...................
...................
1839-1915 DÖNEMİ BİR BÜTÜN OLARAK İNCELENMELİ

Prof. Dr. Baskın Oran
Baskın Oran Arşivi, 18 Ağustos 2008

                         
 
...................
 
 

1915 insanlık için utançtı ama 1915’te başlamadı; 1839-1915 dönemi bir bütün olarak incelenmeli.

Temmuz 1897’de çekilen aşağıdaki fotoğrafta, bir Taşnak çetesi görüntülenmiş. (Kaynak: Taşnakların tarihini anlatan, Hratch Dasnabedian imzalı ‘Dashnaksutiun, 1890-1924’ adlı kitap.) Armenian Weekly gazetesinin 2007 tarihli ‘Ermeni Soykırımı özel eki’nin kapağında, (solda) Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın cinayetten sonra polis sorgusunda söylediklerinden alıntı yapılmış. Armenian Weekly’nin Nisan 2008 sayısının kapağı (sağda).

   

Türkler 1915’te neler olup bittiğini öğrenmeli ve gerçekleri kabul etmeli. Ermeniler de, 1915’e giden süreçten kaçmayı bırakıp, 1850 sonrası dönem hakkında daha fazla şey öğrenmeli.


Haçik Muradyan: 1915’e giden süreç hakkında konuşalım mı?

Baskın Oran:
Türkler 1915’te neler olup bittiğini öğrenmeli ve gerçekleri kabul etmeli. Diğer yandan Ermeniler de 1850’lerden sonraki dönem hakkında daha fazla şey öğrenmeli, zira 1915, 1915’te başlamadı.

1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in yenilgisi üzerine Hıristiyan Rusya’dan sürüldüler. Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar, perperişan. Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi.

Neredeyse aynı dönemde Kürtler de aynısını yapmaya başladılar. Kürt beyleri Tanzimat’ın merkezileştirici politikalarına karşı 1806’da isyan başlatmış ve bu isyanları 1843’te yenilgiyle sonuçlanmıştı. İçlerinden en büyüğü, Bedirhan Bey Girit’e sürüldü. Bu durumda Kürtler aşiret hiyerarşilerini yitirdiler ve bunun sonucu olarak asırlardır yapmakta olduklarını sürdürmek yerine altın yumurtlayan tavuğu kesmeye giriştiler. Oysa yılda bir kez altın yumurta topluyorlardı. Yani, bir dizi nedenden dolayı Müslümanlardan daha zengin fakat daha zayıf olan Ermenilerden yıllık ‘koruma parası’ alıyorlardı.

Göçle gelmiş Çerkeslerin ve ayrıca Kürtlerin bu baskısı altındaki Ermeniler dertlerini sonunda İstanbul’a, yani Ermeni patrikhanesine, Amira’ya (Bab-ı Âli’yle araları son derece iyi olan Ermeni burjuvazisi ve soyluları) ve Sultan’a yansıttılar. Hiçbiri umursamadı. Patriklik ancak Sivaslı Hrimyan Patrik olduktan sonra Ermenilerin şikayetlerine kulak verecekti (ve işte bu yüzden Ermeni meselesi aynı zamanda bir sınıf mücadelesinin ürünüydü). Sultan şikayetlere kulak verebilirdi, fakat onun durumu Patrik’ten bile zordu. Dindaşı olan Müslümanlara karşı gayrimüslimleri koruduğu izlenimi veremezdi. Çünkü, her şeyden önce, Müslümanlar zaten Tanzimat’ın eşitlikçi söyleminden son derece rahatsız durumda idiler. Aynı zamanda Batılı güçler büyük memnuniyetle Doğu Anadolu Ermenilerinin şikayetlerini kullanıp imparatorluğun iç işlerine karışmaya başlamışlardı. Meşhur ‘Şark Meselesi’ artık ‘Ermeni Meselesi’yle özdeş olmuştu.


Ermeniler Lozan’da unutuldu

Bu karmaşa içinde, zaten milliyetçilikle ve St. Petersburg, Paris, Cenevre gibi merkezlerde öğrendikleri narodnik/anarşist/sosyalist ideolojilerle sarmaş dolaş olmuş vaziyetteki Ermeni küçük burjuva gençliği, Ermenilerin yaşamaya devam edebilmesi için tek çarenin devrimci partiler ve çeteler kurmak olduğuna hükmettiler. Müslüman köylerine baskınlara başladılar. Bu Doğu Anadolu Müslümanlarını ve Sultan’ı daha da kışkırttı. Bu durumda Ermeni devrimciler, isteyerek veya istemeyerek, İstanbul’daki yönetime ‘Bulgaristan Modeli’ni hatırlatıyorlardı; yani Büyük Güçlerin dikkatini çekmek için silahlı çatışmalar çıkartmak ve onların müdahalesi sonucu önce özerklik, sonra da bağımsızlık kazanmak.

