Önceki
bölümde, toplum tiplerinden kısaca söz etmiştik. Devlet ile
toplum arasında güçlü bir bağ ve ilişki bulunur. Bireyci/
ferdiyetçi/ individüalist toplumlarda bireysel özelliklerin
toplumsal koşullara, ortaklaşacı/kolektivist toplumlarda da
toplumsal koşulların bireysel özelliklere egemen olduğunu
söylemiştik.
Bilindiği gibi, toplumsal yaşam bireysel özel-likleri
etkiler/değiştirir, bireysel özgürlükleri sınırlar.
Sosyal
koşulların güçlenmesi oranında, sınırlama ve değiştirme durumu
da güçlenir. Toplumların devletleşmesi bu yolla olur. Bireysel
özelliklerini ve özgürlükleri elden geldiğince koruyarak
devletleşmiş/devlet kurmuş olan tek ulus İngilizlerdir.
İngilizler karşıt olan durumları uzlaştırma yolunu
bulmuşlardır. Bu nedenle, dünyadaki en güçlü toplum ve devlet,
bu bakış açısına göre, İngiliz toplumu ve devletidir.
Günümüz toplumları- gelişim
denemez-kolektivizme/ortaklaşacılığa doğru değişim
geçirmektedirler. Bu amaçla devletler, amaca uygun bir devlet
kültürü yaratmışlardır. Bu kültür, bireyin ve toplumun devlet
boyunduruğunu bir direnişsiz, yani Tanrısal bir kaynaktan
gelmeymiş gibi benimsemesini amaçlar. Sonuç olarak bireyler
aşağılaşmaya ve gerilemeye doğru yönlendiriliyorlar. Günümüz
devlet kültürlerinde, farkına varılması zor olan, ama sonucu
büyük/ağır olan olumsuz bir özellik saklıdır: Yetkin/kamil ve
dengeli insan yetiştirememe özelliği! Olgun bir kültür,
insanda bulunan üç ana öğenin, yani düşünce/fikir, ruh ve
bedenin koşut ve eşit olarak geliştirilmesiyle oluşur.
Günümüzde ruh öğesi gerilerde kalmıştır. Beden öğesi ise yapay
desteklerle geliştirilmeye çalışılıyor ama başarılamıyor.
Düşünce yüksek bir gelişim düzeyine erişmiştir. Bu durumda
insanlar ruhen ve bedenen özürlü/sakat kalmışlar, düşünsel
anlamda ise gelişmişlerdir, sonuç olarak de dengesiz bir
durumdadırlar.
Bu
neden yüzünden devlet ile toplum arasında sürekli bir mücadele
vardır. Dünyadaki tüm ihtilalların/devrimler, toplum ile
devlet arasındaki bu mücadelelerden kaynaklanır. Ancak bütün
gelişmeler/terakkiyat ve uyarmalar/ihtarat, devletlerin
güçlenmeleri, toplumların da yenilmeleri, güçlü bir devlet
düzeni oluşması sonucunu getirmiştir. Nazizm, Faşizm ve
Komünizm rejimleri/düzenleri, tarihte görülen en güçlü devlet
düzenleridir.
Bu
düzenlerin karşıtı olan, yasallığı ve değerli oluşuyla kıvanç
duyan Liberalizm (demokrat) adlı devlet düzeni vardır.
Sunuluş ve anlatılış biçimine göre, liberal devlet,
çekici/cazip bir devlet biçimidir. İşin gerçeği, bu tip bir
devlette, değişik zümrelerin oluştuğunu, sermaye ve serveti
elinde bulunduran zalim ve egemen bir aristokrat/üst tabakanın
oluşmuş olduğu görülür. Böylece dünkü siyasal feodalizmin
yerini, bugünkü sermaye/servet feodalizminin aldığını görürüz.
Siyaset ve düşünce insanları gibi, düşünce sermayesinden başka
bir gücü ve varlığı bulunmayan kişiler, sürekli olarak bu
servet/sermaye aristokrasisinin tutsağı ve ecri/ücretli
kişileri durumuna düşmüşlerdir. Bunun bir sonucu olarak da,
düşünce dolaşımı gerçeği bulmaya değil, çıkara göre ayarlıdır.
Ulusal oya göre oluştuğu/oya dayadığı söylenen bu tür devlet
düzeni, gerçekte bilimin parlat, ama aldatma ve aldanma esası
üzerine kurgulanmış demagojik kurallara dayanır.
Bugünkü anlayışa/görüşe göre, Kafkas toplumun dayandığı
toplumsal koşullar birer eksiklik olarak değerlendirilebilir,
dahası bu ölçütlere göre Kafkasya’da bir devlet oluşumu ve
devlet düzeni bile olanaksız görülebilir. Ancak bugünkü durum,
gerçek yaşamı temsil ve ifade ediyor mudur? Eğer bütün
insan/beşeri örgütlenmelerin amacı insanların mutluluğunu
gerçekleştirmek ise, bu soruyu ikna edici ve olumlu bir
biçimde yanıtlamak olanaksızdır.
