|
|
................... |
|
................... |
TÜRK-GÜRCÜ İLİŞKİLERİ VE
TÜRKİYE GÜRCÜLERİ
|
Yrd. Doç. Dr. Muhittin Gül
Çankaya Üniversitesi
Öğretim Üyesi
SAÜ Fen Edebiyat Dergisi (2009-I) |
|
|
................... |
|
|
Gürcüler, Kafkas coğrafyası içinde
yerli halktan olup “Kartveli” adıyla anılmışlardır. Tarihsel
süreç içinde Kartlar, Megrel-Çavanlar ve Savanlar olmak üzere
üç kol oluşturmuşlardır. Grek ve Roma gibi antik dönemlerde
demir işçiliği ile bilinen Gürcüler, oldukça ileri tarım
tekniklerini kullanmışlardır. Genelde Asyalı kavimlerin siyasal
ve kültürel etkileri altında olan Gürcülerin uluslaşma
sürecinde Kartlar belirleyici rol oynamıştır. Gürcüler, Kafkas
dillerinin Kartveli dil grubundan olup, oldukça zengin bir ses
sistemine sahiptirler.
Gürcülerin son derece hareketli olan Kafkas coğrafyası içinde
önceleri eski Asya kökenli kavimlerle iç içe veya yan yana yer
almışlardır. Bunu izleyen dönemlerde ise genelde Transkafkasya
ve bu arada da Gürcüler, sırasıyla Arap, Bizans, Selçuklu ve
Moğol İşgallerini yaşamışlardır. Osmanlı-Gürcü ilişkileri ise
1578’de Güneybatı Gürcistan’ın ilhakı ile başlamıştır. Bu
tarihten itibaren Gürcüler arasında Müslümanlık yayılmaya
başlarken, bu aynı zamanda Türkiye Gürcüleri’nin de tarihi
başlangıcı olmuştur. Bundan sonra göç şeklinde yer
değiştirmeler olacaktır. Osmanlı yönetimine giren ve İslamlığı
kabul eden Gürcülerin giderek yaşam biçimi farklılaşmaya
başlamıştır. Bundan sonraki siyasal olaylar, savaşlar ve
dinsel farklılıklar, Müslüman Gürcüleri ötekilerden
koparmıştır. Ancak dil ve bazı gelenekler sürdürülmüştür.
Yaşanan Osmanlı-Rus savaşlarından özellikle Kırım ve 1877-78
savaşları sırasında Osmanlı ordularını destekleyen Gürcülere
baskı yapan Ruslar, onların Anadolu’ya göç etmelerine neden
olmuştur. Bu tarihlerden itibaren Rus baskıları nedeni ile
Karadeniz ve Anadolu’nun çeşitli yörelerine göç eden Müslüman
Gürcüler, bu günkü Türkiye Gürcülerini oluşturmuşlardır.
1921’de Gürcistan Sovyet yönetimi altına girerken, aynı yıl
Türk-Sovyet sınırı çizilmiş ve Türkiye’de kalan Gürcülerin
kalıcılığı kesinleşmiştir. Bundan sonra Türkiye Gürcüleri, hiç
bir şekilde etnik ayrılık peşinde olmaksızın, Atatürk’ün
işaret ettiği doğrultuda Anadolu Türk halkı ile kaynaşıp rahat
bir şekilde yaşantılarını sürdürmektedirler.
GİRİŞ
Kafkas coğrafyası içinde yer alan insan topluluklarının tarihi
paleolitik ve neolitik çağlara kadar inmektedir (Kınal,
1983:24-29; İnan,1956:48-49; Brosset,2003:1-8). Bölgede bu
çağlara ait çeşitli arkeolojik bulgular bulunmaktadır. Ancak
bu bölgelerdeki orman bolluğu nedeniyle her tür yapı ve
araç-gereç ahşap ağırlıklı olduğundan uzun ömürlü olamamıştır.
Ahşap kültürüne özgü olan bu yörelerin kültürel varlıkları,
bölgenin çok yağışlı ve nemli olması nedeni ile sonraki bin
yıllara ulaşamamıştır. Ayrıca Asya’dan gelen göçlerin,
Anadolu, Orta Doğu ve bir ölçüde de Avrupa kapısı olan Kafkas
toprakları,sürekli olarak çeşitli kavimlerin saldırı alanı
olmuş ve pek çok defa yakılıp yıkılmıştır. Bu nedenle bazı
arkeolojik bulguların ötesinde, öteki kültürel varlıklar
günümüze intikal edememiştir. Bu konuda daha çoğu komşu
uygarlıklardan bilgiler edinilebilmektedir. Bu durum aynı
zamanda Doğu Karadeniz için de geçerlidir.
