Yanılmıyorsam,
Marcel Proust’un bir sözüydü: “İnsanları
yaklaştıran şey fikirlerin ortak oluşu değil,
anlayışların ortak oluşudur”, diyordu.
“Anlayışlar”… kişilik ve ruh yapıları, hayat
içindeki duruş, eşya ve olaylar karşısındaki
tutum, hal ve ahval… Fikirlerden daha kavi,
daha derin oldukları kesin. Ortak fikirlerle
yoldaş, akraba anlayışlarla ise ‘dost’
olunuyor.
Eşref bey, baş döndürücü
yaşam öykün, aynı anlayıştan bir kuşağın acıları,
yoklukları, kaybedişleri, savaşı ve ölümü çocukça bir
oyuna dönüştüren keyifli bir macera filmi gibi. Keyifli
mi dedim? Özür dilerim, bir an için bu ifade, sizin
kuşağa, bütün Jöntürk-İttihatcı geleneğe her fırsatta
küfreden, ‘hayalperest, maceracı, Osmanlıyı batıran,
Almancı’ vb. diyerek sizin sayenizde oturdukları
koltuklarında üfüren her ’fikir’den cahil ve nankör
takımının ağzına yakışır. Bilirsin bizde atavizm
güçlüdür.Atalarımızın bir kısmına tapar, kalanına da
illaki küfrederiz. Çünkü tefessüh etmiş bir devlet ve
toplum düzenine isyan eden tek ahlakımız sizdiniz Ama
her ahlaksız gibi, çokları sizin ahlakınızdan hep
rahatsız oldu. Varsın olsun, şairin dediği gibi, ’ne
çıkar siz bizi anlamasanız da, sahi siz bizi anlamasanız
ne çıkar?
Eşref bey,
İtiraf etmeliyim, yaşam öykünüzden başım döndü:
Abdulhamit’in Kuşçubaşı Çerkez Mustafa Nuri beyin oğlu
olarak girdiğiniz Kuleli Askeri Lisesi’nde, idareye
karşı eylem yapıp Edirne’ye sürgüne gönderilmekle
başlıyor. Mekteb-i harbiye’yi bitirdikten sonra
atandığınız Makedonya’da muhalif faaliyetlere karışınca
babanız ve kardeşiniz Selim Sami ile birlikte Hicaz’a
sürgün ediliyorsunuz. 1900 yılında Taif’teki
hapishaneden kaçış, yakalanma ve üç-dört defa Cidde,
Medine hapishanelerinden kaçma girişimi, sonra tekrar
kaçış ve Abdülhamit’e karşı Hicaz’da bir çete kurup, ünü
bölgeye yayılan eylemler. Medine tören meydanında üç
tabur askeri teftiş eden padişahın yaverini kaçırma,
padişahın Medine’ye gönderdiği hediyeleri gasp etme,
Hindistan’a gidiş, Abdülhamit’in bıktığı için af
çıkarması, tekrar dönüş, yine eylemler Bahreyn’e kaçış,
tekrar Hindistan ve Türkistan’a gidiş. Afganistan ve
İran seyahati.
Babanızın şantaj olarak tutuklanması üzerine Hicaz’daki
bir grup hükümet müfettişini kaçırma ve babanızın affı
karşılığı serbest bırakma. Çeşitli kılıklarda Mısır’a,
Kıbrıs’a ve Paris’e seyahat. İttihat-Terakki’ye katılıp
Makedonya’ya gidiş. Orada aynı anlayıştan ‘dost’larla
tanışma: Ohrili Eyüp Sabri, Enver bey, Süleyman Askeri,
Resneli Niyazi, Sapancalı Hakkı, İskeçeli Teğmen
Atıf…Divan-ı harp tarafından idama mahkumiyet, Karadağ’a
kaçarken ağır işkencelerden geçme.
Mahmut Şevket Paşa’nın girişimiyle salıverilme.
Abdülhamit’in İzmir Tepeköy de uslu durmanız
karşılığında verdiği çiftlikte zorunlu ikamet. İzmir’de
İTC hücresi oluşturma, tütün tüccarı kılığında seyahat
ederek bölgede örgütleme çalışması, Çakırcalı Efe ile
işbirliği ve nihayet 1908 Meşrutiyetin ilanıyla yeni
yönetim tarafından bölgenin güvenliğini temin etmekle
görevlendirilme. Ayaklanmaları bastırırken sert
davrandığınız gerekçesiyle tahkikat ve tekdir açılması
üzerine istifa…1909’ da ayrılıkçı hareketler
yoğunlaşınca İTC liderlerine destek ve 1911’ de
İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali üzerine Enver Bey’in
eski silah arkadaşlarını toplayarak direniş harekatı
başlatma çağrısına uyarak gönüllüler grubuna katılış.