Toplumun kendisini yönetmesi amacıyla oluşturmuş olduğu
devletin işlevi, toplumun varlığını, huzur ve güvenliğini,
özgürlük ve bağımsızlığını, sonunda gelişmesini ve ilerlemesin
sağlamak ise, toplumu bu hedeflere doğru götürecek olan her
devlet biçimi olumlu ve yerinde karşılanmalıdır. Buna karşılık
otoritesini istismar/sömürme aracı olarak kullanan ve toplumu
bir biçimde bir telakkiye/anlayışa dayanan bir devlet
biçimine/kalıbına uydurmaya bir devlet, ne gibi bir ad taşırsa
taşısın bir değer ifade etmez. Bu durumda bir devleti, başka
bir deyimle bir toplumun yönetsel düzeneğine/idari
mekanizmasını değerlendirirken, o devletin biçimine ya da
taşıdığı ada değil, o devletin yönettiği toplumun
durumuna/vaziyetine bakmak gerekir.
Bir
ülkenin büyük ve mamur/şenlikli kentler donanmış olması,
büyük fabrikalar, büyük servet/mal varlığı ve sermaye
eserleriyle süslenmiş olması, o ülkedeki toplumun mutluluğunu
sağlayacak tek ekenler olarak kabul edilemez. Aksine bu tür
toplumlarda daha belirgin olarak eşitsizlik, baskı ve zulüm
biçimlerinin ürürlükte olduğu görülür. Toplumu oluşturan
değişik zümreler/sınıfsal kesitler arasında kin, haset/kıkanma,
husumet/düşmanlık ve sefahat/har vurup harman savurma
durumları yaşanır. Sonuç olarak servet ve lüks konutlar içinde
huzursuz ve mutsuz bir toplumun yaşadığı görülür.
Gerçekten, bir yanda günde on kuruş bile kazanamayan, diğer
yanda günde yüz ya da bin lirayı az bulan bireylerden; yine
diğer bir yanda devletin bütün yükümlülüklerini sırtlanmış,
diğer yanda devletin bütün nimet ve ayrıcalıklarını elde etmiş
zümrelerden oluşmuş bir toplum, devleti ne gibi bir ad ve ün
taşırsa taşısın, ülkesi ne gibi şatafatlı modern eserlerle
süslenmiş olursa olsun, o toplum gıpta edilecek/imrenilecek
bir toplum sayılamaz.
Bu
nedenle, düşünürler, bugünkü devlet düzenlerinin insanları
soysuzlaştırmakta ve bir felakete doğru götürmekte olduklarını
anlıyor ve insanlık için yeni bir devlet düzeni saptamayı
zorunlu görüyorlar. Bu amaca yönelik düşünce akımları için
çıkış noktası olarak, bugünkü “önce toplum, sonra birey”, yani
“birey/fert devlet içindir” ilkesinin aksine olarak, ”önce
birey, sonra devlet”, yani “devlet birey içindir” ilkesinin
kabul edilmesi gerekir.
Bu
takdirde toplumda, bireyleri baskı altında tutan ve
dejenerasyona/soysuzlaşmaya yönelten etkenlerin
kaldırılmaları, bireylere insanca kişiliklerinin geri
verilmesi, bu kişiliklere uzun süreler boyunca gelişim
olanağı sağlanması gerekir. Böylece suni/yapay devlet
kalıpları içine sıkıştırılmış ve o kalıplara göre
biçimlendirilerek nitelikleri değiştirilmiş olan toplumlar, bu
kalıplardan sıyrıldıklarında, yeniden doğal biçimlerine
dönecekler, -yapay toplumların yerini alan-tabii/doğal
toplumlar oluşacaktır. Bu gelişim sonucu olarak, küçük ama
güçlü toplum grupları doğacaktır. Toplum ne denli güçlü
olursa, devlete duyulan gereksinim de o denli azalacaktır.
Başka bir deyimle devletlerin yüklenecekleri görevler azalır,
toplum gruplarının ortak çıkarı/yararı ve güvenliği sağlama
gibi işlerle sınırlı düzeye iner.
Öne
sürdüğümüz bu görüşler sonucu olarak, devlet düzenlerini
isimlendirmemiz gerekecek olursa:
1)
Bireyin ve toplumun birlikte egemen olduğu devlete
Sosyal Devlet (Etat Social),
2)
Devlet otoritesinin egemen olduğu düzene de Siyasi
Devlet (Etat Politique), adlarını verebiliriz.
Birinci devlet tipinde/düzeninde güç ve irade halktan
kaynaklanır, devlet sadece bu güç ve iradenin bir uygulama
aracı olur.
Bu
durum Doğu’da
“Halkın sedası, hakkın nidasıdır”
(Halkın sesi, hakkın sesidir) biçiminde dile getirilmiştir.
Buna göre, asıl ve doğal olan, yani ideal olan düzen, bu
nitelikteki devlet düzenidir.
İkinci
tipte ise, güç ve irade devletin elinedir. Halk ise, bu
devletin bir aleti/aygıtı konumundadır. Bu tür devlet düzeni,
yapay bir düzendir, her zaman için değişmek zorundadır.
|