Kafkasya’nın yerli halkından olan Gürcülerin ataları, bu
coğrafya içinde M.Ö. II.binlerden itibaren doğulu halklarla
ilişkiler içinde olmuşlardır. Bunlar arasında sırasıyla
Hititler, Mitanniler, Asurlular ve Urartular yer alır (Kınal,1962:91-93;
Alpman,1988:36-39). Bu konudaki ilk bilgilere Asur çivi yazılı
yazıtlarda rastlanmaktadır. Daha sonraki yüzyıllarda Antik
Çağı yaşayan Gürcülerin ataları, bu bölgede tarım ve
hayvancılıkla uğraşırken ilk kez demir işçiliğinin öncüleri
olmuşlardır. Dolayısı ile metal teknolojisini tarıma ve diğer
alanlara uygulayan ilk topluluklardandırlar (Mansel,1971:18-19).Yunanlılar’ın
Tao (Taohiler) dedikleri Gürcüler, Transkafkasya’da yer
almakla birlikte, Önasya’nın siyasal, sosyal ve kültürel
yaşamında önemli ölçüde rol oynamışlarıdır (Demircioğlu,1953:8-15;
Kınal,1962:19-20).M.Ö.9. ve 8. yüzyıllarda Kolha adıyla
Karadeniz’in Güneydoğusu’nda oluşan Gürcü birliği, bölgede
önemli üretim ve ticaret etkinliği göstermiştir.
M.Ö.I.yüzyılda siyasal anlamda Roma egemenliği altına giren
Kafkasya’da, başta Kolha ve Kartveli olmak üzere farklı
unsurlar arasında birleşme olmuştur. Gürcistan bölgesinde I.
yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık yayılmaya başlamıştır. IV.yüzyılın
başlarında havarileri ile Aziz Nino bölgeye gelip etkili olmuş
ve Kartli Kralı da Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul
etmiştir. İran’ın Zerdüştlüğüne karşı Hıristiyanlık tercih
edilmiş ve bu gelişme de Bizans’a yakınlaşmayı getirmiştir.
Bizans, özellikle IV.yüzyılda Kafkaslar’da etkili olmuş ve
bölge ile yakınlaşma sağlanmıştır (Orstrogorksy,1981:96;
Brosset,2003:97-100; Çiloğlu,1993:38). Buna bağlı olarak
Gürcistan’la Bizans arasında dini, kültürel vb. bağlar
kurulmuştur. Bununla birlikte Gürcü kültürü bölgede olduğu
gibi, bölge dışında da saygınlık kazanmıştır. Suriye ve
Mısır’a kadar uzanan coğrafyada yankı yapmıştır. Örneğin IV.yüzyılda
Poti’de bir akademinin varlığı bilinmektedir. Buraya Bizans ve
çeşitli yerlerden öğrenciler gelmiştir. Kilise ve manastırlar
bölgede geniş bir coğrafyada yaygın olduğu gibi, felsefi
düşünceler de aynı yaygınlığı göstermiştir.
Böylece VI. yüzyıldan itibaren bölge, siyasal anlamda da
Bizans egemenliği altına girmiştir. VIII. yüzyılda bölge de
Abhaz Prensi Leon, Bizans egemenliğinden çıkmayı başarmış ve
Abhazya Krallığı’nı oluşturmuştur. Bu krallık, I X.yüzyılda da
yaşamıştır. Bu dönemde dil ve yazı Gürcüce olmuştur. Kültürel
yapı ile dinde de Gürcü unsur egemen hale gelmiştir. IX.
yüzyıl sonunda ise bölgeye Bagratlı Gürcü Hanedanı egemen
olacaktır.
Bagratlı Hanedanı, Kartveli (Laz veya Çan) soyundan olup,II.Andernase
888’de Gürcülerin kralı olarak taç giymiştir (Kırzıoğlu,1972:439-441).