Bu yüzden, tıpkı bugün Türkiye için birden fazla zombi olması gibi, Osmanlı İmparatorluğu için de o zamanlar birden fazla heyula vardı: Doğudaki Ruslar ve batıdaki Büyük Devletler. Osmanlı “Moskof”u hem aşağılıyordu hem de ondan korkuyordu. Büyük Devletler ise er-geç dağılmaya yazgılı bir imparatorluktan aslan payı kapmak için bekleşiyordu. Ekonomik sorunları saymıyorum bile.

Bu koşullar altında, bir dengeler ustası olan Abdülhamit 1890’da Hamidiye Alayları’nı kurarak bir taşla dört kuş vuracak bir çözüm düşündü: Ermeni ayaklanmalarını bastırmak; Tanzimat yüzünden yabancılaşmış Müslümanları memnun etmek; Kürtler arasındaki düşmanlığı beslemek (sadece Sünni ve büyük aşiretler alınıyordu); ve Büyük Devletleri herhangi bir müdahale bahanesinden mahrum bırakmak.

İşte, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin gerçek felaketi o zaman başladı. O güne kadar katliamlar seyrek ve yerel nitelikliydi. Ayrıca, asimetrik olsa da, karşılıklıydı. Hamidiye Alayları işe koyulunca katliam kurumsallaştırılmış oldu.

Devlet, kendisine karşı silahlı bir kalkışma olduğu zaman öldürür. Fakat Osmanlı devleti gayrimüslimler söz konusu olduğunda daha sert davrandı - özellikle de gayrimüslimlerin yabancı Hıristiyan devletlerin ‘maşası’ olduğuna kanaat getirmişse. Size hatırlatmalıyım ki, Batılı Devletler Şark Meselesi’ni kullandılar ve ardından Lozan Anlaşması’nda Ermenileri tamamen unuttular.

İttihat ve Terakki işin içine girip bu korkulara kendi Türkçü ve hatta Turancı ideolojisini eklediğinde her şey daha da kötüye gitti. Ermenileri yok etmek yönünde birçok unsur bir arada çalışıyordu. Bunların başında da İttihatçı subayların içine düştükleri panik geliyordu. Özellikle 1912’deki Balkan Savaşı’nın sonucu olarak imparatorluk Anadolu sınırlarına kadar küçülmüştü ve İttihatçılar “Şimdi de Ermeniler burayı Ruslara satıyor” tahlilini yapıyordu.

Özetlemek gerekirse: 1915 insanlık için bir utanç idi. Fakat 1915’te başlamadı. 1839-1915 dönemi bir bütün olarak incelenmeli. Türkler 1915’ten, Ermeniler ise o tarihe giden süreçten kaçıyor. Hiçbirinden kaçılmamalı.


Haçik Muradyan: On yıllardır bütün zorluklara rağmen Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi mücadelesinin ön saflarında yer alıyorsunuz. Bu yolda yürümenizi sağlayan güç nedir?

Baskın Oran:
Vicdanım, elbette. Milliyetçilik ve azınlıklar hakkındaki uzmanlığım ayrıca.

Fakat bu, anamın karnından böyle çıktığım anlamına gelmiyor. Tam tersine. Mülkiye’de okurken solcu olsam da, 80’lere kadar Türk milliyetçiliğinin büyük etkisi altındaydım (Sakallı Celal!). Galiba 1982’deydi, Batı Trakya’daki Türkler üzerine çalışmaya başladım. Bu azınlık Lozan Barış Anlaşması’nın 45. maddesi uyarınca koruma altındaydı; Türkiye’deki gayrimüslimlere verilen haklar (37. ila 43. maddeler) Yunanistan’daki Müslümanlara da uygulanacaktı. İnanır mısınız, o tarihlerde Türkiye’deki gayrimüslimlerin durumundan bihaberdim. Gayrimüslimler ve Kürtler hakkında yavaş yavaş bilgilenmeye böyle başladım.