Mısır üzerinden Trablus ve Bingazi’ye sızan 300-400
kişilik grupla birlikte bedevi birlikleri örgütleyip
İtalyanlara karşı gerilla savaşı.1912 de Balkan Savaşı
çıkınca Enver Bey’in talimatıyla Süleyman Askeri ile
birlikte Trakya’da gerilla kuvveti oluşturma ve geçici
hükümet kurma çalışması.1913 de Enver Bey’le birlikte
Edirne’nin geri alınışı .1914 de Enver Bey tarafından
Hindistan’da İngilizlere ve Orta Asya’da Ruslara karşı
direniş propagandası başlatmak üzere Hindistan ve
Türkistan’a gidiş. İstanbul’a dönünce yeni kurulan
Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan bölge sorumlusu olarak
Hicaz’a gidiş. 1914-1916 arası Sina,Yemen ve Hicaz’da
aşiretleri İngilizlere karşı örgütleme, gerilla savaşı
ve cihat propangandası. 1917’de İngiliz yanlısı Emir
Abdullah tarafından esir alınarak Malta’ya sürgün
edilme.
1920’de Malta’dan dönünce kendini ‘yüzellilikler’
listesinde bularak yaşanan kırgınlık. Fevzi Çakmak’ın
kefaletiyle listeden çıkıp İzmir yöresindeki eski
Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini örgütleme. Milli mücadeleye
silah, para ve adam toplama. Ali Fuat Cebesoy
komutasında Geyve Cephesi’nde mücadele ve daha sonra
Adapazarı yöresinde Kuvay-ı Milliye kumandanlığı.
Cumhuriyetin başlarında Kıbrıs ve Girit’te ve daha sonra
Abdülhamit’ten kalma İzmir’deki çiftlikte eş ve
çocuklarla sakin yaşama geçiş. 1962’de 90 yaşında vefat.
1957 yılında sizinle Teşkilat-ı Mahsusa konusunda
hazırladığı doktora tezi için görüşen CIA bağlantılı Dr.
Philip H. Stoddard’a diyorsunuz ki;
“Durmadan çalıştım… bu işe gönül vermiştim,mantık ne
derse desin… hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi
olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça
çıkığı, birkaç madalya ve memleket için çok iyi
dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şey
elde etmedim.’
“Ben bir Osmanlıydım. Türkçe konuşan bir Osmanlı ,
Dağıstan hayali kuran bir Çerkes milliyetçisi veya bir
Arap yahut Rum değildim.’
“İçimizden kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktu.
Davamız haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim
olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu
gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda
etrafımızdaki dünya çökmeden ufak tefek birkaç daha
zafer kazanabilirdik.’
Eşref Bey, aslında sizin kuşağın hemen tümü için sıradan
ve belki de zorunlu bir yaşam serüveni bu. Olağanüstü
düzenlerin insanları olarak hem birer savaşçı hem de
idealist militanlar olarak gelişen kişilik yapılarınız,
tabii ki normal zamanların insanları için anlaşılmaz
geliyor.
Elbette, ülkemizin ve halklarımızın aynı felaket
günlerini yaşamasını istemiyoruz. Ama bunun hala mümkün
bir olasılık olduğunun da tabii ki farkındayız. Ben asıl
olarak, sizin serüveniniz de bugün için anlamlı olan iki
hususa dikkat çekmek istiyorum;
İlk olarak, bizim kuşakların pek tanımadığı şu
Teşkilat-ı Mahsusa meselesi.
Sanırım 1913 sonları ya da 1914 başlarında Harbiye
Nazırı Enver Paşa’ya bağlı olarak yarı resmi yarı açık
bir ‘Force Speciale’, Özel Örgüt olarak kuruluyor.
Aslında kuruluyor demek pek doğru değil, zira 1911
yılında Trablusgarp’ın işgali üzerine Enver Paşa’nın
toparladığı gönüllü direniş ekibinin ana çekirdeği
1.Dünya Savaşı’nın başlangıcında biraz daha derlenip
toparlanıyor ve daha profesyonel bir şekle sokuluyor.
