|
|
................... |
|
................... |
TÜRKİYE’DEKİ KAFKAS HALKLARI
ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR |
ozgurluk.org |
|
|
................... |
|
|
Türkiye egemen
sınıfları ABD ve diğer emperyalistlerin
çıkarları için canla-başla çalışırken, aynı
zamanda bunu iç politikada kendi lehlerine
malzeme olarak kullanmak istemektedirler. Bunu yaparken en başta
Stalin ve sosyalizm düşmanlığını işlemektedirler. Bu
politikanın temelinde, Kafkas halklarına bağımsız, özgür
bir halk olamayacaklarını kabul ettirmek vardır.
Bunu da
emperyalist politikalara yedekleyerek başaracaklarını
düşünmektedirler.
Oysa, bağımsız, özgür bir halk/ülke olmanın tek koşulu
vardır. O da emperyalizmin denetiminden çıkmaktır.
Emperyalizm ve onun bölgedeki koçbaşı Türkiye, Çeçen ve
tüm Kafkas halklarına, daha fazla bağımlılıkla
sonuçlanacak politikaları dayatmaktadır.
Kafkaslarda üstlenecekleri rolle coşan egemen sınıflar,
Rusya’nın Çeçenistan saldırısını vesile yaparak Çerkes
ve diğer Kafkas halklarının yoğun yaşadığı il ve
ilçelerde “Rusya’yı Telin Mitingleri” düzenlemektedir.
Başta faşist-gerici partiler olmak üzere tüm burjuva
partileri bu mitinglerin baş konuğudur.
Böylece hem milliyetçiliği körüklemekte, hem de
iktidarın Kafkaslardaki politikalarına yönelik tepkiler
nötralize edilmektedir.
Anadolu’da yaşayan Kafkas halkları bu politikaya alet
olmamalıdırlar.
Hiç bir düzen partisi, gerçekte Kafkas halklarının
yanında değildir. “Müslümanlık” adına da, “Türklük”
adına da emperyalistlere en küçük bir tavır alış yoktur.
Çeçenistan’da katledilenler Müslümanlar ama
“İslamcılığı”, “din kardeşliğini” kimseye bırakmayanlar,
emperyalizmin karşısında gıklarını çıkarmıyorlar. Aynen
Emperyalizmin Irak’a saldırısında olduğu gibi... Yarın
Azerbaycanlılar katledilse, “Türk soydaşlarımız” deyip
duranların da emperyalizm karşısında aynı tavırsızlığı
göstereceğinden kimse kuşku duymamalıdır.
Emperyalizmin ve oligarşinin hakları nasıl birbirine
düşman ettiği ve birbirine karşı kullandığı çok açık.
Ezilen, bağımsızlık isteyen halklar açısından doğru
olan, tarihin pek çok döneminde olduğu gibi “büyük
devlet”lerin himayesine girmek yerine kendini teslim
almak isteyenlere karşı savaşmaktır. Emperyalist
politikaların aleti olmamaktır. Ne ABD’yi, ne Rusya’yı,
ne de diğer emperyalistleri umut olarak görmemektir.
Doğru olan, Sovyetler Birliği yıllarında olduğu gibi
halkların gönüllü birliğinin sağlandığı koşulların
yaratılması için çalışmaktır...
Nazım’ın ünlü şiiridir; “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi
uzanan bu memleket bizim...” Anadolu’yu coğrafyasıyla,
kültürüyle, toprağıyla tasvir eden bu cümleyi sevgiyle
söyledik hep. Bu güzel topraklar üzerinde yaşıyor
olmanın sevincini duyduk.
Ama şimdi ülkemiz, uluslararası siyaset sahnesinde
“emperyalizmin bir koç başı gibi Kafkaslara, Balkanlara
uzanan ülke” olarak tasvir ediliyor. İşbirlikçiler,
ülkemize öyle bir rol yüklediler ki, bu tasvirden ne bir
sevinç, ne bir gurur duyamıyoruz. Utanç yüklü bu cümle.
Bu ülkeyi yönetenlerin onursuzluklarıyla yüklü. Elbette
bu utanç bizim değil, egemenlerin, ama yine de bu utanç
bir yük oluşturuyor sırtımızda. Bu yükten kurtulmak
istiyoruz. Bu yükten kurtulmak, ülkemizin temel
sorunudur.
Ortadoğu’ya, Balkanlar’a, Kafkaslara, emperyalizmin
çıkarlarının temsilcisi olarak değil, bağımsızlığın,
demokrasinin, halkların kardeşliğinin temsilcisi olarak
gitmek istiyoruz!
