıkıldığı yazılmaktadır,
örneğin, Dr. Vasfi Güsar'a göre, Kuzeye Kafkasya 5 Nisan
1920'de bolşevikler tarafından "işgal" edilmiştir^
(Kafkasya KD, sayı 43, s. 29). Kuzey Kafkasya
Cumhuriyeti'nin; 1921 yılına değin yaşadığını iddia;
edenlere de rastlanmaktadır (Büyük Larousse, madde:
Balkarlar).
Doğru durum Kafdağı'nın 8. sayısında yazıldı. Buna göre,
1917 Ekim Devrimi'ni tanımayan Kuzey Kafkasyalı güçler,
1 Aralık 1917'de Kuban ve Don Bölge (Rus) hükümetleri
ile birlikte "Güneydoğu Birliği" oluşturan Terek-Dağıstan
bölge hükümetini kurdular.
Mart 1918'de asi Güneydoğu Birliği hükümeti ile buraya
bağlı üç bölge hükümeti, Sovyetlerce ortadan kaldırıldı.
Terek-Dağıstan hükümeti başkanı Tapa Çermoyev (sonraki
adıyla Abdülmecit Çermoyi), Osmanlı desteğiyle 11 Mayıs
1918' de Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti adı altında
bağımsızlık ilan etti.
Osmanlı güçleri korumasında Dağıstan'a dönen Çermoyev
hükümeti, Osmanlılar çekildikten sonra yerini P. Kotse
(sonraki adı Pşimaho Kosok) ve General M. Halilov
hükümetlerine bıraktı. Bu arada İngilizler, o sıralar
kurulmuş olan General Denikin'in beyaz ordusuna Kuzey
Kafkas hükümetini Sovyetlere karşı mücadelede yandaş bir
bağımsız güç olarak benimsetmek istediler. General
Denikin bunu kabul etmedi. Bunun üzerine M. Halilov
hükümeti General Denikin'e katıldı; M. Halilov General
Denikin'in Dağıstan genel valisi oldu. Eski Kuzey Kafkas
ordu birlikleri de General Denikin'in emrinde
Sovyetlerle çarpıştırılmak üzere Kuzey Cephesi'ne
gönderildi.
Durum böyleyken, hala "bağımsız" Kuzey Kafkasya
Cumhuriyeti kurguları yapılması ve bazı derneklerce anma
günleri düzenlenmesi, işbirlikçiliğe övgü niteliği
taşıdığından, gerçek adına üzüntü vericidir.
5) Kuzey Kafkasya'nın "parçalanması" ve "sözde" özerk
yönetimler kurulması sorunu
Bu konuda da bilinçli ya da bilinçsiz yazılar
yazılmaktadır. Örneğin, müteveffa Dr. V. Güsar özetle
şöyle yazmaktadır: 11 Mayıs 1918' de bağımsızlığına
kavuşan ve bu bağımsızlığı Sovyetlerce ortadan
"kaldırılan" Kuzey Kafkasya bugün "Dağıstan, Çeçenya,
Kabardino-Balkar, Adige-Karaçay, Kuzey Osetya, Shapsugh
muhtariyeti" gibi parçalara bölünmüş, "bir sürü sözde
cumhuriyetler, muhtar eyaletler türetilmiştir" (Kafkasya
KD, sayı 43, s. 24).
Buna benzer bir sürü sorumsuz ve gerçek dışı yazıları
yanında, Dr. Güsar, yine de saygıyla andığımız bir
kişidir. Örneğin, doğru olduğunu bildiği konuları
savunmaktan kaçınmamış, Anayurt ile bağların korunmasını
sık sık dile getirmiş ve derneklerde teokratik güçlere
karşı demokratik güçleri desteklemiştir.
Burada sayın Dr. Güsar'ın Kuzey Kafkasya'daki durumu
kavrayamadığı ve kasıtlı çevrelerin etkisinde kaldığı
belli olmaktadır. Yukarıdaki bölge yazılışları bile
yanlıştır. Doğru yazılış Dağıstan, Çeçen-İnguş, Kuzey
Osetya, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkessk ve Adigey'dir.
"Shapsugh muhtariyeti" ise o sırada yoktur.
Dr. Güsar yazısını özetle şöyle sürdürmektedir: Kuzey
Kafkasya'daki bu özerk bölgelerde resmi dil Rusça'dır.
İlkokul eğitimi anadilinde, lise ve yüksek okul eğitim
dili ise sadece Rusça'dır. Çarlık dönemi ardından tüm
Kuzey Kafkaslıların anlaşarak kurdukları cumhuriyetin
ortadan kaldırılmasından sonra, Kuzey Kafkasya'daki
durum şimdi böyledir (agy, s. 24).
Önce, SSCB'nin ve her devletin eleştirilebileceğini,
hiçbir şeyin eleştiri dışı dokunulmazlığının, bilimsel
anlamda düşünülemeyeceğini belirtmeliyiz. Ancak,
eleştiriler gerçekçi ve bilimsel olmalıdır.