Görevi gereği gizli olduğu için hakkında ayrıntılı bir
bilgi edinemiyoruz, kaldı ki o dönemde mebus ve
nazırlara dahi teşkilat hakkında, hatta varlığı hakkında
dahi onlara güvenilmediği için bilgi verilmiyor. Bugünkü
anlamda direniş, örgütleme, gerilla savaşı yürütme,
propaganda, casusluk, istihbarat, sabotaj eylemleri,
asayişi koruma gibi birbirinden çok farklı birçok işleve
sahip.
Yine Trablusgarp’tan Hicaz’a, Mısırdan Trakya’ya, İran,
Hindistan, Afganistan, Türkistan, Kafkasya, Yemen, Irak,
Suriye, Lübnan ve Anadolu’da faaliyet gösteren gerçekten
özel, kendine mahsus bir örgüt. Üye sayısının 30 bin
civarında olduğu tahmin ediliyor. Esas amacı, Osmanlının
yıkılışını engellemek ve İngiltere ve Rusya’ya karşı tüm
Doğu’da topyekun bir direniş örgütlemek. Panislamist
karekteri baskın, hatta son reisi Hüsamettin Ertürk’ün
ifadesiyle,’Bu teşkilatın gayesi bütün İslamları bir
bayrak altında toplamak, bu suretle panislamizme vasıl
olmaktır. Diğer taraftan Türk ırkını siyasi bir birlik
içinde bulundurmak, bu bakımdan pantürkizmi hakikat
sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yanda İttihat
Terakki programındaki Emiri Efendinin panislamizinden,
diğer taraftan Ziya Gökalp’ın pantürkizminden ilham
aldığı muhakkaktır. (H.Ertürk,iki devrin perde arkası)
Teşkilat, padişah/Halife’nin ilan ettiği cihat
propagandasını yaymak için tüm İslam dünyasına eğitmen,
hoca ve militanlar göndermekle işe başlıyor.
Çoğunluğu doktor, mühendis, gazeteci, siyasetci, subay
ve din adamından oluşan hayli seçkin bir kadrosu
var.Üyeleri arasında Osmanlı bakiyesi bütün ülkelerde
sonradan başbakan, bakan ve benzeri üst düzey görevlere
gelen çok sayıda isim var. Hatta Mısır, Irak, Libya,
Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afganistan gibi ülkelerin
1920’li yıllardaki yöneticilerinin önemli bir kısmı eski
Teşkilatı Mahsusa üyesi. Cezayir de Muhammet Abdülkerim
el Kattabi, Emir el Kadir Cezayir’in oğlu Emir Ali,
Fas’ta Hoca Abbas, Tunus’ta Şerif Burgiba, Ali Başamba,
Şeyh Salih el Tunusi, Şeyh Ahmet el Şerif el Sunusi,
Mısırda Abdülaziz Çaviş, Ferit Bey, Dr.Fuat, Dr.Nasır,
Dr.Tabit Mahcap , Hicaz’da İbn Reşit ve daha
birçokları..Türkiye’de ise Milli Mücadeleyi başlatan
hemen tüm önde gelen isimler Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu
ya da elemanı.
Kuzey Afrika ve Orta Doğu da Arap, Kürt ve Çerkez
aşiretlerinin birçoğu teşkilat tarafından İngilizlere
karşı direnişe angaje ediliyor. Cihat propagandasının
yetersiz kaldığı durumlarda para veya aşiret reislerinin
çocuklarını eğitim bahanesiyle İstanbul’a getirip rehin
tutma gibi yöntemler kullanılıyor. Süveyş Kanalı’nı
İngilizlerden geri almak için hazırlanan birlikler
içinde bir Mevlevi tarikatı tugayı da bulunuyor. İngiliz
ordusunda yer alan Hindistan’dan getirilmiş Müslüman
askerler üzerinde Mevleviliğin etkisinden yararlanmak
amaçlanıyor.Teşkilat, bir çok yerde İngiliz karşıtı
nümayişler çıkartıyor, dergiler, gazeteler basıyor,
Hindistan’da ayaklanma için silah ticareti organize
ediyor. Üyeleri öğretmen çiftçi, tüccar, hoca, şeyh ve
benzeri kılıklarda faaliyet gösteriyor.