Bu gelişme ile birlikte, Arap ve Bizanslı istilacılara karşı
mücadele etmekte olan Gürcistan’ın birliğini sağlayıcı
koşullar oluşmuştur. Yerel gruplar arasındaki çatışmalar
azalmıştır. Bu da ulusal birliğin yolunu açmıştır. Bununla
birlikte Gürcistan’da ulusal ve kültürel birlik canlanmış ve
bölgenin bu yöndeki merkezi olunmuştur. Bu arada Gürcüler,
bölgede daha da yaygın hale gelmişlerdir. 975’lerde III.Bagrat’la
bağımsız Gürcistan oluşmuştur. Ülkeye yönelecek saldırılara
karşı terkedilmiş yerlerde manastırlar inşa edilerek, oralara
yeniden canlılık ve yerleşmeler sağlanmıştır. Feodal
prenslerin yardımı ile hem bütünleşme sağlanmış ve hemde
ülkeye güç kazandırılmıştır. Bu dönemde ki kültürel gelişme
ile birlikte feodal yapı da güçlenmiştir. Hıristiyan kültürü
yerli Gürcü kültürünün üstüne çıkmıştır. Bunu siyasal
yapıdan,yapılan manastırlar ve edebiyata kadar görmek
mümkündür (Çiloğlu,1993:24-27).
I. Selçuklu-Gürcü İlişkileri
Gürcistan’da birleşme, uluslaşma ve güçlenme sürerken,
1060’lardan itibaren bölgeye Selçuklu boyları gelmeye
başlamıştır. 1067-68’de Sultan Alpaslan, Horasan’dan büyük bir
ordu ile Kafkasya’ya girmiş ve Gürcistan topraklarını işgal
etmiştir. Abhaz ve Gürcüler, dağlık yörelere çekilmişlerdir.
Sultan Alpaslan, bazı yörelerde ormanları yaktırıp, üsler
kurmuştur. Tiflis dahil olmak üzere bölge işgal edilmiştir.
Fazlaca dayanamayan Gürcü Prensi Bagrad, önce kaçmış ve sonra
da dönüp İslamlığı kabul etmiştir. Bunun üzerine bölge
Selçuklulara bağlı ve vergi verir duruma gelmiştir (Sevim ve
Yücel, 1989:55 vd.).
Bu şekilde bölgenin verimliliği Selçukluların ilgisini çekmiş
ve işgali getirmiştir. Birliğini yeni oluşturmuş olan
Gürcistan, bu tarihlerden itibaren gelen Selçuklu göçebe
boylarına karşı mücadele vermek zorunda kalmıştır. Özellikle
1071’de Alpaslan’ın, Bizans ordularını yenmesi ile
Selçuklulara Anadolu kapıları açılmıştır. Bu ise Selçuklu boy
ve akınlarının Anadolu ve Kafkasya’ya yönelmelerine neden
olmuştur (Uzunçarşılı,C.1961:1-2;Kırzıoğlu,1953:48-51; Yinanç,1954:48-56;Turan,
1965: 76-77). Selçuklu akınları, verimli alanları oluşturan
kuzeydoğuya yönelmiş, bölgede Ermenilerin bulunduğu yöreler de
işgal edilmiş ve Gürcistan bu akınların doğrudan hedefi haline
gelmiştir. Bütün Çoruh boyları ve Gürcistan’ın büyük bölümü
işgal edilmiştir. Yapılan çatışmalara dayanamayan Gürcistan’da
halk eskisi gibi dağlık yörelere çekilmiştir. Bölgedeki
verimli alanlara yerleşen Selçuklu boyları, yaşamları gereği
tarım alanlarını, bağları ve bahçeleri otlaklara
çevirmişlerdir. Ayrıca bölgeye bir miktarda da farklı Türkmen
grupları yerleştirilmiştir ( Sevim ve Yücel,1989:123 vd.;Çiloğlu,
1993:45 vd.). Genelde Ahıska ve Batum çevreleri ile Doğu
Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşmesinde önceleri Kıpçakların rolü
olmuştur (Çöhçe,1988:482; Kurat,2002:70-78).
