1915 insanlık için
utançtı ama 1915’te başlamadı; 1839-1915 dönemi bir
bütün olarak incelenmeli.
Temmuz 1897’de çekilen aşağıdaki fotoğrafta, bir Taşnak
çetesi görüntülenmiş. (Kaynak: Taşnakların tarihini
anlatan, Hratch Dasnabedian imzalı ‘Dashnaksutiun,
1890-1924’ adlı kitap.) Armenian Weekly
gazetesinin 2007 tarihli ‘Ermeni Soykırımı özel eki’nin
kapağında, (solda) Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın
cinayetten sonra polis sorgusunda söylediklerinden
alıntı yapılmış. Armenian Weekly’nin Nisan 2008
sayısının kapağı (sağda).
Türkler 1915’te neler
olup bittiğini öğrenmeli ve gerçekleri kabul etmeli.
Ermeniler de, 1915’e giden süreçten kaçmayı bırakıp,
1850 sonrası dönem hakkında daha fazla şey öğrenmeli.
Haçik Muradyan: 1915’e giden süreç hakkında konuşalım
mı?
Baskın Oran: Türkler 1915’te neler olup bittiğini
öğrenmeli ve gerçekleri kabul etmeli. Diğer yandan
Ermeniler de 1850’lerden sonraki dönem hakkında daha
fazla şey öğrenmeli, zira 1915, 1915’te başlamadı.
1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in
yenilgisi üzerine Hıristiyan Rusya’dan sürüldüler.
Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar, perperişan. Onlar
için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere
sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar
da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan)
Ermenileriydi.
Neredeyse aynı dönemde Kürtler de aynısını yapmaya
başladılar. Kürt beyleri Tanzimat’ın merkezileştirici
politikalarına karşı 1806’da isyan başlatmış ve bu
isyanları 1843’te yenilgiyle sonuçlanmıştı. İçlerinden
en büyüğü, Bedirhan Bey Girit’e sürüldü. Bu durumda
Kürtler aşiret hiyerarşilerini yitirdiler ve bunun
sonucu olarak asırlardır yapmakta olduklarını sürdürmek
yerine altın yumurtlayan tavuğu kesmeye giriştiler. Oysa
yılda bir kez altın yumurta topluyorlardı. Yani, bir
dizi nedenden dolayı Müslümanlardan daha zengin fakat
daha zayıf olan Ermenilerden yıllık ‘koruma parası’
alıyorlardı.
Göçle gelmiş Çerkeslerin ve ayrıca Kürtlerin bu baskısı
altındaki Ermeniler dertlerini sonunda İstanbul’a, yani
Ermeni patrikhanesine, Amira’ya (Bab-ı Âli’yle araları
son derece iyi olan Ermeni burjuvazisi ve soyluları) ve
Sultan’a yansıttılar. Hiçbiri umursamadı. Patriklik
ancak Sivaslı Hrimyan Patrik olduktan sonra Ermenilerin
şikayetlerine kulak verecekti (ve işte bu yüzden Ermeni
meselesi aynı zamanda bir sınıf mücadelesinin ürünüydü).
Sultan şikayetlere kulak verebilirdi, fakat onun durumu
Patrik’ten bile zordu. Dindaşı olan Müslümanlara karşı
gayrimüslimleri koruduğu izlenimi veremezdi. Çünkü, her
şeyden önce, Müslümanlar zaten Tanzimat’ın eşitlikçi
söyleminden son derece rahatsız durumda idiler. Aynı
zamanda Batılı güçler büyük memnuniyetle Doğu Anadolu
Ermenilerinin şikayetlerini kullanıp imparatorluğun iç
işlerine karışmaya başlamışlardı. Meşhur ‘Şark Meselesi’
artık ‘Ermeni Meselesi’yle özdeş olmuştu.
Ermeniler Lozan’da unutuldu
Bu karmaşa içinde, zaten milliyetçilikle ve St.
Petersburg, Paris, Cenevre gibi merkezlerde öğrendikleri
narodnik/anarşist/sosyalist ideolojilerle sarmaş dolaş
olmuş vaziyetteki Ermeni küçük burjuva gençliği,
Ermenilerin yaşamaya devam edebilmesi için tek çarenin
devrimci partiler ve çeteler kurmak olduğuna
hükmettiler. Müslüman köylerine baskınlara başladılar.
Bu Doğu Anadolu Müslümanlarını ve Sultan’ı daha da
kışkırttı. Bu durumda Ermeni devrimciler, isteyerek veya
istemeyerek, İstanbul’daki yönetime ‘Bulgaristan
Modeli’ni hatırlatıyorlardı; yani Büyük Güçlerin
dikkatini çekmek için silahlı çatışmalar çıkartmak ve
onların müdahalesi sonucu önce özerklik, sonra da
bağımsızlık kazanmak.
