...................
...................
DEVLET DÜZENİ ÜZERİNE GÖRÜŞLER

General İsmail Berkok
Tarihte Kafkasya, s. 257-260.
Sadeleştiren: HAPİ Cevdet Yıldız

                         
 
...................
 
 

Önceki bölümde, toplum tiplerinden kısaca söz etmiştik. Devlet ile toplum arasında güçlü bir bağ ve ilişki bulunur. Bireyci/ ferdiyetçi/ individüalist toplumlarda bireysel özelliklerin toplumsal koşullara, ortaklaşacı/kolektivist toplumlarda da toplumsal koşulların bireysel özelliklere egemen olduğunu söylemiştik. Bilindiği gibi, toplumsal yaşam bireysel özel-likleri etkiler/değiştirir, bireysel özgürlükleri sınırlar. Sosyal koşulların güçlenmesi oranında, sınırlama ve değiştirme durumu da güçlenir. Toplumların devletleşmesi bu yolla olur. Bireysel özelliklerini ve özgürlükleri elden geldiğince koruyarak devletleşmiş/devlet kurmuş olan tek ulus İngilizlerdir. İngilizler karşıt olan durumları uzlaştırma yolunu bulmuşlardır. Bu nedenle, dünyadaki en güçlü toplum ve devlet, bu bakış açısına göre, İngiliz toplumu ve devletidir.

 

Günümüz toplumları- gelişim denemez-kolektivizme/ortaklaşacılığa doğru değişim geçirmektedirler. Bu amaçla devletler, amaca uygun bir devlet kültürü yaratmışlardır. Bu kültür, bireyin ve toplumun devlet boyunduruğunu bir direnişsiz, yani Tanrısal bir kaynaktan  gelmeymiş gibi benimsemesini amaçlar. Sonuç olarak bireyler aşağılaşmaya  ve gerilemeye doğru yönlendiriliyorlar. Günümüz devlet kültürlerinde, farkına varılması zor olan, ama sonucu büyük/ağır olan olumsuz bir özellik saklıdır: Yetkin/kamil ve dengeli insan yetiştirememe özelliği! Olgun bir kültür,  insanda bulunan üç ana öğenin, yani düşünce/fikir, ruh ve bedenin koşut ve eşit olarak geliştirilmesiyle oluşur. Günümüzde ruh öğesi gerilerde kalmıştır. Beden öğesi ise yapay desteklerle geliştirilmeye çalışılıyor ama başarılamıyor. Düşünce  yüksek bir gelişim düzeyine erişmiştir. Bu durumda insanlar ruhen ve bedenen özürlü/sakat kalmışlar, düşünsel anlamda ise gelişmişlerdir, sonuç olarak de dengesiz bir durumdadırlar.

 

Bu neden yüzünden devlet ile toplum arasında sürekli bir mücadele vardır. Dünyadaki tüm ihtilalların/devrimler,  toplum ile devlet arasındaki bu mücadelelerden kaynaklanır. Ancak bütün gelişmeler/terakkiyat ve uyarmalar/ihtarat, devletlerin güçlenmeleri, toplumların da yenilmeleri, güçlü bir devlet düzeni oluşması sonucunu getirmiştir. Nazizm, Faşizm ve Komünizm rejimleri/düzenleri, tarihte görülen en güçlü devlet düzenleridir.

 

Bu düzenlerin karşıtı olan, yasallığı ve değerli oluşuyla kıvanç duyan Liberalizm (demokrat) adlı devlet düzeni vardır. Sunuluş ve anlatılış biçimine göre, liberal devlet, çekici/cazip bir devlet biçimidir. İşin gerçeği, bu tip bir devlette, değişik zümrelerin oluştuğunu, sermaye ve serveti elinde bulunduran zalim ve egemen bir aristokrat/üst tabakanın oluşmuş olduğu görülür. Böylece dünkü siyasal feodalizmin yerini, bugünkü sermaye/servet feodalizminin aldığını görürüz. Siyaset ve düşünce insanları gibi, düşünce sermayesinden başka bir gücü ve varlığı bulunmayan kişiler, sürekli olarak bu servet/sermaye aristokrasisinin tutsağı ve ecri/ücretli kişileri durumuna düşmüşlerdir. Bunun bir sonucu olarak da, düşünce dolaşımı gerçeği bulmaya değil, çıkara göre ayarlıdır. Ulusal oya göre oluştuğu/oya dayadığı  söylenen bu tür devlet düzeni, gerçekte bilimin parlat, ama aldatma ve aldanma esası üzerine kurgulanmış demagojik kurallara dayanır.

 

Bugünkü anlayışa/görüşe göre, Kafkas toplumun dayandığı toplumsal koşullar birer eksiklik olarak değerlendirilebilir, dahası bu ölçütlere göre Kafkasya’da bir devlet oluşumu ve devlet düzeni bile olanaksız görülebilir. Ancak bugünkü durum, gerçek yaşamı temsil ve ifade ediyor mudur? Eğer bütün insan/beşeri örgütlenmelerin amacı insanların mutluluğunu gerçekleştirmek ise, bu soruyu ikna edici ve olumlu bir biçimde yanıtlamak olanaksızdır.