Demirel, Gürcistan gezisiyle ilgili olarak şunları
söylemişti: “Aradığımız barıştır, istikrardır. Bu
bölgesel kalkınma için şarttır. Teklifimiz çağrımız
şudur: Balkanlar için yapılan istikrar programı
Kafkaslar için de yapılmalıdır. (...) Böylece
Kafkaslarda güvenlik, barış ve istikrar ile Kafkas
halklarının refahı uluslararası teminat altına alınmış
olacaktır.”
Demirel Kafkasları geziyor. Demirel önerilerde
bulunuyor.
Ve hemen bir başka söze bakıyoruz:
“Dünya Bankası’ndaki arkadaşlarım ve ben, rolümüzün
Türkiye’ye yalnızca içişlerindeki gündeminde yardım
etmek değil, genel olarak Türkiye’nin bölgesel rolünü
artırmak ve bölgesel entegrasyonunu hızlandırmaya yardım
etmek olduğunu açıkça görüyoruz. Dünya Bankası’nın özel
sektör kolu olan IFC, Türk şirketleriyle, Türkiye
dışındaki projelerde ortak yatırımlara girmemizi de,
stratejimizin açık bir parçası olarak görmektedir.”
(Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Johannes Linn, Yabancı
Sermaye Derneği YASED’in Aralık 1999 tarihli sayısı.)
Bu sözler, Demirel’in Kafkaslarda kimin adına öneriler
yaptığını, kimin adına “istikrar” aradığını tartışmaya
yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor.
Johannes Linn şöyle devam ediyor: “Moskova’dan Bakü’ye,
Tiran’a, Saraybosna’ya kadar ve Karadeniz boyunca
bölgede dolaşırken, Türk girişimcilerinin güçlü izlerini
gördüm. Türkiye’de yoluna girmiş reformlarla...
bölgedeki rolünü hızlandırabilir. Bankacılık, gümrükler
ve sermaye piyasalarındaki reformlar, Türkiye’nin güçlü
bölgesel rolünü daha da güçlendirmesini garantiye
alacaktır.”
Reformların Türkiye için ne kadar hayati olduğunu
söyleyip duranlar da aldatıyor bizi. Reformlar bizim
için değil, Türkiye için değil, emperyalizm için hep.
Avcılar, tazılar ve avlar...
Halkların özgür birlikteliğinin asgari koşullarda
sağlandığı Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında
Kafkas halkları üzerinde oynanan oyunlar artarak devam
ediyor. Moda deyimle, bölge “emperyalizmin av sahası”na
dönüştü. Avcılar ABD ve Rusya. Her ikisini de avlarının
üzerine saldıkları tazıları var. Ve ekonomik açıdan,
askeri açıdan güçsüz avlar... Bu öyle bir av oyunu ki,
halkların kanı-canı pahasına sürdürülüyor. Birbirine
hiçbir düşmanlığı olmayan halklar, bölünüp-parçalanıyor,
araya husumetler sokulup birbirine boğazlattırılıyor.
Hem de bunu, halkların kurtarıcılığına soyunduklarını
söyleyerek yapıyorlar. Kimler mi? Bir tarafta başını
ABD’nin çektiği emperyalistler ve bunların bölgedeki
işbirlikçi devletleri yeralıyor. Diğer tarafta da, Rusya
ve onun işbirlikçileri... Kafkas halkları “Kırk katır
mı, kırk satır mı” dercesine, bu iki güç arasında
tercihe zorlanıyorlar. Kafkas halklarını etnik ve dini
temelde küçük parçacıklara ayıran ve parçalar arasında
düşmanlığı geliştiren bu güçler, ne yazık ki bu
politikalarında başarılı da oluyorlar. Başarılarının
geçici olacağı gerçeği bir yana, Kafkas halkları daha
olumsuz gelişmelere doğru sürükleniyor.
Kafkas paktı, emperyalizmin planıdır...
İstanbul’da yapılan AGİT zirvesinde Kafkaslara ilişkin
önemli kararlar alınmıştı. Emperyalistler Avrupa nere
Kafkasya nere demeden, kendi çıkarları gereği Kafkasları
da Avrupa toprağı saymışlar, sorunlar AGİT bünyesinde
çözülecek diye hedefler belirlemiş, Kafkaslarda yeni bir
düzen kurmak için planlar hazırlamışlardı.
