|
|
................... |
|
................... |
ANTROPOLOJİ ÜZERİNE |
Ansiklopedi.Turkcebilgi.Com |
|
|
................... |
|
|
Yunanca "''anthropos''"
(insan) ve "''logos''" (bilim) sözcüklerinden oluşan
antropoloji insanlar ve Yunan dili. 3000 yıllık bir
geçmişi olan Hint-Avrupa dil ailesine ait bir dildir.
Antik Yunanca Klasik Yunan uygarlığının dili olarak
kullanılmıştır. Modern Yunanca Antik Yunancadan
oldukça farklı olmakla beraber köken olarak ona
dayanır. Yunanca, Yunan alfabesi kullanılarak
yazılır. Modern Yunanca dünyada, çoğu Yunanistan'da
yaşayan yaklaşık 12 milyon kişinin anadilidir.
Antropoloji, insanla ilgilenen birçok bilim dalından
biri. Genellikle fiziksel ve kültürel antropoloji olarak
ikiye ayrılır. Dünyadaki çeşitli insan topluluklarının
doğalcı yaklaşımla betimlenmesi ve yorumlanması olarak
tanımlanabilir, ama ne konusu ne de araştırma yöntemleri
kendine özgüdür. Tarihten farklılığı, antropolojinin
toplumlar, kurumlar, inanç ya da geleneklere ilişkin
tarih araştırmalarını dışlamasından değil, belgelere
dayanmak yerine insanları, etkinliklerini ve ürünlerini
olabildiğince dolaysız gözleme yöntemini benimsemesinden
doğar. Bu tür araştırmaların sonuçlarını insanlık
tarihinin bir parçası sayıp insanın karmaşık biyolojik
ve kültürel gelişme sürecinin daha iyi kavranmasına
katkı olarak değerlendirilmesiyle de tarihten ayrılır.
Benzer biçimde, insan görünüş ve zihniyetindeki
çeşitlenmelerle toplu farklılıklar konusundaki
yaklaşımıyla da fizyoloji ve psikolojiden ayırt edilir.
Antropologlar, herhangi bir topluluğun ya da etkinliğin
özgül niteliklerini, bunların insanın tarihsel gelişimi
içindeki konumuna bağlı olarak araştırmayı ve
yorumlamayı amaçlar.
Modern antropoloji araştırmalarının kökleri Keşifler
Çağı'na kadar uzanır. Bu dönemde, teknolojik açıdan
ileri Avrupa kültürleri, genellikle ayrım yapmaksızın
"vahşi" ya da "ilkel" başlığı altında topladıkları
birçok "geleneksel" kültürle ilişkiye girdiler. Düşünsel
yaşam üzerindeki dini baskının 19. yüzyıl ortalarında
gevşemesi, insanın kökenleri, insan ırklarının
sınıflandırılması, karşılaştırmalı anatomi ve dünya
dilleri gibi konulara geniş bir ilgi uyandırdı.
Charles Darwin'in 1859'da yayınlanan The Origin of
Species ( Türlerin Kökeni, 1970) adlı yapıtıyla açıkça
gündeme gelen evrim kavramı, toplumların ve kültürlerin'
zaman içindeki gelişimi konusundaki araştırmalara önemli
bir ivme kazandırdığı gibi, insan türünün gelişimiyle
ilgili çalışmalara da hız verdi. 19. yüzyılın ikinci
yansı boyunca doğrusal tarih anlayışı antropolojiye
egemen oldu. Bu anlayış, tüm insan topluluklarının
belirli ve zorunlu kültürel aşamalardan geçtiğini,
"vahşilik" ya da "barbarlık" durumundan "uygar insan"
yani "Batı Avrupalı insan" olmaya doğru ilerlediğini
savunuyordu.
Karl Marx ve yandaşlarının değişik bir toplumsal gelişme
kuramı ileri sürmeleri hemen hemen aynı dönemlere
rastlar. Bu kurama göre, bir toplumdaki ekonomik üretim
tarzı, bu tarz değişse bile, bu değişime hemen ayak
uyduramayan bir dizi egemenlik biçimi ortaya çıkarıyor
ve sonuçta doğan çelişki yeni bir toplumsal düzene yol
açıyordu. Bu bütünlüklü kuramsal çerçeve, gezginler,
tüccarlar ye misyonerler tarafından toplanan ve
aralarında Sir James Frazer'ın The Golden Bough (1890;
Altın Dal) adlı ünlü kitabının da bulunduğu bir dizi
yapıtta derlenen zengin ama dağınık bilgilere oranla,
düşünsel yaşamı çok daha derinden etkiledi.
Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı ilk antropologların
güçlü kültürel önyargılarının yerini 20. yüzyılın
başlarında çeşitli toplum ve kültürlere daha çoğulcu ve
göreli bir bakış açısı aldı. Bu yeni anlayışta; her
toplum fiziksel çevresinin, kültürel ilişkilerinin ve
çeşitli başka öğelerin özgün bir ürünü olarak kabul
ediliyordu. Bu yönelimin sonucunda deneysel veri, alan
araştırması ve belirli kültürel ve doğal çevre içindeki
insan davranışının belgelenmesi yeni bir vurgu kazandı.
Antropolojide kültür tarihi okulunun kurucusu olarak
bilinen Alman asıllı Amerikalı bilim adamı Franz Boas,
bu akımın ilk temsilcisi sayılır.
Boas ve başta Ruth Benedict, Margaret Mead, Edward Sapir
olmak üzere onun izinden gidenler, 20. yüzyılın uzun bir
bölümü boyunca Amerikan antropolojisine egemen oldular.
Bir kültürde rastlanan çeşitli kalıplar, ayırt edici
özellikler ve gelenekler arasındaki bütünlüğü inceleyen
işlevselci yaklaşım, köklerini kültür tarihi okulundan
aldı. Bu arada, Paris Üniversitesi Etnoloji
Enstitüsü'nün kurucusu Marcel Mauss da, Fransa'da
sürdürdüğü araştırmalarında, insan toplumlarının kendi
kendini düzenleyen ve kültürel sisteminin bütünlüğünü
korumaya yönelik yöntemlerle değişen koşullara uyan
bütünsel yapılar olduğunu vurguluyordu.
Mauss, Fransa'da Claude Levi-Strauss, İngiltere'de de
Bronislaw Malinowski ve A.R. Radcliffe-Brovvn gibi
birbirinden çok farklı görüşlere sahip bilim adamlarını
önemli ölçüde etkiledi. Malinowski, katı işlevselci bir
yaklaşıma yönelirken, Radcliffe-Brown ve Levi-Strauss
yapısalcılığın temellerini attılar. Bu iki okul,
toplumsal tarihin toplumsal kuramın temeli olamayacağı
konusunda anlaşıyordu. Buna karşılık işlevselciler
toplumsal olayların çözümlenmesindeki tek geçerli
yöntemin, bu olayların toplumdaki işlevini tanımlamak
olduğunu ileri sürerken, yapısalcılar tam tersine, geniş
olaylar yelpazesinin altında yatan sistemin ya da
yapının niteliği ile ilgili ipuçları veren olguları ya
da nesneleri tanımlamaya çalıştılar. Yapısalcılara göre,
toplumun üyeleri, söz konusu sistemi, mitler ve simgeler
aracılığıyla ancak belli belirsiz fark edebiliyordu.
Ruth Benedict'in 1930'larda Güneybatı Amerika Yerlileri
üzerinde yaptığı araştırmalar, kültürel antropolojinin
bir alt dalı olan kültürel psikolojinin doğuşuna yol
açtı. Benedict, kültürlerin kendi yavaş gelişimleri
içinde, üyelerini belirli bir "psikolojik dizgeyi"
kabule zorladığını ileri sürüyordu; böylece insanlar
gerçekliği çevresel öğelerden bağımsız olarak, kültürün
biçimlendirdiği çerçeve içinde yorumluyordu. Örneklerini
geleneksel diye nitelenen toplumlarda olduğu kadar
modern toplumlardaki değer sistemlerinde ya da kültürel
"biçimlenişte" bulan kültür kişilik ilişkisi, böylece
yoğun bir araştırma konusu haline geldi.
Kültürel antropoloji bağımsız bir sosyal bilim olma
yolunda hızla ilerlerken; fiziksel antropoloji de
insanın doğal çevresi içindeki yerini tanımlamak,
insanla öteki primatlar arasındaki farklılıkları
belirlemek ve değişik insan ırkları arasındaki fiziksel
ayrımları sınıflandırmak yönünde araştırmalarını
sürdürdü. Darvin'in evrim kuramının 19. yüzyılın ikinci
yarısında genel kabul görmesi üzerine, fiziksel
antropologlar insanın çok eski dönemlerini anlayabilmek
için arkeolog ve paleontologların buluntularından
yararlanmaya başladılar.
20. yüzyılın başında, ırklar oldukça kesin bir biçimde
sınıflanmış, üst primatlar arasındaki farklılıkların
geniş bir dökümü yapılmıştı. 1900'de Gregor Mendel'in
genel genetik yasalarının yeniden keşfedilmesi ve AB O
kan gruplarının bulunması, tür içindeki evrim kavramına
yeni bir anlam kazandırdı. 20. yüzyılın sonlarına doğru
fiziksel antropologlar fosillerden elde edilen verilerin
ışığında, insanın yaklaşık yarım milyon yıllık evriminin
şemasını çıkartmayı başardılar.
Çağdaş antropolojinin ilgi alanlarıyla yöntemleri
fiziksel, biyolojik, davranışçı ve toplumsal bilimlerin
uzmanlıklarına giren geniş bir yelpazeye yayılmıştır.