Bazı operasyonlar için namlı eşkıyalar ya da
hapishanelerden mahkumlar kullanılıyor. Birçok cephede
yardımcı kuvvet olarak orduya destek veriyor. Ancak asıl
işlevi Osmanlı coğrafyasında ve diğer Türk-İslam
bölgelerinde halkı emperyalist güçlere karşı
ayaklandırmak için mümkün olan her yolu kullanmak.
Teşkilat-ı Mahsusa, üzerine yüzlerce film, roman, öykü
yazılacak denli zengin faaliyet tarihine rağmen, sonuç
itibariyle Osmanlının genel yenilgisinin bir parçası
olarak başarısız sayılıyor. Gerçekte ise, Eşref bey,
sizin ifadenizle, “Hasta adam o kadar hastaydı ki, onun
acılarına son vermek İngilizlerin dört senesini aldı.
Bizim işimiz hastayı mümkün olduğu kadar uzun
yaşatmaktı.” Yani yenilgiyi İngilizlere pahalı ödetmek!
Sonuçta İngiliz arşivlerinde ki raporlardan da
anlaşıldığı kadarıyla, İngiltere hiç beklemediği bir çok
isyan ve kargaşalıkla uğraşmak, bir çok önemsiz gördüğü
bölgeye fazladan kuvvet yığmak, daha fazla altın vermek
gibi pahalı diyetler ödemiştir. Nitekim bir İngiliz
gözlemcinin raporunda şöyle deniyor; “Bu direnişler öyle
çok harcama yapmamıza neden olmuştur ki, bu harcamalar
yüzünden yeni nesil ömür boyu kişi başına 2 pens daha
fazla gelir vergisi ödemek zorundadır.”
Öte yandan, İngilizler uzun süre sömürgelerindeki
anti-İngiliz ajitatorlerin tek bir örgüte bağlı
olduklarını fark edemiyorlar. Teşkilat, 1918’ de yenilgi
kesinleşince görünüşte lağv ediliyor ve Enver Paşa
örgütü Hüsamettin Ertürk’e emanet ederek, ismini Ulum-u
alem İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştiriyor. Bu
tarihten sonra bir yanda Enver Paşa’nın Orta Asya
serüveninde Afganistan, Hindistan, İran ve Türkistan’da
faaliyet yürüten kadrolar, öte yanda Anadolu’da son iç
kaleyi korumak için Milli Mücadeleyi örgütleyen kadrolar
var.Ve dışarıda kesin yenilgi, içeride kazanılan buruk
zafer sonrası yeni bir sayfa, yeni bir dönem başlıyor.
Teşkilat kadrolarının çoğu, M.Kemal’in yakın arkadaşları
Ali Fuat Bey ve Ali Fethi Bey gibiler dahil, genel
ittihatçı tasfiyesi ile 1926 yılına kadar parça parça,
1926 İzmir suikasti davası ile tamamen tasfiye
ediliyorlar. Geri kalanlar ise, Eşref bey sizin gibi, ya
sessiz ve suskun bir hayatı ya da Mehmet Akif gibi
sürgünü tercih ederek tarihen ve siyaseten devre dışı
kaldılar.
Teşkilat-ı Mahsusa, Jön Türk geleneğinin son örgütlü
halkası olarak, çöken bir imparatorluğun görkemine uygun
bir son direnme silahı olarak esasında kendiliğinden
örgütleniyor, savaşıyor ve sahneden çekiliyor.
Eşref Bey,
Halimize bak ki, Teşkilat-ı Mahsusa’yı, bir Amerikalıdan
, P.Stoddard’dan öğrenir olduk. Bu örgütü gizli karanlık
işlerle veya ulvi olmayan amaçlarla yürütülen bazı
operasyonlarla bir tutanlar oldu. Şevket Süreyya gibi
küçümseyenler yada genel Enver ve İttihatçı
düşmanlığıyla görmezden gelenlerde var.. Öte yandan
Teşkilat-ı Mahsusa, bugün için hiçbir kurumsal ve manevi
mirasçısı olmayan, aksine ne için dövüşmüşse onun
zıddına uğraşanların bazen kendilerini refere etmeye
kalktıkları bir muamma durumunda. Sizin kuşakların
hatıralarında satır aralarında geçen mütevazı değinmeler
olmazsa, tam bir kayan yıldız gibi kaybolacaktınız.Yine
de bu yürekli vatanseverlerin muazzam öyküsü karşısında
saygıyla eğilecek kadar haberdar olma şansımız var.
