Osmanlı çalışmaları ve 1915 olayları ile ilgili kitaplarıyla
Türkiye’nin en önde gelen tarihçilerinden biri kabul edilen
Tarihçi, Yazar Prof. Dr. Taner Timur, Ermeni sorunuyla ilgili
bambaşka bir perspektif sunuyor bizlere. Mustafa Kemal’in
‘‘alçaklık’‘ diye bahsettiği bir katliama ulusalcıların sahip
çıkışının garipliğini belgelerle ortaya koyuyor. Öte yandan
Ermeni demokratlarının da geçmişteki acılarını kin ve nefret
kampanyasına çevirmek isteyen müfritlerle savaşmak zorunda
olduğunu söylüyor. Sorunun çözümünü ise demokrasi kavgasında
görüyor ve Hrant Dink’ten yaptığı alıntıyla, ‘‘Türkiye’nin
demokratikleşmesi, Türkiye’nin soykırımı tanımasından çok daha
önemlidir’‘ diyor.
Öncelikle Ermeni olaylarında İttihatçı bir çetenin
yaptıklarının, ülkedeki milliyetçi kesimler tarafından bu
kadar sahiplenilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Bunun iki nedeni var sanıyorum: Birincisi Türkiye’de
milliyetçiliğin doğuşu ve gelişimi ile ilgili. Osmanlı Devleti
Fransız Devrimi’ni izleyen yüz yıl içinde bünyesindeki tüm
milliyetçi ve ulusal akımlarla savaştı. Sonra kendisi de, önce
gizliden gizliye, II. Meşrutiyet’ten sonra da açıkça
milliyetçiliğe yöneldi. İttihat ve Terakki’nin son yıllarına
da Türkçü ve Turancı bir milliyetçilik ve komitacı yöntemler
damgasını vurdu.
Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa İttihatçılara
şiddetle karşıydı. Fakat bir kısım İttihatçılar fikir
değiştirerek bir kısmı da kimliklerini gizleyerek Milli
Mücadele’ye katıldılar. Bu sonuncular Sakarya Savaşı sırasında
Kafkas sınırımıza gelip, iktidarı devralmaya hazır olduğunu
söyleyen Enver Paşa’ya sadık kalanlardı. Fakat İttihatçılık
asıl Atatürk’ün ölümünden sonra hortladı. İnönü, çeşitli
nedenlerle, eski İttihatçıları affetti; kimini Meclis’e soktu;
kimini büyükelçi yaptı; kimini de (H. C. Yalçın gibi) Ulus
gazetesine başyazar yaptı. Bu başyazar Tan matbaasının
basılmasından bir gün önce, Ulus’ta, ‘‘Kalkın ey ehli vatan!’‘
diye yazı yazan kişidir. Demokrat Parti’yi kuran da Milli
Mücadele’nin İttihatçı Galip Hocası, yani Celal Bayar’dı.
Türkiye’de koyu milliyetçilik, daima koyu bir liberalizmle bir
arada yürümüştür. Böylece Celal Bayar da önce Cumhuriyet Halk
Partisi’nin sonra da Demokrat Parti’nin Cavit Bey’i oldu.
Burjuva devrimini zamanında yaşamamış, tarihini bilimsel
yöntemlerle sorgulamamış bir toplumda dış dünyaya devamlı
kuşkuyla bakış, başka halkları ‘‘öteki’‘leştiren husumet
duyguları kültürel değerlerimizin bir parçası haline geldi.
Seçim kampanyaları ve demagojik oy avcılığıyla da bu duyguları
devamlı körükledi.
Zaten Ziya Gökalp, milliyetçiliği tanımlayan bir makalesinde
‘‘millet’‘ anlayışının, ‘‘toplumun üyeleri arasında tearüf
(sempati), başka millet üyelerine karşı da tenakür (antipati)
duyguları üzerine dayandığını’‘ açıkça söylemişti. Daha sonra,
bu ‘‘tenakür’‘ duygusuna, dengesiz bir şehirleşme ve iktisadi
krizlerin yarattığı güvensizlik ortamında, dinci duygu ve
değerler de eklemlendi. Her şeye rağmen, tabuların kırılmaya
başlandığı 1960 sonrasında 1915 faciasına karşı da daha
hümanist bir tavır alınabilirdi. Bunu da 1974’de başlayan ve
1983’te gurbetçi işçilerimize yönelik Orly suikastına kadar
süren Asala cinayetleri önledi. Bu terör dalgası Ermeni
düşmanlığını canlandırdı, hatta daha da güçlendirdi. Bu da,
sanıyorum ki, daha yakın tarihimizdeki ikinci nedeni teşkil
ediyor.