Buna göre,
a) Daha yukarıda açıklandığı gibi, T. Çermoyev ve
izleyicilerinin ilkin beyaz orducu Güneydoğu Birliği'ne
katıldığı, ardından Osmanlılara sığınıp onlarla birlikte
hareket ettikleri, Osmanlılar yenilince
bağımsızlıklarını savunacakları yerde yeniden kurtulan
beyaz orducu (General Denikin) birliklerle birleştikleri
görülmektedir (Bu kişiler ve çoğu izleyicileri daha
sonra sırasıyla Hitler faşizmi ve emperyalist servisler
hizmetinde çalıştılar).
Dolayısıyla bunlar, Dr. Güsar'ın dediği gibi, halkın
"tümüne" değil, bir bölüm işbirlikçi çevreye
davranmışlardır ve "bağımsızlıklarını" da savunacakları
yerde, kendi elleriyle teslim etmişlerdir. Çermoyev ve
izleyicilerinin değişmez karakteri karşı-devrimci ve
anti-Sovyetik olmaktadır. Buna karşılık Celal Korkmazov
(Dağıstan), Betal Kalmık (Kabardey) ve Şıhangeri Hahurat
(Adige) gibi devrim yanlısı ve başarılı halk önderleri
de vardır.
b) Kuzey Kafkasya'da kurulan özerk yönetimlerin "sözde"
olduğu iddiası ise bir çarpıtmadır. Bu özerkliklerin
her biri anayasal birer devlet örgütlenmesi olup
coğrafi (toprak) ve etnik temellere dayanmaktadır.
Bunların her biri birer özerk devlettir.
Sık sık eleştirilen Adigelerin önceleri dört, şimdi üç
devlet örgütlenmesine ayrılmış olması ise, coğrafi
(toprak) bütünlüğünün olmaması nedeniyledir. Adigeler bu
bütünlüğü 1864 göçü sonucu yitirmişlerdir. 1930'larda
yaşayan Shapsugh Ulusal Çevresi'nin (okrug) kaldırılması
sonucu, Adigelerin özerkliği bulunan toprak parçası
sayısı şimdi üçe inmiştir: Kabardey, Çerkes ve Adige
bölgeleri.
c) Özerk devletlerde anadilinin resmi dil olmadığı,
resmi dilin yalnızca Rusça olduğu, anadilinin ilkokul
dışında kullanılmadığı iddiası da bir çarpıtmadır. Her
özerk devlette (özerk cumhuriyet, bölge ve çevrede) o
yerin anadili anayasal tanımaya sahiptir ve örneğin
Rusça ile eşit kullanım hakkına sahiptir.
SSCB'de batılı devletlerde olduğu gibi seçkin resmi dil
kavramı yoktur; her dil eşit işlem görür. Buna göre,
örneğin, Adigece'nin kendi özerk devletlerinin her
biriminde ve öğrenimin her kademesinde eşitçe
kullanılması olanağı vardır. Bunun sınırını belirleme
yetkisi yerel Adige makamlarına kalmış bir konudur.
SSCB'de Rusça'nın genel dil hali-ne gelmesi ve bu arada
az nüfuslu halkların Rusça'yı öğrenmeye gereksinim
duyması, pratik yaşamın bir sonucudur ve ayrı bir
olgudur. Bunun az nüfuslu halkların dillerinin sahip
olduğu eşit hakları kaldırıcı yasal bir sonucu yoktur
(Bu konuda bk. "Kafkasya Üzerine Beş Konferans"
kitabının "Adige Dili ve Edebiyatı" bölümü).
d) Eleştiriler yapıcı olmalıdır: Örneğin, Karadeniz
kıyısında küçük bir toprak parçası üzerinde küçük bir
ulusal toplum oluşturan Shapsughların (yaklaşık 10 bin
kişi) önceleri özerkliklerinin bulunduğunu ve sonradan
(pratik nedenlerle olsa gerek) bu özerkliğe son
verildiğini belirtmiştik. Dr. Güsar örneğinde ise
özerkliğin kaldırılışı değil de, Kıyı-boyu Shapsugh'a
özerklik verilmesi eleştirilmektedir.
Bunun mantıklı bir açıklaması yapılabilir mi?
Sanırım kimse, Kıyıboyu Shapsugh'un önceleri dil
haritalarında olsun yer eden Adige etnik kimliğinin
silinmesini onaylamayacaktır.
Bugün Kırımlı Tatarların, düşmanla işbirliği yapmakla
suçlanarak, yitirdikleri özerkliklerini yeniden elde
etmek için verdikleri onca çaba bilinmektedir.
Dolayısıyla özerkliğin "sözde" ve "türetilme" olup
olmadığını bir de onlara ya da Tatarlar gibi acı çekmiş
olan Balkarlara sormak gerekir.
Sonuç olarak, olumsuz eleştiri ve değerlendirmelerden
kaçınabilmek için gerçekçiliğe ve yeni çalışmalara
gereksinim vardır. |