Bugün için anlamlı olan ikinci hususa gelince, Eşref
Bey, bugün teşkilatı doğuran koşullar giderek yeniden
ortaya çıkıyor.Topraklarımızda yine düşman çizmeleri,
başımızda yine işbirlikçi hainler, aramızda yine
mandacılar ve göklerimizde yine anlaşılmaz bir sessizlik
var. Üstelik bu kez düşman geçmişten ders çıkartarak
gelmeden önce bizim bütün potansiyel direnç
noktalarımızı, anti-emperyalist solu, onurlu ve bağımsız
İslamcılığı, samimi ve gerçek milliyetçiliği budadı. Bu
iş için elinde yeteri kadar ‘güvenlik üreticisi’ ajan,
millet düşmanı bürokrat ve dolarla euroyla beslenen
aydın kılıklı soysuzlar var.
Bir süre önce, sözde ekonomik kriz yaratıp bugünkü Irak
işinde ayak sürümesinden ya da en azından görevi tam
yerine getirememesinden çekindikleri çok parçalı berbat
bir hükümeti yıkıp, bir savaş hükümeti seçimi yaptılar.
Görünüşte birçok şey onların plan ve dizaynlarına göre
tamamlandı. Sizin döneminize benzemek için geriye tek
eksik bir şey kaldı; bu milleti, milletin canlı ve
namuslu damarını örgütleyecek her inançtan, etnisiteden,
mezhepten soylu vatanseverlerin İttihat Terakkisi,
Teşkilat-ı Mahsusası, kuvvası, Müdafa-ı Hukuku, henüz
yok.
Bu arada sol ve tarikat kökenli iki provakatör grup
peydahlayıp, ‘Biz’e ait ne kadar kutsal ve doğru varsa
onlara tapulamak gibi yeni bir şeytanlık deniyorlar. Bu
milletin diniyle sorunu olanların ağzından ulus,
bağımsızlık, milli onur düşmüyor. Sahiden namuslu
vatanseverler neredeyse bunlarla aynı çerçevede
görünmemek için bu kavramları ağızlarına alma orucu
tutar oldu.
Eşref Bey, Osmanlı yıkıldı ve gitti biliyorduk. Bugün
anlıyoruz ki, yıkım hala devam ediyor. İngilizler o
zaman cihat fetvasına karşı sömürgelerindeki halklara
‘halifeyi esir almış bir avuç dinsiz İttihatçının zorba
idaresinden sizi kurtarıp medeni milletler gibi
yaşatacağız’ diye karşı propaganda yapıyorlardı. Şimdi
biraz daha rafine bir dil kullanıyorlar; ‘Müslüman
demokratik model diyorlar, muhafazakar demokrat, modern
Müslümanlık, çağdaş değerlerle barışık İslam!’…
‘Büyük adam’ olmak isteyen, büyük adamlarla oturup
kalkmak isteyen, hayatları boyu gizlice öykündükleri
oligarşiyi büyük adam zanneden narsistik şişinme
içindeki ayak takımımız da bu yavelerden kendine ekmek
çıkarmaya uğraşıyor.
Oysa her akil kişi biliyor ki, tıpkı Şerif Hüseyin gibi,
tıpkı Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin işbirlikçileri gibi,
tıpkı Damat Ferit gibi, bugünkü bütün Amerikancıların da
savaş bitince dolacak bir kullanım süreleri var.
Sevgili Kuşçubaşı,
Teşkilatın ikinci adamı Süleyman Askeri’nin Irak’ta
Şuaybe ormanı civarında yaşanan hazin yenilgiden sonra
bunu kendine yediremeyip 31 yaşında intihar ettiğini
biliyoruz. Fahrettin Paşa’nın çok az bir askerle
Medine’yi ölümüne müdafaa edişini, Filistin cephesini,
Yemeni, Sina’yı, Kutu’l Amere’yi..
Bize emanet olarak gördüğümüz her kutsalı, her karış
toprağı kanımızın son damlasına kadar dövüşerek korumaya
çalıştık. Bölge halklarını batılı mütecavizlere karşı
kendi onurlarını, inançlarını korumaları için isyana
çağırdık, cihada çağırdık…
Sonuçta bölgede, senin ifadenle; “..Ahalinin çoğu
hareketsiz kaldı. Ne bizden ne de İngilizlerden yana
oldu. Hepsi hangi tarafın kazandığını görmek için
bekliyordu. Maalesef biz İngilizlerden fazla kaybettik..