 

Toplumun kendisini yönetmesi amacıyla oluşturmuş olduğu devletin işlevi, toplumun varlığını, huzur ve güvenliğini, özgürlük ve bağımsızlığını, sonunda gelişmesini ve ilerlemesin sağlamak ise, toplumu bu hedeflere doğru götürecek olan her devlet biçimi olumlu ve yerinde karşılanmalıdır. Buna karşılık otoritesini istismar/sömürme aracı olarak kullanan ve toplumu bir biçimde bir telakkiye/anlayışa dayanan bir devlet biçimine/kalıbına uydurmaya bir devlet, ne gibi bir ad taşırsa taşısın bir değer ifade etmez. Bu durumda bir devleti, başka bir deyimle bir toplumun yönetsel düzeneğine/idari mekanizmasını değerlendirirken, o devletin biçimine ya da taşıdığı ada değil, o devletin yönettiği toplumun durumuna/vaziyetine bakmak gerekir.

 

Bir ülkenin  büyük ve mamur/şenlikli kentler  donanmış olması, büyük fabrikalar, büyük servet/mal varlığı ve sermaye eserleriyle süslenmiş olması, o ülkedeki toplumun mutluluğunu sağlayacak tek ekenler olarak kabul edilemez. Aksine bu tür toplumlarda daha belirgin olarak eşitsizlik, baskı ve zulüm biçimlerinin ürürlükte olduğu görülür. Toplumu oluşturan  değişik zümreler/sınıfsal kesitler arasında kin, haset/kıkanma, husumet/düşmanlık ve sefahat/har vurup harman savurma durumları yaşanır. Sonuç olarak servet ve lüks konutlar içinde huzursuz ve mutsuz bir toplumun yaşadığı görülür.

 

Gerçekten, bir yanda günde on kuruş bile kazanamayan, diğer yanda günde yüz ya da bin lirayı az bulan bireylerden; yine diğer bir yanda devletin bütün yükümlülüklerini sırtlanmış, diğer yanda devletin bütün nimet ve ayrıcalıklarını elde etmiş zümrelerden oluşmuş bir toplum, devleti ne gibi bir ad ve ün taşırsa taşısın, ülkesi ne gibi şatafatlı modern eserlerle süslenmiş olursa olsun, o toplum gıpta edilecek/imrenilecek bir toplum sayılamaz.

 

Bu nedenle, düşünürler, bugünkü devlet düzenlerinin insanları soysuzlaştırmakta ve bir felakete doğru götürmekte olduklarını anlıyor ve insanlık için yeni bir devlet düzeni saptamayı zorunlu görüyorlar. Bu amaca yönelik düşünce akımları için çıkış noktası olarak, bugünkü “önce toplum, sonra birey”, yani “birey/fert devlet içindir” ilkesinin aksine olarak, ”önce birey, sonra devlet”, yani “devlet birey içindir”  ilkesinin kabul edilmesi gerekir.

 

Bu takdirde toplumda, bireyleri baskı altında tutan ve dejenerasyona/soysuzlaşmaya  yönelten etkenlerin kaldırılmaları, bireylere insanca kişiliklerinin geri verilmesi, bu kişiliklere uzun süreler boyunca  gelişim olanağı sağlanması gerekir. Böylece suni/yapay devlet kalıpları içine sıkıştırılmış ve o kalıplara göre biçimlendirilerek nitelikleri değiştirilmiş olan toplumlar, bu kalıplardan sıyrıldıklarında, yeniden  doğal biçimlerine dönecekler, -yapay toplumların yerini alan-tabii/doğal toplumlar oluşacaktır. Bu gelişim sonucu olarak, küçük ama güçlü toplum grupları doğacaktır. Toplum ne denli güçlü olursa, devlete duyulan gereksinim de o denli azalacaktır. Başka bir deyimle devletlerin yüklenecekleri görevler azalır, toplum gruplarının ortak çıkarı/yararı ve güvenliği sağlama gibi işlerle sınırlı düzeye iner.

 

Öne sürdüğümüz bu görüşler sonucu olarak, devlet düzenlerini isimlendirmemiz gerekecek olursa:

1) Bireyin ve toplumun birlikte egemen olduğu devlete Sosyal Devlet (Etat Social),

2) Devlet otoritesinin egemen olduğu düzene de Siyasi Devlet (Etat Politique), adlarını verebiliriz.

 

Birinci devlet tipinde/düzeninde güç ve irade halktan kaynaklanır, devlet sadece bu güç ve iradenin bir uygulama aracı olur.

 

Bu durum Doğu’da “Halkın sedası, hakkın nidasıdır”  (Halkın sesi, hakkın sesidir)  biçiminde dile getirilmiştir. Buna göre, asıl ve doğal olan, yani ideal olan düzen, bu nitelikteki devlet düzenidir.

 

İkinci tipte ise, güç ve irade devletin elinedir. Halk ise, bu devletin bir aleti/aygıtı konumundadır. Bu tür devlet düzeni, yapay bir düzendir, her zaman için değişmek zorundadır.