Örneğin, arkeolojik buluntuların göreli yaşları, atom
fiziğinin geliştirdiği radyokarbon tarihleme yöntemiyle
hesaplanmaktadır. Farklı toplumların coğrafi kökenlerini
ortaya çıkarma çalışmalarında, özellikle insan kalıtımı
üzerinde araştırma yapan biyologların geliştirdiği
yöntemlerden yararlanılır. Kan grubu araştırmalarında
genetik tekniklerinin kullanılması sonucu, örneğin
Avrupalı Çingenelerin Hindistan'dan geldiği ortaya
çıkmıştır. Çeşitli toplumlardaki aile ilişkilerini,
ensest gibi konulardaki tabuları, dinsel ve hukuksal
uygulamaları anlamak isteyen antropologlar ise,
psikoloji bilgisinden, özellikle de psikanalitik
kuramdan yararlanmıştır.
Günümüzde kültürel antropoloji bazı çetin sorunlarla
karşı karşıyadır. Bu sorunlar kurama ve uygulamaya
ilişkin olmak üzere başlıca iki düzeyde ele alınabilir.
Her iki düzeydeki sorunların büyük bölümü de ideolojik
niteliklidir. Kuramsal açıdan, disiplinin tam bir iç
tutarlılığa ulaştığını söylemek güçtür. Kültürel
antropoloji henüz tek bir kavramlar bütünü
oluşturamamıştır. Bir "kültür bilimi" ancak,
antropologlar Etnosantrizm'den arındıkları, kuramsal
açıdan anlamlı, evrensel ve nesnel kavramlar
üretebildikleri zaman var olacaktır. Bütün toplum
bilimleri için geçerli olan bu sorunun kültürel
antropoloji gibi ana amacı kültürler arası karşılaştırma
yapmak olan bir bilim dalı için ayrı bir önemi vardır.
Öte yandan çağdaş disiplinde alan araştırmasına verilen
önem, çözümlenmek, karşılaştırılmak, sınıflandırılmak ve
yorumlanmak üzere bekleyen muazzam bir veriler yığınına
yol açmış, ama bu kez de verilerin sistemleştirilmesi ve
genelleştirilmesi güçleşmiştir. Uygulamalı araştırmalara
verilen önemin bir başka sakıncası da, genç kültürel
antropologlar kuşağını genel ve kuramsal yaklaşımdan
uzaklaştırması, böylelikle de disiplinin kendi
gelişimini tehlikeye atmasıdır.
Uygulamada karşılaşılan sorunların başında, kültürel
antropolojinin geleneksel araştırma nesnesinin, bir
başka deyişle "ilkel" ya da "geleneksel" kültürlerin
giderek yok olması gelmektedir ama bu konuda ideolojik
öğe de önemlidir. İdeolojik öğe, hem araştırmayı yapan
antropolog için hem de araştırılan toplum için
geçerlidir. Antropolojik araştırma konusu olan
toplumlar, bunu bir aşağılanma göstergesi olarak
değerlendirebilir. Gerçekten de Afrikalı aydınlar,
başlıca ilgi alanı toplumların "ilkelliği" olan bir
bilim dalma karşı duydukları tepkiyi açıkça dile
getirmiştir.
Kültürel antropologun kendi açısından bakıldığında da
ideolojik boyutun iki yönü vardır. Antropolog hem
parçası olduğu kültürün ideolojisinden kurtulmak hem de
araştırdığı toplumun ideolojisini anlamak ve tarafsızca
açıklamak zorundadır. Bu arada vardığı sonuçlar her iki
tarafı da hoşnut etmeyebilir. Antropolog, geleneğin
önemini vurguladığı için "gerici" olarak
nitelenebileceği gibi, yaptığı araştırmaların sonuçları,
sömürgeci devletler tarafından, kendisinin onaylamadığı
politikaların uygulanmasında kullanılabilir.
Uygulamada karşılaşılan önemli bir sorun da
araştırmalara ayrılan fonların kısıtlı olmasıdır. Bu,
daha kapsamlı araştırmaların yapılmasını
engellemektedir. Batılı olmayan kültürel antropologların
yüz yüze geldikleri bir sorun da, disiplinde egemen olan
dil sorunudur. Başka bilim dallarında olduğu gibi,
antropolojide de Batı dillerinin egemen olması, Batılı
olmayan antropologların çalışmalarının sonuçlarını
yaygınlaştırmakta güçlük çekmelerine yol açmaktadır.
Bu sorunların tümü kültürel antropologların kendi
içlerinde yoğun tartışma konusudur. Uygulamalı
Antropoloji Derneği, özellikle ideolojik boyutun sorun
olmaktan çıkmasını sağlayabilmek amacıyla, 1951'de
araştırmalarda uyulması gereken bir etik çerçevesi
oluşturmuş ve yayınlamıştır; ama beklenebileceği gibi
ikilem sürmektedir. |
|
|
|
|
|
|
|