Milli Mücadele yıllarının öteki yüzü
Çerkes Ethem, Mustafa Kemal'in Anadolu'da dayandığı
askeri gücün sahibiydi; Büyük Millet Meclisi'nin 'Milli
Kahraman' unvanı ile onurlandırdığı bir kişiydi. Ancak,
Ankara'nın yeni hiyerarşisiyle uyuşamayınca Yunan'a
sığındı ve hain ilan edildi.
1920 senesinin Aralık ayı Milli Mücadele sürecince
Ankara'nın, daha doğrusu Mustafa Kemal'in tek güç haline
gelişine ifade eder. Oraya gelene kadar geçen bir buçuk
yıl zarfında çevrelerinde işgale karşı yerel direnişi ve
iç muhalefet odaklarınının bastırılmasını örgütleyen; bu
sebeple itibar edilen ama kendilerini 'uç beyi' gibi
görmeleri yüzünden merkezi otoritenin etkisini
zayıflatan çete reisleri bir bir saf dışı edilmişti.
Tasfiye ve isyan hareketlerinin bastırılmasında
başvurulan güç Çerkes Ethem'di. Sonunda düzenli
birlikler toparlanıp mücadelenin geleneksel askeri
hiyerarşi içinde devam etmesine uygun zemin oluşunca
sıra onun sahneden çekilmesine geldi. 9 Aralık 1920'de
Ethem'le Ankara arasında ipler koptu.
Ethem, Demirci Mehmet Efe'ye "(...) Seni, Yörük Ali
Efe'yi, beni ve bazılarını her ne şekilde olursa olsun
imhaya karar vermişlerdir. (...) Hasılı selametimiz
birbirimizle sıkı bir irtibat temin ederek birlikte
hareket etmektedir. Kuvvetleriniz arasına katiyen
ordunun vereceği kimseyi almayınız..." mealinde bir
telgraf çekerek 'bayrak açtı...'
'İşgal'in önemi
Bizde ulusal direnişi Anadolu'nun işgali ve buna karşı
verilen 'Kurtuluş Savaşı' ekseninde yansıtan bir resmi
tarih anlayışı hâkim. Bunun için yeni kuşaklara
'Ankara'nın iç âlemi' yeterince anlatılmış değil. Oysa
açık söyleyeyim Milli Mücadele sürecinde 'işgal' tali
bir durumdan öte kıymet taşımaz. Hatta Mustafa Kemal
'işgali' ulusal direnişin kenetlenmesi bakımından
kullanmıştır demek mümkün.
İstanbul işgal edilmemiş olsa Ankara'da BMM'nin
toplanması zorlaşırdı; keza İzmir işgal edilmemiş olsa
halkın ulusal direnişe katılımı bu denli güçlü ve erken
gerçekleşmeyebilirdi. Bu bakımdan meseleye strateji
penceresinden bakan bir kurmay subay olarak işgal
Mustafa Kemal'in gözünde hiçbir zaman 'kolay
defedilebilecek bir vaka' olmanın ötesine geçmemiş ya da
daha doğru bir ifadeyle Anadolu'da siyasi birliğin,
otoritenin sağlanmasından daha önemli olmamıştır.
Nitekim Sakarya Savaşı'na kadar Türk ordusu düşmanla
doğru dürüst karşılaşmamıştır. 1. ve 2. İnönü
'savaşları' askeri açıdan düşmanın güç yoklamak amacıyla
yaptığı 'keşif taarruzu' dur. Zaten zayiat denilebilecek
seviyede bir kayıp da yoktur.
Temel
mesele: Otorite kurmak
Ama Milli Mücadele'nin temel meselesi ve derdi ülke
içinde siyasi/askeri otoritenin tek elde toplanmasıdır.
1919 Mayıs'ında yani Mustafa Kemal'in Samsun'a geçtiği
günlerde Anadolu'nun manzarası Ankara Meydan
Muharebesi'nde Timur karşısında Yıldırım Bayezid'in
yenilmesiyle girilen 'Beylikler Dönemi'nden farksızdır.
Bulundukları mahalli kurtarmayı hedefleyen ve 'Müdafayı
Hukuk' adıyla kurulmuş 30'a yakın dernek vardır ve
bunların kendi çaplarında 'hükümetçik'ler olup bir
yandan asker diğer yandan gönüllü ya da gönülsüz vergi
topladığı bilinmektedir. Oysa Ankara'ya geldiğinde
Mustafa Kemal'in çevresinde kişisel güvenliğini
sağlamaya dahi yetmeyen küçük bir muhafız kıtası vardır.
Erzurum ve ardından Sivas kongrelerinin iki amacı
vardır: 'Vatanı bütün olarak savunmak' ve 'Mücadeleyi
siyaseten sorumlu heyet eliyle sürdürmek...'