Bu kararların belli başlıları şunlardı:
- Ermenistan’la Azerbaycan arasında savaşa neden olan
Karabağ sorunu çözülecek,
- Bakü-Ceyhan Boru Hattı Projesi hayata geçecek,
- Bölgede emperyalizmin denetiminin artması anlamına
gelen, içinde Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan’ın yanı
sıra Türkiye, Rusya ve ABD’nin de yer aldığı Kafkas
Güvenlik Paktı kurulacak.
Ancak aradan geçen zamanda, bu hedeflere ulaşılamadığı
gibi, emperyalizm ve işbirlikçisi Türkiye’nin önüne yeni
sorunlar çıktı.
Ermenistan’da Başbakan da dahil 8 kişinin öldürüldüğü
meclis baskını, bölgede çıkarlar çatışmasının oldukça
kanlı geçeceğinin bir göstergesiydi. ABD,
Çeçenistan’daki işbirlikçileri vasıtasıyla Dağıstan’ın
işgalini teşvik ederek 1994’ten bu yana aralıklarla
devam eden Çeçenistan savaşına yeni bir boyut
kazandırdı. Maliyeti yüksek olduğu için birçok problem
yaşanan, ancak ABD’nin stratejik çıkarları gereği
yapılmasına karar verilen Bakü-Ceyhan Boru Hattı
Projesi’nde ileri adımlar atılamadı. Aksine Gürcistan,
topraklarından geçecek petrolden alacağı “varil başına
geçiş ücreti”ni yükselteceğini açıkladı.
Kısacası, emperyalizmin hesapları tutmamıştır. Üstelik
yeni sorunlar eklenmiştir.
Örneğin, Yeltsin’in yerine geçen Putin, 1997’de Yeltsin
döneminde kabul edilen “Ulusal Güvenlik Doktrini”nde
değişikliğe gidildiğini 2000 yılbaşı mesajı olarak
açıklamıştır. Doktrine göre nükleer silahlanma
geliştirilecek ve gerektiğinde “Saldıran düşman
devletlere” karşı kullanılacaktır. Ayrıca, “ABD
hegemonyasına karşı çok kutuplu bir dünya kurulması için
çaba harcanacaktır.”
“Resmi nitelik taşımıyor” dense de, Çeçenistan Dışişleri
Bakanı’nın ABD ziyareti, Rusya ile ABD ilişkilerinin
daha da gerginleşmesine neden olmuştur. Tüm bu
gelişmeler Pentagon bağlantılı Stratejik ve Uluslararası
Etüdler Merkezi’nin (CSIS) hazırladığı “Kafkasya’da
Enerji Potansiyeli” raporuna, Rusya’nın Çeçenistan’daki
savaşı Gürcistan ve Azerbaycan’a yayabileceği şeklinde
yansımıştır.
Bütün bunlar, emperyalizmin Kafkaslar politikasında
açılan gediklerdir.
Kavga, emperyalizmin pazar kavgasıdır...
Demirel Kafkasları dolaşırken, önerilen paktın
amaçlarını anlatırken, “Balkanlar’daki gibi” diyordu. Ne
var peki Balkanlar’da? Barış ve istikrar mı?
Balkanlar’da barış değil emperyalist denetim
söz konusudur ve bölge halkı her geçen gün daha fazla
yoksulluğa, kültürel yozlaşmaya, birbirleriyle
düşmanlığa sürüklenmektedir. Balkanlar’da emperyalizmin
denetimi, bölüp parçalama, birbirine kırdırma
politikasıyla sağlanmıştır. Hatta bu da yetmemiş,
emperyalistler doğrudan müdahale edip, Yugoslavya’yı
haftalarca bombalamış, istikrarlarını binlerce ölü
üzerinde kurmuşlardır.
Kafkaslarda da aynı plan yürürlüktedir. Şu anda
Çeçenistan’daki savaşın nedeni, başını ABD’nin çektiği
emperyalistlerle Rusya arasındaki çıkar çatışmasıdır.
Hesap, bölge zenginliklerinin emperyalist tekellerin ve
işbirlikçilerinin kasalarına aktarılmasıdır. Ve yine
Demirel’in “Yangının üzerine petrol değil, su döküyoruz”
sözleri de yalandır. Çünkü, Türkiye geçmişte Azerbaycan,
Gürcistan, Ermenistan’da olduğu gibi bugün
Çeçenistan’daki savaşın da tarafıdır. Emperyalist
politikaların taşeronluğunu yapmaktadır.