O dönemde Mustafa Kemal’in de tehcire karşı, ittihatçıları
kötüleyeni sözleri olduğunu kitabınızda belirtiyorsunuz? Bu
konuyu okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Mustafa Kemal Paşa daha Anadolu’ya geçmeden bu konuda bir
duruş sergilemişti. Fethi Okyar’la birlikte çıkardığı Minber
gazetesinin 9 Kasım 1918 tarihini taşıyan sayısında şu
satırları okuyoruz: ‘‘Birkaç kişinin zihniyetinden çıkan bu
hata, asırlardan beri aynı vatan üstünde kapı komşu geçinmiş,
hayat-ı içtimaiye, siyasiye, iktisadiye velhasıl umumiyede
ikmal ve itmam etmiş [birbirini tamamlamış] iki unsurun
samimiyetlerini bulandırmaktan başka bir netice tevlid
edemezdi [doğuramazdı] ve nitekim etmedi. Dünyada her
milletten müfrit insanlar çıkabilir; şüphesiz Ermenilikten de
bu kabil insanlar çıkmamış değillerdi. Fakat acaba bir hizbi
kalile [küçük bir hizip] kızıp bütün bir milleti kırmak
sevdasında bulunmak, o hazin efradından daha müfrit hayalata
kapılmak değil midir?’‘ Günümüzde bunları söylemek bir insanın
‘‘ihanet’‘le suçlanması için yetiyor.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında da Mustafa Kemal Paşa,
Ankara’da Meclis’in açılmasının ertesi günü, Meclis’te genel
politikasını açıklarken Ermeni tehciri hakkında, ‘‘alçaklık’‘
anlamına gelen ‘‘fazahat’‘ sözcüğünü kullanmıştır. Daha
sonra, Ermenilerin Rumlarla işbirliği ve Sakarya Savaşı
sırasında İttihatçılığın tehdit edici tutumu gibi siyasal
nedenlerle ABD’li bir gazeteciye tehciri mazur gören sözler de
söylemiş olsa da Atatürk’ün asıl duygularını yukarıda
alıntıladığım ifadelerin yansıttığı kanısındayım.
O dönemde emperyalistler arası çatışma ile tehcir kararı
arasındaki ilişki nedir? Bu kararda Almanya’nın rolü var
mıdır?
Bütün kaynaklar, hatta V. Dadrian gibi Ermeni tarihçilerin
yazdıkları, faciaya dönüşen tehcire Alman katkısını ortaya
koyuyor. Bazı hallerde bu katkı dolaylı teşvik, göz yumma gibi
yollarla yapılmış, bazı durumlarda da fiili katılım şeklini
almıştır. Örneğin Bağdat Demiryolları inşaatında çalışan 848
Ermeni’yi tehcire gönderen kararın altında bir Alman subayının
da imzası bulunuyordu. Tehcir olayına bir kısım halk arasında
verilen isim de ‘‘Talim-i Alaman’‘ idi.
Özellikle diasporanın soykırım kelimesi konusundaki ısrarı
neden?
Bunun asıl nedenini, sanıyorum ki, Batı’da tamamen asimile
olmakla Ermeniliği unutmama arasında bocalayan üçüncü neslin
kimlik bunalımı oluşturuyor. Asala cinayetleri sırasında Türk
kamuoyunun teröristleri aşıp, ‘‘katil Ermeniler’‘, ‘‘cani
Ermeniler’‘ gibi yayınlarla tüm Ermenileri suçlayan reaksiyonu
da bu nesli daha militan olmaya itmiş olabilir.