İlk bakışta 'zaten herkes vatan müdafaasından yana' ya
da 'ölüm kalım mücadelesinde siyasi hesap yapmadan
kenetlenmek kolay' sanılabilir. Ancak öyle olmamıştır.
Etnik farklılıkların, mahalli liderlerin iktidarlarını
sürdürme arzularının su yüzüne çıktığı süreçtir bu.
İstanbul'un benimsediği teslimiyetçi tavır bu arzuların
dayanağı, Ankara'ya itirazın gerekçesidir kuşkusuz ama
ne tek ne de gerçek izahı değildir. Söylemek istediğim
Ankara'nın düşmandan önce 'isyanlarla' uğraşmak zorunda
kaldığıdır.
'Hep
bunlarla uğraştım'
Benim yaşımdakiler 21 Mayıs ve 22 Şubat ihtilal
girişimlerini hatırlayacaklardır. 27 Mayıs darbesini
onaylamakla birlikte ihtilal komitesine dahil edilmemiş
kadronun öfke kabarmasıdır her iki girişim de. Lakin
bakış açınızı değiştirip yaklaştığınızda 'darbecilerin'
tamamının Çerkes kökenli olduğunu görürsünüz.
Hadise sırasında İsmet İnönü başbakandır ve olayları
şimdi Ankara Radyosu'nun yanında Türk Hava Kurumu
tarafından kullanılan ama o yıllarda Hava Kuvvetleri
Komutanlığı olan binada izlemekteydi. Dönemin
gazetelerinde hadisenin kontrol altına alınmasından
sonra binadan çıkan İsmet İnönü'nün bir sözü yer aldı
ama buna özel bir anlam da yüklenmedi, "Bunlarla
yıllardan beri uğraşıyorum ben..." diyordu Paşa.
Neydi 'Çerkes'lerle alıp veremediği derseniz onu
anlatacağım. Ama hatırlatmak istediğim bir husus var.
Gerek Erzurum Kongresi'nde gerekse Sivas Kongresi'nde
Mustafa Kemal'in yanında yer alan kadronun (Rauf Orbay
-Çerkesler arasındaki adıyla Aşharuva Rauf - Fethi Okyar
ve ilah...) büyük çoğunluğu Çerkes, Adigey, Abaza
olduğunu unutmamak lazım ve nihayet Anadolu direnişinin
ilk günlerinde neredeyse Ankara'nın elindeki tek askeri
gücün Çerkes Ethem çevresinde toplanmış kuvvet olduğunu
da...
'Türk,
Kürt, Çerkes el ele'
Ancak Milli Mücadele şekillenmeye başladığında bir
gelişme oldu ve Mustafa Kemal'in yakın çevresinde
değişiklik yaşandı. Lider yola birlikte çıktığı
kişilerden ayrıldı, mücadeleye sonradan hatta bir bakıma
fazlaca inanmadan- katılan 'emir/kumanda adamları' ön
plana geçti. Bu değişimin Mustafa Kemal'in arzusu
olmaktan çok 'yeni gelenlerin manevrası' olduğu yolunda
işaretler var. Nitekim aynı günlerde Ankara'dan Çerkes
Ethem'in ağabeyi Reşit Bey'e gönderdiği 7 Ocak 1920
tarihli telgrafında Mustafa Kemal, "Bu din ve devletin
sağlam bir uyruğu olan Çerkes kardeşlerimiz, hepimizin
övdüğümüz baş tacımızdır. Bugün düşmanlarla çevrili
Türk, Kürt, Çerkes ve diğer din kardeşlerimizin el ele
vermesi, sarsılmaz bir bütün oluşturmaları, namus ve
yaşamımızı kurtarmak için bir zorunluluktur..." diyordu.
Muhtemeldir ki, İsmet Paşa başta olmak üzere mücadelenin
rütbeli diğer zevatı Çerkes Ethem'in BMM Genel
Kurulu'nda coşkuyla karşılanmasına bakıp ürktüler...
Milletvekilleri tarafından tam bir kahraman gibi
karşılanan ve dakikalarca süren alkışların kesilmemesi
üzerine utançtan terleyen Ethem, İsmet Paşa konusundaki
hissiyatını anlatırken şu tespiti yapar: "İlk defa
karşılaşıyorduk. Daha sonra hayatımdaki menfilik ve
haksızlıkların kaynağı olan bu zatın ilk anda üzerimdeki
intibaının derin olmadığını, çehresinin ve
hareketlerinin bariz hususiyet ifade etmediğini itiraf
ederim. Fakat konuştukça ve fikirlerini dinledikçe, onu
birçok meziyetleri bulunan erkân-i harp hususiyetleri
taşımakla birlikte hiçbir zaman zaferi temsil edecek
kumandanlık vasfına sahip bulamadım."