Bu yüzden, tıpkı bugün Türkiye için birden fazla zombi
olması gibi, Osmanlı İmparatorluğu için de o zamanlar
birden fazla heyula vardı: Doğudaki Ruslar ve batıdaki
Büyük Devletler. Osmanlı “Moskof”u hem aşağılıyordu hem
de ondan korkuyordu. Büyük Devletler ise er-geç
dağılmaya yazgılı bir imparatorluktan aslan payı kapmak
için bekleşiyordu. Ekonomik sorunları saymıyorum bile.
Bu koşullar altında, bir dengeler ustası olan Abdülhamit
1890’da Hamidiye Alayları’nı kurarak bir taşla dört kuş
vuracak bir çözüm düşündü: Ermeni ayaklanmalarını
bastırmak; Tanzimat yüzünden yabancılaşmış Müslümanları
memnun etmek; Kürtler arasındaki düşmanlığı beslemek
(sadece Sünni ve büyük aşiretler alınıyordu); ve Büyük
Devletleri herhangi bir müdahale bahanesinden mahrum
bırakmak.
İşte, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin gerçek felaketi o
zaman başladı. O güne kadar katliamlar seyrek ve yerel
nitelikliydi. Ayrıca, asimetrik olsa da, karşılıklıydı.
Hamidiye Alayları işe koyulunca katliam
kurumsallaştırılmış oldu.
Devlet, kendisine karşı silahlı bir kalkışma olduğu
zaman öldürür. Fakat Osmanlı devleti gayrimüslimler söz
konusu olduğunda daha sert davrandı - özellikle de
gayrimüslimlerin yabancı Hıristiyan devletlerin ‘maşası’
olduğuna kanaat getirmişse. Size hatırlatmalıyım ki,
Batılı Devletler Şark Meselesi’ni kullandılar ve
ardından Lozan Anlaşması’nda Ermenileri tamamen
unuttular.
İttihat ve Terakki işin içine girip bu korkulara kendi
Türkçü ve hatta Turancı ideolojisini eklediğinde her şey
daha da kötüye gitti. Ermenileri yok etmek yönünde
birçok unsur bir arada çalışıyordu. Bunların başında da
İttihatçı subayların içine düştükleri panik geliyordu.
Özellikle 1912’deki Balkan Savaşı’nın sonucu olarak
imparatorluk Anadolu sınırlarına kadar küçülmüştü ve
İttihatçılar “Şimdi de Ermeniler burayı Ruslara satıyor”
tahlilini yapıyordu.
Özetlemek gerekirse: 1915 insanlık için bir utanç idi.
Fakat 1915’te başlamadı. 1839-1915 dönemi bir bütün
olarak incelenmeli. Türkler 1915’ten, Ermeniler ise o
tarihe giden süreçten kaçıyor. Hiçbirinden kaçılmamalı.
Haçik Muradyan: On yıllardır bütün zorluklara rağmen
Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi mücadelesinin ön
saflarında yer alıyorsunuz. Bu yolda yürümenizi sağlayan
güç nedir?
Baskın Oran: Vicdanım, elbette. Milliyetçilik ve
azınlıklar hakkındaki uzmanlığım ayrıca.
Fakat bu, anamın karnından böyle çıktığım anlamına
gelmiyor. Tam tersine. Mülkiye’de okurken solcu olsam
da, 80’lere kadar Türk milliyetçiliğinin büyük etkisi
altındaydım (Sakallı Celal!). Galiba 1982’deydi, Batı
Trakya’daki Türkler üzerine çalışmaya başladım. Bu
azınlık Lozan Barış Anlaşması’nın 45. maddesi uyarınca
koruma altındaydı; Türkiye’deki gayrimüslimlere verilen
haklar (37. ila 43. maddeler) Yunanistan’daki
Müslümanlara da uygulanacaktı. İnanır mısınız, o
tarihlerde Türkiye’deki gayrimüslimlerin durumundan
bihaberdim. Gayrimüslimler ve Kürtler hakkında yavaş
yavaş bilgilenmeye böyle başladım.
‘Bütün ezilmişlerin sözcüsü’
Bugün benim için ve demokrat arkadaşlarım için
‘ezilmişler ve dışlananlar’ çemberi daha da geniş.