‘Bütün ezilmişlerin sözcüsü’

Bugün benim için ve demokrat arkadaşlarım için ‘ezilmişler ve dışlananlar’ çemberi daha da geniş. Temmuz 2007’deki genel seçimlerde ‘Bağımsız Sol Ortak Aday’ kampanyasıyla bunu eyleme geçirebildik. O kampanyada daha önce dile getirilmemiş en az üç şeyi ortaya attık. Dedik ki: Sol 60’ların başında Türkiye’de ortaya çıktığında, sadece proletarya ve emekçi sınıfından söz etti. 70’lerde bir ikinci ezilmişlik ve dışlanmışlık unsurunu (kendimize rağmen, zira sıkı Kemalist idik) tereddütlü bir biçimde buna ekledik: Kürtler. Fakat 80’lerden sonra yeni ezilmiş ve dışlanmış kategorileri çıktı veya görüş alanımıza girdi: Aleviler, kadınlar, gayrimüslimler, Çingeneler, eşcinseller... Şimdi solcu olduğumuzu söyleyebilmemiz için bütün bu ezilmiş ve dışlanmışların sözcüsü olmalıyız. Bunları söyledik kampanyada.

Dahası, bana sorarsanız daha da orijinal olan şu unsuru dile getirdik: “Bugüne kadar bütün bu ezilmişler ve dışlanmışlar sadece kendi türlerini savundular. Şimdi sadece kendilerini değil, birbirlerini de savunmalılar. Kendilerini ezilmekten ve dışlanmaktan koruyabilmelerinin tek yolu budur: Sosyalistler Kürtleri, Kürtler Ermenileri, Ermeniler eşcinselleri, eşcinseller Alevileri, Aleviler Çingeneleri vb. savunmalı.” Bu yaklaşımın Hrant’ın yaklaşımıyla son derece uyumlu olduğunu hatırlatmalıyım.


Türkiye’de yargı tepetaklak

Kampanya sırasında söylediğimiz üçüncü şey (ve bu bizi tartıştığımız konuya geri getiriyor) şuydu: “Ezilmiş ve dışlanmış olmayan, fakat vicdan sahibi olan insanlara da çağrıda bulunuyoruz.” Vicdanın işin içine girdiği nokta bu.

Ben bir Beyaz Türk’üm. Türkiye’de Türk terimi etnik köken olarak Türk anlamında değildir. Müslüman bir Türk demektir (zira 1839’da yasal olarak lağvedilen Millet Sistemi bütün Müslümanların zihninde hâlâ egemendir). Bir Türk WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan Amerikalılar için kullanılan kısaltma- editörün notu.) kurulu düzen tarafından makbul ve güvenilir kabul edilmek için çok daha fazla niteliğe sahip olmalıdır. Bu kişi bir defa Hanefi Müslüman olmalıdır (Şafi olmamalıdır - Kürtlerin çoğunluğu Şafidir); ikincisi, Sünni olmalıdır (Alevi değil); ve Türk olmalıdır (Türk olmadığını söyleyenlerden olmamalıdır). Bütün bu niteliklerin ötesinde de laik olmak zorundasınızdır.

Ben bir Beyaz Türk’üm, fakat vicdanım var. Temiz bir vicdana sahip olanların tümü bu şekilde davranmalı. Türkiye’de azınlık ve insan haklarını savunmaktan dolayı bir şey elde etmiyorum. Tam tersine, başıma bela alıyorum. İki askeri darbe sırasında dört kez memuriyetten atıldım. İlki 1971’deydi ve bir yıl sonra mahkeme kararıyla döndüm. 1982 sonunda üç kez çıkarıldım ve her defasında mahkeme kararıyla döndüm. Şimdi evimde güvenlik kameraları ve jilet teller var. Fakat şu an yaptığım gibi konuşmaz ve yazmazsam, nasıl uyuyabilirim? Aynaya nasıl bakabilirim? Eşimin yüzüne nasıl bakarım? Mesele bu kadar basit. Oysa ABD veya Fransa’da Ermeni haklarını savunmak gayet kolay bir iş!


Haçik Muradyan: Mahkemeden söz ettiniz. Bugün Türkiye’deki mahkemeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Baskın Oran:
Her şey tepetaklak. Türkiye’deki yargı mensupları kendilerini tehdit altında hissediyor. 1971’deki darbe sırasında durum böyle değildi. Ayrıca, 1980 darbesinin etkisi geçer geçmez, benim gibi insanları mahkemeler işlerine iade etmişlerdi. Bunları yaparken de sadece yasaları uyguladılar. Şimdi birçok Türk gibi yargıçlar da kendilerini bütün bu zombilerin tehdidi altında hissediyor. Türkçe’de bir deyiş vardır: “Et kokarsa tuzlarsın, peki ya tuz kokarsa?” Şimdi yargı tuz durumunda. Benim gibi insanlar işlerinden kovulduklarında yargı son çareydi. Şimdi yargı beni Başbakanlık’a bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun iç tüzüğünün 5. maddesi gereği hazırladığım “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar” adlı rapordan dolayı 216. ve 301/2. maddelerden yargılıyor. Biz işimizi sadece ciddiye aldıktı, o kadar.