Şurası kesindir ki, Ethem'e 'Çerkes' lakabını takan
İsmet Paşa'dır. Kendisine sorulduğunda bunu 'övgü'
olarak kullandığını söyler ama Ethem öyle anılmaktan
rahatsızdır: "Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve
ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda seceresi
karışmamış kim kalırdı."
Ethem'in Yozgat isyanlarını büyük bir maharet ve süratle
bastırması da onu aynı yerde daha önce başarısız olmuş
bazı kumandanların kıskançlık ve rekabet hislerine hedef
haline getirdi. Nitekim Ethem'e göre Ali Fuat Paşa'nın
Garp Cephesi Kumandanlığı'ndan ayrılmasının hakiki
sebebi, "İsmet ve Refet beylerin benim için
düşündüklerini tatbik etmeye Mustafa Kemal Paşa'yı ikna
etmeleri ve yolda vaziyeti müsait bulmalarıdır."
Son
dönemeç
Saf dışı edilmesine karar verilmiştir Ethem'in. Ve
manevra İsmet Paşa'nın sorumluluğundadır. Ethem geç fark
ettiği oyuna son anda müdahale ederek bir deneme yapar.
Ama Paşa sadece asker değil siyasetçidir de... Ansızın
maiyetiyle birlikte Eskişehir'e gelip doğruca yanına
giren Ethem'i yatıştırmayı başarır. "Başını kaldırınca
beni gördü. Bakışlarında hayret ve ürkeklik vardı. Ayağa
kalktı, şaşırmıştı tereddüt geçirdi, sonra süratli
adımlarla bana doğru geldi. Yüzündeki şaşkınlığı hemen
tebessüme çevirmeyi başardı. İki eliyle ellerimi tuttu,
daha sonra ellerini kollarıma doğru çıkardı ve o
vaziyette konuşmaya başladı:
- Ne vakit teşrif buyuruldu? Elleriniz sıcak ve ateşli.
Doktorunuz seyahatinize nasıl müsaade etti?
Hastalığınızı hakikaten merak ediyordum. Şöyle buyurun.
Fakat Ethem kararlı görünür ilk başta...
- Samimiyetten eser kalmayan müşterek mesaimize son
vermeye geldim. Niçin böyle yapılıyor, anlayamıyorum.
Aleyhime gizli-açık birçok tedbirlere başvuruluyor. Rica
ediyorum, eğer kendinize ait olmasını istediğiniz, fakat
açıkça ifade edemediğiniz hususlar varsa bunları işte
karşı karşıyayız, cesaretle söyleyin...
Arada itiraz eden İsmet Paşa'yı susturur Ethem,
sözlerini sürdürür...
- Ben sizinle açık ve ciddi konuşuyorum ve böyle
olmanızı rica ederek açık ve samimi cevap bekliyorum...
Söz İsmet Paşa'dadır artık...
- Allah fesatçıların cezasını versin Ethem beyefendi...
İtimat ediniz ki ben sizin gibi arkadaşlarımın
mevcudiyetine güvenerek Garp Cephesi Kumandanlığı'nı
aldım... Ordu içinde menfi propaganda yapanları teker
teker araştıracağım ve cezalandıracağım. Ben bu hizmeti
beraberce yürüteceğimize samimiyetle inanıyorum. Sizin
de aynı histe olduğunuzu çok iyi biliyorum."
Böylece teskin olur ve endişelerden büsbütün kurtulmasa
da içi ferahlamış olarak Eskişehir'den ayrılır Ethem.
'Hayatımın hatası'
Ancak İsmet Paşa'nın gözünde 'hükümlüdür' artık... BMM
ordularıyla Yunan kuvvetleri arasında sıkıştırılır Ethem.
Mebusların arabuluculuk çabaları yetmez durumu
kurtarmaya ve 'hayatının hatasını' yapar Ethem, BMM'ye
telgraf çeker. O ana kadar kendisinden yana olan
milletvekilleri dahil herkes tehdit olarak algılar orada
söylediklerini ve Meclis'ten ilk defa istediği desteği
bulur İsmet Paşa.
Ethem hatasını anlar ama iş işten geçmiştir. Partı
Pehlivan'ı silahları ve askerleri Batı Cephesi
kumandanlığına teslimle görevlendirir ve mukadder
akıbetine doğru yola çıkmak için Uşak'taki Yunan
kumandanlığına başvurur. Siyasi tarihimizin başkaları
için de kullanılmış 'politik küfür'ünün yafta olarak
onun boynuna da takılması gecikmez: Hain!