Temmuz 2007’deki genel seçimlerde ‘Bağımsız Sol Ortak
Aday’ kampanyasıyla bunu eyleme geçirebildik. O
kampanyada daha önce dile getirilmemiş en az üç şeyi
ortaya attık. Dedik ki: Sol 60’ların başında Türkiye’de
ortaya çıktığında, sadece proletarya ve emekçi
sınıfından söz etti. 70’lerde bir ikinci ezilmişlik ve
dışlanmışlık unsurunu (kendimize rağmen, zira sıkı
Kemalist idik) tereddütlü bir biçimde buna ekledik:
Kürtler. Fakat 80’lerden sonra yeni ezilmiş ve dışlanmış
kategorileri çıktı veya görüş alanımıza girdi: Aleviler,
kadınlar, gayrimüslimler, Çingeneler, eşcinseller...
Şimdi solcu olduğumuzu söyleyebilmemiz için bütün bu
ezilmiş ve dışlanmışların sözcüsü olmalıyız. Bunları
söyledik kampanyada.
Dahası, bana sorarsanız daha da orijinal olan şu unsuru
dile getirdik: “Bugüne kadar bütün bu ezilmişler ve
dışlanmışlar sadece kendi türlerini savundular. Şimdi
sadece kendilerini değil, birbirlerini de savunmalılar.
Kendilerini ezilmekten ve dışlanmaktan
koruyabilmelerinin tek yolu budur: Sosyalistler
Kürtleri, Kürtler Ermenileri, Ermeniler eşcinselleri,
eşcinseller Alevileri, Aleviler Çingeneleri vb.
savunmalı.” Bu yaklaşımın Hrant’ın yaklaşımıyla son
derece uyumlu olduğunu hatırlatmalıyım.
Türkiye’de yargı tepetaklak
Kampanya sırasında söylediğimiz üçüncü şey (ve bu
bizi tartıştığımız konuya geri getiriyor) şuydu:
“Ezilmiş ve dışlanmış olmayan, fakat vicdan sahibi olan
insanlara da çağrıda bulunuyoruz.” Vicdanın işin içine
girdiği nokta bu.
Ben bir Beyaz Türk’üm. Türkiye’de Türk terimi etnik
köken olarak Türk anlamında değildir. Müslüman bir Türk
demektir (zira 1839’da yasal olarak lağvedilen Millet
Sistemi bütün Müslümanların zihninde hâlâ egemendir).
Bir Türk WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan
Amerikalılar için kullanılan kısaltma- editörün notu.)
kurulu düzen tarafından makbul ve güvenilir kabul
edilmek için çok daha fazla niteliğe sahip olmalıdır. Bu
kişi bir defa Hanefi Müslüman olmalıdır (Şafi
olmamalıdır - Kürtlerin çoğunluğu Şafidir); ikincisi,
Sünni olmalıdır (Alevi değil); ve Türk olmalıdır (Türk
olmadığını söyleyenlerden olmamalıdır). Bütün bu
niteliklerin ötesinde de laik olmak zorundasınızdır.
Ben bir Beyaz Türk’üm, fakat vicdanım var. Temiz bir
vicdana sahip olanların tümü bu şekilde davranmalı.
Türkiye’de azınlık ve insan haklarını savunmaktan dolayı
bir şey elde etmiyorum. Tam tersine, başıma bela
alıyorum. İki askeri darbe sırasında dört kez
memuriyetten atıldım. İlki 1971’deydi ve bir yıl sonra
mahkeme kararıyla döndüm. 1982 sonunda üç kez çıkarıldım
ve her defasında mahkeme kararıyla döndüm. Şimdi evimde
güvenlik kameraları ve jilet teller var. Fakat şu an
yaptığım gibi konuşmaz ve yazmazsam, nasıl uyuyabilirim?
Aynaya nasıl bakabilirim? Eşimin yüzüne nasıl bakarım?
Mesele bu kadar basit. Oysa ABD veya Fransa’da Ermeni
haklarını savunmak gayet kolay bir iş!
Haçik Muradyan: Mahkemeden söz ettiniz. Bugün
Türkiye’deki mahkemeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Baskın Oran: Her şey tepetaklak. Türkiye’deki yargı
mensupları kendilerini tehdit altında hissediyor.