Demirel’in gezisi sonucu Türkiye ve Gürcistan arasında
yapılan anlaşma, bu taşeronluğun çarpıcı bir örneğidir
ve Kafkaslarda barışçı mı, kışkırtıcı mı olunduğunun
göstergesidir. Açıklandığı kadarıyla anlaşmada yer alan
maddelerden bazıları şunlardır: “Türkiye Gürcistan’a
verdiği “kuvvetli desteği” devam ettirecektir... Askeri
ve ekonomik ilişkiler geliştirilecektir... Türkiye,
Gürcistan Hava Kuvvetleri’ne akademik ve eğitim uçuşları
verecektir... Batum havaalanı rehabilite edilecek, ortak
kullanıma açılacaktır... Kars-Tiflis demiryolu
yapılacaktır...”
Kısacası, amaç; bölgede, Rusya’nın yerine ABD
emperyalizminin denetimini sağlamaktır. Peki, tüm
bunlarda “yeni”, ya da “Türkiye’nin ve bölge halkının
çıkarına” bir şey var mıdır? Bunun cevabı, tek kelimeyle
hayırdır. Hedef, sahip olduğu petrol ve doğal gaz
yataklarıyla dünyanın enerji deposu olan bölgenin ABD
denetimine geçirilmesidir.
Bölgeyi denetime alan ABD, aynı zamanda Avrupa
Birliği’ni de kontrol edebilecektir. İşte zamanın ABD
Dışişleri Bakan Vekili Strobe Talbott daha Temmuz
1997’de şunları söylemişti: “2000 milyar varillik petrol
rezervine sahip Hazar Havzası ABD açısından hayati bir
çıkar bölgesidir. Dünyanın 21. yüzyıldaki bu enerji
deposu Rus hegemonyasına bırakılamaz. ABD olarak Bakü-Ceyhan
boru hattını özellikle destekliyoruz.”
İşte bu nedenledir ki, 1999 Kasım’ında İstanbul AGİT
Zirvesi’nde 6 milyar dolarlık Bakü-Ceyhan petrol boru
hattı anlaşması imzalandığında ABD Enerji sekreteri bunu
“Bu bir dış politika zaferidir; ABD ulusal çıkarlarına
hizmet eden stratejik bir anlaşmadır” diyerek
değerlendirmişti. (19 Kasım 1999, Hürriyet)
Söylenenler bölgedeki savaşların da, Türkiye’nin
uğraşlarının da nedenini ortaya koyuyor. Buna ABD’nin
Türkiye’deki işbirlikçilerinin ne ölçüde gönüllü
oldukları da biliniyor. Tekelci burjuvazi, bu
taşeronlukla kazanacağı kırıntıların hesabındadır.
Boyuna “sosyal patlama” kabusları görün Türkiye
burjuvazisi, emperyalizmle daha fazla bütünleşmeyi
kabuslarından kurtulmanın tek yolu olarak görmekte,
hükümetleri de ancak buna hizmet ettikleri kadar
desteklemektedir. ABD tekellerinden arta kalacak
kırıntılar için halklar aldatılmakta, kanları
akıtılmaktadır.
Övgüler ve çelişkiler!
Aralıksız “gelişen Türkiye” yalanını dinliyoruz.
Lakin... Yoksulluk sınırı altında yaşamak zorunda
kalanların sayısı her geçen gün artıyor. Her gün yeni
vergilerle karşılaşıyoruz. Neredeyse sağa baktığımız
için bir vergi, sola baktığımız için bir vergi alınacak.
Her gün yeni zamlar gündeme geliyor. Çöpten ekmek
toplayan, açlıktan ölen insanlar var... ve bu tablonun
karşısında AB’ye aday olan, Kafkaslarda, Balkanlar’da
yeni paktlar oluşturan, komşu ülkelere karşı güç
gösterileri yapan bir Türkiye var. Cumhurbaşkanından
başbakanına, bakanlara, tekelcilere kadar herkes
Türkiye’nin geliştiğini, güçlendiğini söylüyor. Sadece
devlet erkanı değil, emperyalizmin sözcüleri de
Türkiye’ye aynı övgüleri yapıyor. Clinton AGİT zirvesi
nedeniyle geldiği İstanbul’da “Gelecek yüzyıl
Türkiye’nin kendi geleceğini ve rolünü belirlemesine
bağlı” diyerek Türkiye’nin önemli bir misyonu olduğunu
belirtiyor. Ardından AB’nin Helsinki zirvesi yapılıyor.