301/2. maddedeki suçlama (yargıya hakaret) hakkında söyleyeceğim tek şey, komik olduğu. (Bütün bu Rapor olayını Regent Journal of International Law dergisinde kapsamlı biçimde yazdım). Fakat 216 suçlaması inanılmaz. Bu madde dezavantajlı gruplara karşı nefret söylemini durdurmak için AB Uyum Paketleri çerçevesinde kondu... ve şimdi bunu (“halkın bir kesimi hakkında kin ve düşmanlığa tahrik”) bana uyguluyorlar. (Bu röportajın yapılmasından iki ay kadar sonra ‘Azınlık Raporu’ üç buçuk yıllık bir sürecin ardından Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda aklanmıştır -editörün notu).


Zombiler değişti

Algılanan korku açısından bakıldığında Türkiye’de 1914 ile 2008 koşulları arasında büyük benzerlik olduğunu belki fark etmişsinizdir. Korkulan konular elbette çok farklı. Fakat algılamalar benzeşiyor: Zombiler gelip bizi yiyecek. Bugünün zombileri “İslamcılık”, “Kürtçülük” ve “soykırım”.
Bütün bu yaygara, ne yazık ki artık var olmayan komünizmin bir zamanlar sebep olduğu korkuyu ikame edecek bir korku bulmak için yapılıyor. Fakat bunun nedeni sadece eğitim değil (tekrar Sakallı Celal). Sıradan insanlar da kendilerini, ülkedeki derin ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerin sonucu olarak son derece güvensiz hissediyorlar.

Türkiye tarihinin ikinci modernleştirici devrimini yaşıyor. Birincisi Kemalizm adı altında, 1920’lerde yaşanmıştı. Yarı-feodal bir imparatorluğun modern bir ulus-devlete, cemaatin ulusa, Sultan’ın tebaasının cumhuriyetin vatandaşlarına dönüşümüne imkan tanımıştı. Şimdi Türkiye bu metamorfozu tamamlamak yönünde zor bir süreçten geçiyor: Monist, asimilasyoncu ve/veya tanımı gereği ayrımcı bir ulus-devletten, demokratik bir devlete; etnik ve dinsel olarak tanımlanmış bir ulustan, bireyin özgür seçimine dayalı vatandaşlık kavramına; devlet kendisinin alt-kimliğini tanımadığı için ‘zorunlu’ olan vatandaştan, alt kimliği devlet tarafından tanındığı ve saygı gördüğü için ‘gönüllü’ olan bir vatandaşa dönüşme süreci bu. Bunlar, Türkiye’nin AB adaylığına bağlı umut sayesinde gerçekleşiyor.


İkinci devrimin şansı yüksek

Bütün bunlar arasında en ilginç olanı, aktörlerin konumundaki radikal değişim: Kemalistlerin yukarıdan devrimi 20’lerde İslam’dan gelen dinsel bir tepkiyle karşılaşmıştı. Şimdi ikinci devrim, Sevr Paranoyası adı altında Kemalistlerin ulusalcı tepkisiyle karşılaşıyor. Daha önce de söylediğim gibi bu paranoya İslam, Kürt, soykırım konularında. CHP ve Silahlı Kuvvetler bunun sözcüleri durumunda.

Bu yüzden ikinci devrim birincisinden daha zor. Çünkü Kemalistler Kurtuluş Savaşından muzaffer çıkmışlardı ve ayrıca o günün otokratik ortamında karşılarında örgütlü bir muhalefet yoktu. Fakat bugün var: O dönemin Kemalistlerinin çocukları her şeyi aynen 1930’lardaki gibi tutmak için ellerinden geleni yapıyor.

Fakat daha önce var olmayan sivil toplum sayesinde ikinci devrimin şansı çok yüksek. Karşısında elbette bazı zorluklar var: İslamcıların bazı inanılmaz hataları, PKK terörü ve diasporanın bir kanadının sonu gelmez nakaratı.