Burada soluklanıp bir yorum yapayım... Çerkeslerde genel
bir halin ifadesi midir bilmem. Ethem gerek Ankara'da
Ziraat Mektebi'nde Mustafa Kemal'in yanına geldiğinde
gerekse Eskişehir'de İsmet Paşa'nın odasına daldığında
kendince kararlıydı. Ancak tarihin akışını değiştirecek
'son adımı' atma cesaretini gösteremedi. Gösterseydi iyi
olurdu demiyorum; hatta çok şükür ki göstermemiş ama
şayet o adımı atsaydı, bugün herhalde çok farklı bir
tablo içinde konuşuyor olurduk. Rauf Orbay, Fethi Okyar
ve onlardan sonra Talat Aydemir de hep 'son adımı'
atamamış kişilerdir. Biliyorsunuz Aydemir Çankaya'da
Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ı tecrit ettiği halde
İnönü'nün dışarı çıkmasına izin verdiği an 'kaybetti'.
Gerisi o maceranın trajik finalidir.
Ethem
yanına bir şey almadı
Çerkes Ethem'e döneyim. Elinin altında hayli maddi
kaynak olmasına rağmen Yunanlılara teslim olma kararını
verdiğinde cebindeki üç-beş kuruş dışında yanına bir şey
almadı. Nitekim Atina'ya götürülüp tedavisine Almanya'da
devam edilmesi kararı üzerine oradan ayrıldığında
günlerce pekmeze ekmek banarak karnını doyurmaya
çalıştığını da biliyoruz. Ethem'in gurbet günlerinde
hayalini kurduğu gelişme Enver Paşa'nın muzaffer
olmasıydı.
Onun şehit olduğu haberini aldığında bütün ümidini
kaybettiğini söylemeye gerek yok. Almanya'dan Mısır'a
oradan da Ürdün'e gidip yerleşti. Türkiye'de 150'likler
listesindeydi. 1937'de diğerleriyle birlikte Ethem de
affedildi ve ülkeye dönmesine izin verildi. Atatürk'ün
ona para ve pasaport gönderttiği söylenir. Kardeşleri
döndüler ama o ' Boynumda hain yaftasıyla mı, asla..'
diyerek daveti reddetti:
"Ben milletime ve tarihe hain diye tanıtılmış, gıyabında
idama mahkûm edilmiş bir adamım. Ancak hakikatte ben,
asgari bana böyle diyenler kadar vatanperverim ve Milli
Mücadele'de hepsinden kıdemliyim. Ben hain olmaya icbar
edildim, buna rağmen hain olmadım. Şimdi hakikatleri
açıkça konuşabilecek miyiz? Hepimiz adil ve bitaraf
hâkimler önüne çıkabilecek miyiz? Haydi bunlar oldu
diyelim; ya zihinlere yerleştirilmiş menfur kanaatleri
nasıl ıslah edeceğiz. Burada gurbette ölürüm, fakat hiç
olmazsa günün birinde doğru tarihin hakikatleri ele
almasını ümit ederek gözlerimi kaparım."
Ethem 1948 Eylül'ünde Amman'da hayata gözlerini yumdu.
Şeria Nehri'nin kenarında mütevazı bir törenle toprağa
verildi...
Aznavur kimdi?
Ahmet Aznavur 'Büyük Çerkes Sürgünü' sırasında (1864)
Adigey'den göç ederek Marmara yöresine yerleşen Ançok
ailesinin bir ferdi. Jandarma subayıydı ve 1. Dünya
Savaşı başladığında binbaşı rütbesini taşıyordu. Yusuf
İzzet Paşa'nın tavsiyesiyle Teşkilat-ı Mahsusa'ya
alınarak Kafkas cephesinde görevlendirilmişti.. Cesur,
becerikli ve rütbesinin üstünde görevler üstlenebilen
bir kişiydi. Teşkilatı Mahsusa'nın efsanevi başkanı
Eşref Sencer Kuşçubaşı gibi o da kendisini Enver Paşa'ya
bağlı hissediyor; Mustafa Kemal'e öfke duyuyordu. Gönen
ve Manyas yöresindeki Kafkas göçmen köylerinden
topladığı gönüllülerle Marmara yöresinde Kuvayı Milliye
aleyhine ilk karşı ihtilal hareketini başlattı. Niyeti
Ankara'yı zaptedip Milli Mücadele'yi Enver Paşa'nın
yönlendirmesine amade kılmaktı. Karşısına Çerkes Ethem
çıktı. Onunla Geyve Boğazı'ndaki çarpışmalarda başarı
sağlayamadı, atından düşerek yaralandı, İstanbul'a
dönmek zorunda kaldı. Ançok Ahmet Aznavur daha sonra
Biga tarafına geçtiyse de 1921 yılı Şubat ayı sonunda
Eskişehir İstiklal Mahkemesi'nce gıyabında idam cezasına
çarptırılınca etkinliğini tamamen yitirdi. 15 Nisan
1921'de Karabiga dolaylarında bir Arnavut çetesinin
pususuna düşerek öldürüldü, başı kesildi. Cenazesi
Biga'nın Buzağılık köyüne defnedildi. |