Clinton’un Türkiye’ye övgüleri sürüyor. Ve Türkiye AB
adaylığına kabul ediliyor. Bu defa Avrupa’dan da övgüler
geliyor. “Türkiye’nin adaylığı, hem Türkiye için, hem de
AB için çok önemli bir gelişmedir.” (Tony Blair)
“Türkiye sadece coğrafyası ve yaklaşımlarıyla değil
tarihiyle de Avrupalıdır.” (Chirac) “Tarihi bir karar
alınmıştır.” (Schröder)
Yakında Japonya’dan da böyle övgüler gelebilir. Çünkü
petrol ihtiyacının yüzde 90’ını Basra Körfezi’nden
sağlayan ve bu nedenle de petrol konusunda ABD’ye bağlı
durumda olan Japonya da başka seçenekler aramaktadır, o
da gözünü Hazar havzasına dikmiştir. Japonlar da pekala
Türkiye’yi bu noktada taşeron olarak kullanmak
isteyebilir. Övgüler çoğalır, ama Türkiye’nin gerçeği
değişmez.
Hem içeriden, hem dışarıdan Türkiye’nin geliştiği,
önemli görevleri ve misyonu olduğu yönünde açıklamalar
yapılıyor. Peki bir ülke gelişirken o ülkenin halkı
nasıl yoksullaşır? Bu gelişim nasıl bir gelişimdir ve
kimin içindir? IMF’nin Türkiye ekonomisi için
hazırladığı “güçlü program”, sermayeyi “bölgesel rolü”
için güçlendirecek, ama halk için karşılığı da, daha
fazla yoksulluk, daha fazla acı, daha fazla katliam
olacaktır. Emperyalistler ve işbirlikçileri için
“gelişen” Türkiye, halkın daha fazla yoksullaştığı bir
Türkiye’dir. Tüm dünya adına konuşma yetkisini kendinde
gören ABD Başkanı Bill Clinton’un bir ülkeyi güçlü
görmesinin anlamı “Benim çıkarlarımı sonuna kadar
savunacak güçtesiniz” demektir.
Emperyalizmin bir “Koçbaşı”na ihtiyacı olunca kaderimiz
değişti...
Dışlanan Türkiye’den baş tacı Türkiye’ye...
İşbirlikçiler 1959’dan beri kaç kez Avrupa’nın
kapısından döndü. Ekonomi istikrarsız diye, insan
hakları, demokrasi yok diye... O gün bu gündür ne
ekonomi istikrara kavuştu, ne de insan hakları ve
demokrasi geldi bu ülkeye. Ne oldu da emperyalistler
birden “Türkiye’nin değerini” keşfettiler? Yıllardır
kendileri için çalışıp didinen, tüm varlığını
hizmetlerine sunan Türkiyeli işbirlikçilerini
hatırlayıverdiler. Türkiye’yi adaylığa kabul ettiler.
Kredi notlarımız birden yükselmeye başladı. Emperyalizm
Türkiye’de ne görüyor ki bu kadar övgü, bu kadar “ödül”
yağdırmaya başladı? Çünkü emperyalizm için Türkiye
oltadaki balıktır. Yeme ihtiyacı yoktur. Emperyalizm ne
dese yapmaya hazırdır. Böyle bir Türkiye emperyalizmin
çıkarlarını koruyabilir. Bunun için biraz güçlendirmek,
biraz gururunu okşamak gerekir.
Zaten yıllardır emperyalizmin ileri karakolu görevini
yerine getirerek kendisini ispatlamıştır. Şimdi
emperyalizmin Kafkaslara sorunsuz sıkıntısız,
tereyağından kıl çekercesine girmesi ve oralarda kendi
denetimini tam olarak sağlaması gerekiyor. Bu görev için
biçilmiş kaftandır Türkiye. Hem Kafkaslarla Türkiye
arasında tarihi bağlar da vardır. Türkiye’nin görevi
sürüye ihanet eden bir “keklik gibi” ortaya çıkıp
şakımaktır. Şakıyarak kendine çektiği Türki
Cumhuriyetlerin emperyalizmin batağına saplanmasını
sağlayacaktır. Clinton’un hayalindeki Türkiye, kendine
biçilen misyonu yerine getiren Türkiye’nin tablosudur.
Emperyalizmin verdiği krediler yine emperyalizmin
çıkarları için kullanılacaktır. Övgü göğüs kabartır. Ama
övgüyü emperyalistler ve işbirlikçileri yapıyorsa bu
demektir ki, belimiz daha fazla bükülecek, utancımız
daha da büyüyecek. |
|
|
|
|
|
|
|