1971’deki darbe sırasında durum böyle değildi. Ayrıca,
1980 darbesinin etkisi geçer geçmez, benim gibi
insanları mahkemeler işlerine iade etmişlerdi. Bunları
yaparken de sadece yasaları uyguladılar. Şimdi birçok
Türk gibi yargıçlar da kendilerini bütün bu zombilerin
tehdidi altında hissediyor. Türkçe’de bir deyiş vardır:
“Et kokarsa tuzlarsın, peki ya tuz kokarsa?” Şimdi yargı
tuz durumunda. Benim gibi insanlar işlerinden
kovulduklarında yargı son çareydi. Şimdi yargı beni
Başbakanlık’a bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun iç
tüzüğünün 5. maddesi gereği hazırladığım “Azınlık
Hakları ve Kültürel Haklar” adlı rapordan dolayı 216. ve
301/2. maddelerden yargılıyor. Biz işimizi sadece
ciddiye aldıktı, o kadar.
301/2. maddedeki suçlama (yargıya hakaret) hakkında
söyleyeceğim tek şey, komik olduğu. (Bütün bu Rapor
olayını Regent Journal of International Law dergisinde
kapsamlı biçimde yazdım). Fakat 216 suçlaması inanılmaz.
Bu madde dezavantajlı gruplara karşı nefret söylemini
durdurmak için AB Uyum Paketleri çerçevesinde kondu...
ve şimdi bunu (“halkın bir kesimi hakkında kin ve
düşmanlığa tahrik”) bana uyguluyorlar. (Bu röportajın
yapılmasından iki ay kadar sonra ‘Azınlık Raporu’ üç
buçuk yıllık bir sürecin ardından Yargıtay Ceza Genel
Kurulu’nda aklanmıştır -editörün notu).
Zombiler değişti
Algılanan korku açısından bakıldığında Türkiye’de 1914
ile 2008 koşulları arasında büyük benzerlik olduğunu
belki fark etmişsinizdir. Korkulan konular elbette çok
farklı. Fakat algılamalar benzeşiyor: Zombiler gelip
bizi yiyecek. Bugünün zombileri “İslamcılık”,
“Kürtçülük” ve “soykırım”.
Bütün bu yaygara, ne yazık ki artık var olmayan
komünizmin bir zamanlar sebep olduğu korkuyu ikame
edecek bir korku bulmak için yapılıyor. Fakat bunun
nedeni sadece eğitim değil (tekrar Sakallı Celal).
Sıradan insanlar da kendilerini, ülkedeki derin
ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerin sonucu olarak
son derece güvensiz hissediyorlar.
Türkiye tarihinin ikinci modernleştirici devrimini
yaşıyor. Birincisi Kemalizm adı altında, 1920’lerde
yaşanmıştı. Yarı-feodal bir imparatorluğun modern bir
ulus-devlete, cemaatin ulusa, Sultan’ın tebaasının
cumhuriyetin vatandaşlarına dönüşümüne imkan tanımıştı.
Şimdi Türkiye bu metamorfozu tamamlamak yönünde zor bir
süreçten geçiyor: Monist, asimilasyoncu ve/veya tanımı
gereği ayrımcı bir ulus-devletten, demokratik bir
devlete; etnik ve dinsel olarak tanımlanmış bir ulustan,
bireyin özgür seçimine dayalı vatandaşlık kavramına;
devlet kendisinin alt-kimliğini tanımadığı için
‘zorunlu’ olan vatandaştan, alt kimliği devlet
tarafından tanındığı ve saygı gördüğü için ‘gönüllü’
olan bir vatandaşa dönüşme süreci bu. Bunlar,
Türkiye’nin AB adaylığına bağlı umut sayesinde
gerçekleşiyor.
İkinci devrimin şansı yüksek
Bütün bunlar arasında en ilginç olanı, aktörlerin
konumundaki radikal değişim: Kemalistlerin yukarıdan
devrimi 20’lerde İslam’dan gelen dinsel bir tepkiyle
karşılaşmıştı. Şimdi ikinci devrim, Sevr Paranoyası adı
altında Kemalistlerin ulusalcı tepkisiyle karşılaşıyor.
Daha önce de söylediğim gibi bu paranoya İslam, Kürt,
soykırım konularında. CHP ve Silahlı Kuvvetler bunun
sözcüleri durumunda.
Bu yüzden ikinci devrim birincisinden daha zor. Çünkü
Kemalistler Kurtuluş Savaşından muzaffer çıkmışlardı ve
ayrıca o günün otokratik ortamında karşılarında örgütlü
bir muhalefet yoktu. Fakat bugün var: O dönemin
Kemalistlerinin çocukları her şeyi aynen 1930’lardaki
gibi tutmak için ellerinden geleni yapıyor.
Fakat daha önce var olmayan sivil toplum sayesinde
ikinci devrimin şansı çok yüksek. Karşısında elbette
bazı zorluklar var: İslamcıların bazı inanılmaz
hataları, PKK terörü ve diasporanın bir kanadının sonu
gelmez nakaratı. |