Aslında günümüzde soykırım sözcüğü iki farklı planda
kullanılıyor: Hukuki ve siyasi planlarda. Hukuki anlamda bir
devletin soykırımla suçlanması için suçun bu konudaki
Birleşmiş Milletler Konvansiyonu’nun yürürlük tarihi olan 1951
yılından sonra işlenmiş olması ve bunun da bir uluslararası
mahkeme tarafından kanıtlanması gerek. Bunun 1915 olaylarına
uygulanabilir tarafı yok. Oysa günümüzde bu kavram çok daha
geniş kapsamlı olarak, insani ve siyasi amaçlarla kullanılıyor
ve bu kullanımın hukuki sonucu bulunmuyor. Bu konuda 2002
yılında kurulan Türk-Ermeni Uzlaşma Komitesi’nin (TARC)
çalışması hayli öğreticidir. 2002-2003 yıllarında faaliyette
bulunan bu Komite, konuyu New York merkezli ve uluslararası
hukuk alanında uzmanlaşmış saygın bir sivil toplum kuruluşu
olan Ulusötesi Adalet Uluslararası Merkezi’ne (ICTJ) götürmüş
ve oradan da böyle bir yanıt almıştır. Uzlaşma Komitesi’nde
düzenleyici rolü oynayan hukukçu David L. Phillips’in
belirttiği gibi, ICTJ’nin yorumunda ‘‘Konvansiyon’da geriye
dönük uygulama hususunda bir madde olmadığı, bu yüzden Devlet
ya da bir şahsa karşı hukuken toprak veya tazminat talebinde
bulunulamayacağı’‘ açıkça ifade edilmiştir (International
Herald Tribune, 20 Nisan 2005). Buna karşılık, hukuki sonuçlar
doğurmadan, 1915 tehcirinin Konvansiyon’a göre soykırım
sayılıp sayılamayacağı tartışılınca, Komite bu kez siyasal
planda, farklı bir düşünce ileri sürmüştür. Nitekim D. L.
Phillips’in belirttiğine göre, Komite, ‘‘en azından, Osmanlı
yöneticilerinden bazılarının tehcir emirlerinin birçok ölümle
biteceğini bilmeleri dolayısıyla, bunların eylemlerinde
jenosit niyetinin öncülleri bulunmaktadır’‘ hükmüne varmıştır.
Bu da Türk delegelerin Komite’yi terk etmelerine yol açmıştır.
Obama’nın ‘‘büyük felaket’‘ tanımlamasını nasıl
değerlendirdiniz?
Obama, Reagan’dan beri bu konuda beyanat veren ABD başkanları
arasında aslında en ılımlı sözleri söyleyen başkandır. Bir
kere, Birleşik Devletler tarihini de örnek göstererek, bu gibi
karanlık sayfaların her ülkenin tarihinde bulunabileceğini
söylemiş ve bunu itiraf etmede küçük düşürücü bir yan
olmadığını vurgulamıştır. İkincisi ise daha önceki başkanlar,
Ermeni kırımının 1923’e kadar sürdüğünü, yani Kurtuluş
Savaşı’nı da kapsadığını ifade ederken, Obama ‘‘Osmanlı
dönemindeki’‘ kırımlardan söz etmiştir. Bu çok önemli bir
farktır. Ne var ki en sert tepkiler de Obama’ya karşı
gösterilmiştir. Öyle görünüyor ki, iktidar katında getirisi
hayli yüksek sanılan bir ‘‘one minute’‘ diplomasisi bir süre
daha devam edecektir. Bunun bir kuruntu olduğunun zamanla
anlaşılacağı kanısındayım.