Eğer Araplar bizim için dövüşmeyecekse, İngilizlere pek
hayırları dokunmamasını temin etmek Teşkilat-ı
Mahsusa’nın vazifesiydi.”
Yine Süveyş’e hareket sırasında Kürtlerden oluşan
birliklerin komutanı Hilmi Musallimi şöyle diyor:
“Doğu Anadolu’dan gelen Kürt müfrezeleri en azından
Sina’da güvenilirliklerini gösterdiler. Ama Irak’tan
gelen pek çok Kürt 1916 yılında firar edip İngilizlere
katıldı ve daha sonra Hicaz’da Şerif Hüseyin için
savaştı.” Biliyorsun İspanyol komutan Cortes, Meksika’yı
yani İnka’ları 500 kişilik ordusuyla yenmişti. Çünkü
İnka’larla sorunu olan diğer birçok kabile, Cortes’e
destek vermişti. Dünya böyledir işte, yenilmeyeceksin,
yenilebileceğini hiçbir zaman hissettirmeyeceksin. Aksi
halde ne ortak tarih, ne kader duygusu, ne de din,
ihaneti engellemeye yetmiyor.
Tabii ki son tahlilde kendine, yani asıl gücüne ve
inancına dayanarak kavgaya girmek gerekiyor. Max Weber,”
politik bir krizde bir gram ideolojik inanmışlık, bir
ton komiser gözetiminden daha değerlidir” diyor.
Bunun ne kadar doğru olduğunu bütün bir çöküş sürecinde
sizlerin yürüttüğü o inatçı ve inançlı mücadeleden
biliyoruz.
Yalnız, eklenmesi gereken bir nokta var; (gerçi o
zamanlar birçoğumuz bunu biliyordunuz, ama yine de bir
umut diyerek ses çıkarmadınız,) muhayyel bir İslam
dünyası ve onu ayağa kaldıracağı varsayılan bir garip
cihat fetvası… Doğrusunu istersen kendi doğallığı içinde
bir Müslüman uygarlık düzeni olan Osmanlı’nın
periferisine ve dışarısına dönük bir politikası olmadığı
malum. Ama çöküş sürecinde Abdülhamit’le başlayan ve
Almanların da desteğini alan o özel ‘Panislam’
politikasının hiçbir işe yaramadığı görüldü. Daha
doğrusu, o güne kadar ‘halife’ gibi davranmayan
Halife’nin bu sahte rolünün cahil Müslüman kalabalıklar
için bile sahte olarak algılandığı ortaya çıktı. Demek
ki ‘Panislamizm’ bir politik proje olarak ilk ve son
deneyinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Aslına
bakarsan 1920’lerden itibaren Pantürkizmin de aynı
derecede boş bir hayal olduğu görüldü.
Osmanlı, kendi doğal ve içkin Müslüman kimliğinden bir
evrensellik üretebilseydi, özünde adalet, kardeşlik ve
dayanışma olan bir politik proje geliştirerek süreci
karşılasaydı, sonuç başka olur muydu, bilemiyorum. Ama
en azından halifelik, cihat, İslam Birliği gibi söylem
ve kavramlar yıpranmadan bir kenarda saklı durur, başka
koşullar için ‘son tahlilde’ Doğu’nun haysiyet silahı
olarak bilinçaltında tutulurdu. Şimdi Müslüman kimlik,
sonu bırak daha ilk adımda parayla, altınla, güçle
değiş-tokuş ediliyor.
Bunda işte o dönemin derin hayal kırıklığının payı
elbette var. Demek ki, kutsal haleleri Pratik/ politik
malzeme yapmanın ya da pratik/politik krizlerde
yürütülen siyasetleri kutsal kavram ve sembollerle
süslemenin ne o kutsallara ne de siyasete bir katkısı
olmuyor. Aksine her ikisini de yıpratarak zarar veriyor.