Aydınların Ermenilerden özür dileme kampanyasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Aslında Ermeni tehcir ve kırımından çok sonra doğmuş
insanların özür dilemeleri için bir neden bulunmuyor. Bu ancak
‘‘biz Türk aydınları, hala bu faciayı tamamen yadsıyan devlet
adamlarına sahibiz’‘ şeklinde anlaşılabilecek bir özür
olabilir. Galiba Batı kamuoyunda da böyle algılanmış ve en
itibarlı Batılı gazetelerde bu girişimi ve Türkiye’deki
gelişimi öven yazılar çıkmıştır. Çünkü aslında yargılanan
yaklaşık yüz yıl önce yapılanlardan çok bugünkü inkarcı
tutumdur. Bu konuda soykırımı kesinlikle yadsıyan ünlü
oryantalist Prof. Bernard Lewis bile, Le Monde’da (1 Ocak
1994) yayımlanan bir söyleşisinde, kendisini ‘‘hiçbir şeyi
kabul etmeyen’‘ Türk resmî makamlarından özenle ayırmıştı. Siz
başka konularda (darbeler, yargısız infazlar, işkenceler,
Sarıkamış vb.) şiddetle suçladığınız İttihatçı liderleri
burada savunur ve ‘‘gerekeni yaptılar’‘ derseniz size dünyada
kimse inanmaz; daha kötüsü dış dünyayı en müfrit Ermeni
tezlerine yöneltmiş olursunuz. Şimdiki durum da maalesef
budur. Türkiye kendine güvensizliği ve beceriksizliği yüzünden
kendisini sanık sandalyesine oturtmuştur.
En etkili Birleşik Devletler gazetelerine verdiği paralı
ilanlar basılmamaktadır; New York Times’ın (17 Ekim 2007) ilk
sayfada verdiği bir habere göre ülkemiz lobicilik konusunda en
büyük paraları harcadığı (ve The Livingston şirketini zengin
ettiği) halde aldığı sonuç budur. Türkiye’nin bu onur kırıcı
duruma düşmesinde önemli katkısı olan ‘‘Ermeni tehciri
uzmanlarımız’‘ da hala başkalarına ders vermeye, başkalarını
suçlamaya devam ediyorlar.
Sizce iki halkın barış taleplerinin yükseltilmesi için
demokratik kamuoyunun, aydınların üzerine düşen görev nedir?
Gerçek hümanist ve demokratik değerler bağlamında
aydınlatıcı bir kavga vermektir. Hrant Dink’in de bir
yazısında dediği gibi, ‘‘Türkiye’nin demokratikleşmesi,
Türkiye’nin soykırımı tanımasından çok daha önemlidir’‘.
Bu aydınlatma kavgasında neler yapılmalıdır? Önce, tarihsel
planda, 1915 olaylarında Doğu Anadolu’da olup bitenlerle (Van
ayaklanması, Taşnak terörü ve Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin
bunlara verdiği karşılık), birkaç il hariç tüm Türkiye’yi
kapsayan ve yüz binlerce masum insanı ölümcül bir sürgüne
gönderen tehcir olayını birbirinden ayırmak gerekiyor.
İttihatçılar bu konuda, bazı askeri raporlara dayanarak,
Ermenilerin her yerde silahlandıklarını, yurt çapında
ayaklanacaklarını ileri sürerek kendilerini savunmuşlardır.
Bugün de söylenen budur.
İyi de, ordusu cephelerde olan bir ülkede, (Talat Paşa’nın
tespitine göre) 1 milyon Ermeni tek silah patlamadan tehcir
edildiyse bu tezi sorgulamak durumunda değil miyiz? Bu yığılan
silahlar ne olmuştur? Paketlenip, gömülmüş müdür? Kısaca bu
tezin inandırıcı tarafı yoktur ve Ermeni tehcir ve kırımını ‘‘mukatele’‘
(karşılıklı öldürme) çerçevesinde savunamayız.
Bu noktadan itibaren hümanist, demokratik değerler devreye
girmektedir. Demokratik kavga hiçbir zaman kin ve intikam
duygularına dayanarak, başkalarını suçlayarak yürütülemez.
Bizde bu konuda iktidarla muhalefeti (hatta kimi ‘‘sosyalist’‘leri)
birleştiren değer sistemine bakarak bu kavganın kolay olduğunu
elbette söyleyemeyiz.
Fakat geçmişi hakkında bir vicdan muhasebesi yapabilen, sanık
sandalyesini tekmeleyen ve gerekli hallerde de başkalarına hak
ettikleri yanıtı verebilecek bir Türkiye için başka yol
görünmüyor.
Burada ekleyelim ki kavga aynı zamanda Ermeni demokratlarının
da kavgasıdır. Onlar da geçmişteki acılarını kin ve nefret
kampanyasına çevirmek isteyen müfritlerle savaşmak
zorundadırlar. |