Kuşçubaşı;
‘Biz’, ‘biziz’ ve kendimiz olarak, içinde inançlarımız,
değerlerimiz, tarihimiz, coğrafyamız olarak ‘düşünme’ ve
buradan yeni bir evrensellik üretme, tüm insanlığa her
dinden ve inançtan iyi ve doğru olan insanlığın
vicdanına dönük sağlam, kalıcı yeni katkılar, değerler
geliştirmenin yollarını aramalıyız. Devletimiz,
gerçekten “Kerim Devlet”, milletimiz gerçekten soylu ve
onurlu bir millet, ülkemiz gerçekten hakkın ve hukukun
üstün olduğu bir uygarlık merkezi, insanımız gerçekten
insan olmalı. Bizim, Osmanlılığımız ve Müslümanlığımız,
işte bunun için her şeyimizdir., sigortamızdır,
haysiyetimiz ve ütopyamızdır.
İşte bu yüzden Panislamizmin yarattığı hayal kırıklığı
bahanesiyle o günden beri Osmanlı kimliğimiz ve
Müslümanlığımızla uğraşanlara ‘biz’ vatan haini, halk
düşmanı ve batı ajanı muamelesi yaparız.
İşte bu yüzden, haksız yere cana kıymak, haram lokma
yemek, yetim malı yemek, komşusu açken tok yatmak, helal
süt emmeden büyümek, ar damarı çatlamak, hayasızlık ve
diğer şeytan işi pisliklere karşı hala ayakta duran
yanımız varsa, bu görünmez sigortamız sayesindedir.
İşte bu yüzden, ‘içimizdeki beyinsizler’ yüzünden bu
sigortanın da atmasından korkuyoruz.
Evet, korkuyoruz Kuşçubaşı, hem de emperyalizmden, onun
silahından, kültüründen, ajanlarından, sabetaycılarından,
masonlarından, medyasından, bürokrasisinden,
sermayesinden, bankalarından, borsasından değil, onlarla
nasıl olsa baş ederiz, ama ruhlarımızdaki
komplekslerden, uşak yanımızdan, kör ihtiraslarımızdan,
harama tevessül eden o alçak ve kalleş yüzümüzden
korkuyoruz.
Üşüyoruz, Kuşçubaşı;
Zemheriden, ayazdan, borandan değil, bizi biz yapan o
ateş-i suzan söndüğü için, o meftun ve rindane ruhumuzu
yitirdiğimiz için, daussılamızı kaybettiğimiz için
üşüyoruz. Bize yine o ateşten lazım, sizin ateşten.
Şöyle ısınıp kendimize geleceğimiz, çay demleyip sigara
tüttüreceğimiz, tüfek çatıp halay çekeceğimiz, şöyle
soysuzlaşanlara, hainlere, hırsızlara, düşmana ‘nerede
kalmıştık’ diye şerare yollayacağımız bir ateş… Sahi,
nerelere sakladınız, Kuşçubaşı, o ateşi na’ptınız, onu
arıyoruz, analarımızın ve çocuklarımızın yüzüne
bakabilmek için, insanlığın gözünün içine bakabilmek
için, sizin kabirlerinize bakabilmek için o ateşi
arıyoruz. ‘Biz’i ‘siz’lerle aynı anlayıştan kılacak,
akraba yapacak o menevişi arıyoruz.. Siz ki,
Osmanlıydınız, müslümanlığınız da mertlik,
sokaklarınızda adap, sofralarınızda helal rızık
bulunurdu. Siz ki, haysiyeti ölüme katık yapar, edeb’i
elinize, belinize, dilinize sarardınız. Siz ki,
yoksulluğunuz mahzun, yenilginiz mağrur, kahramanlığınız
mahcuptu. Siz, bütün hatalarınızla, eksikliklerinizle,
yenilginizle bile adam gibi adamlardınız.
Sana, sizlere selam olsun,. Türkmen Ali’ye, Çerkez
Reşit’e Arap Hilmiye, Arnavut Selime, Ohri’lı Eyüb’e,
Trabzonlu Kemal’e, Giritli Mehmet’e, Kırımlı İbrahim’e
çok selam…
Hepinizin ellerinden, düşmana tetik çeken şehadet
parmaklarınızdan teker teker öpüyorum. Sizi hiç
unutmayacağımızı bilmenizi istiyorum. Sizleri
unutturanlar için de sizden özür diliyorum. Allah’ın
rahmeti üzerinizden eksik olmasın.
Hoşçakalın.
(*)
Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Philip H.Stoddard, Arba
yayınları, İst.,kasım 1993
|