Bu dönemde ülkede başarılı olamayan kırala karşı ayaklanmalar
olmuş ve Gürcistan1080’lerde iç savaş yaşamıştır. Ancak
1089’da çocuk yaşında Gürcistan tahtına oturan IV.David önce
yerel ayaklanmalarla mücadele etmiş ve sonra da orduyu
toparlayıp disipline ederek Selçuklulara karşı hareket
başlatmıştır. Halk dağlık yerlerden inmeye başlamıştır. Bu
arada Büyük Selçuklu İmparatorluğu da zayıflama ve parçalanma
sürecine girmiştir. Ayrıca Haçlı Seferleri başlamıştır. Durumu
uygun bulan David, Selçuklulara verilen vergileri kesmiş ve
bir çok yeri işgalden kurtarmıştır. Ancak Selçuklular yeniden
Gürcistan’a 400 bin kişilik bir ordu ile girmiş, Çoruh
vadileri ile Tiflis’e kadar olan yerleri yeniden işgal
etmişlerdir. Bunun üzerine Kral David, işgalin de verdiği etki
ile oluşturduğu ordu ve komşu unsurların da yardımıyla
Selçuklularla savaşmak üzere harekete geçmiştir. Bu arada
Avrupalı Haçlı askerlerinden bir grupta Gürcü ordusuna yardıma
gelmiştir. Bu şekilde oluşup güçlenen Gürcü ordusu ile
Selçuklular arasında 1121’de Digori Savaşı yaşanmıştır. Bu
savaşı Gürcüler kazanmış ve 1122’de Tiflis geriye alınmıştır.
Bundan sonra Selçuklular geriye çekilirken Gürcüler, başkenti
Kutais’ten Tiflis’e taşımışlardır. Bu başarı ile Gürcüler,
topraklarını işgalden kurtarmış ve Müslümanlara karşı komşu
unsurlara da yardım etmeye başlamışlardır. Bundan böyle
Haçlılar, Gürcistan’ı Hıristiyanlığın doğudaki kalesi olarak
görürken, Gürcistan’da bölgede önemli bir güç haline
gelmiştir. Ayrıca Rusya ile ilişkiler kurulmuştur.
Gürcistan,1184-1213 tarihleri arasında altın çağı olarak
adlandırılan Giorgi ve Kraliçe Tamara dönemini yaşamıştır.
Kral III.Giorgi 1162’de Ağrı (Ararat) Dağı yakınlarındaki eski
Ermeni başkenti olan Divin’i de alarak sınırlarını buralara
kadar genişletmiştir. 1178’de kızı Tamara’yı varisi ilan
etmiştir. 1184’te Giorgi’nin ölümü üzerine Kızı Tamara ülkenin
tek hakimi olmuştur. Güçlü bir siyasi kimliğe sahip olan
Tamara, Gürcistan’a en parlak dönemini yaşatmıştır. Kraliçe
Tamara, Gürcistan’ı siyasal, ekonomik ve kültürel açılardan
çok güçlü konuma getirmiştir. Bazı kaynaklarda, Kraliçe
Tamara’nın bölge barışı ve huzuru için bir mektupla Süleyman
Şah’la evlenmek istediği verilmektedir. Ancak Süleyman Şah’ın
bunu kabul etmediği ve bölgeye bir sefer yaptığı bilinmektedir
(Sevim ve Yücel,1989:141). Rusya, İran, Suriye ve Mısır’a
kadar uzanan ticari ilişkiler kurmuştur. Yeni kentler kurmuş,
manastırlar yaptırmış ve Tiflis’i Transkafkasya’nın merkezi
yapmıştır. Bu dönemde Gürcü kültürü de en yüksek düzeye
çıkmıştır. Ulusal bilinç kuvvetlenmiştir. Tüm Çoruh
vadilerinde etkili olunmuştur. Bu arada bir çok Türkmen
bölgeden uzaklaştırılmış veya öldürülmüştür ( Kırzıoğlu,
1953:418; Brosset, 2003:366-374; Çiloğlu, 1993:46 Vd.).
1204’te Latinlerin Konstantinopolis’i işgal etmeleri üzerine,
Bizans’ın etkinliği azalınca Tamara yönetimindeki Gürcistan,
Doğu’da ve Doğu Karadeniz’de daha aktif bir politik rol
oynamıştır. Tamara’nın komutanları tüm bu bölgeleri işgal
ederken, kendilerine özgü iskan politikasını uygulamışlardır.
Trabzon (Terbizond) yöresine Lazları yerleştirmişlerdir.
Ayrıca Tamara 1204’te Aleksios ve David’e Trabzon merkezli bir
Pontus Krallığı’nın kurulmasını sağlamıştır. Doğuda Kars
alınarak bu yörede de yeni iskan politikaları ile
yerleştirmeler yapılmıştır. Çoruh boylarında da aynı şeyler
yapılmıştır.
Kraliçe Tamara döneminde, Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş
bulunuyordu. Selçuklu sultan ve komutanları sürekli olarak bu
verimli Gürcü bölgelerine akınlar yapıyorlardı. O nedenle o
bölgelerde küçük boyutlu savaşlar yaşanıyordu. Bu askeri
ilişkiler, Gürcü ordularının savaş bilinç ve tekniğini
geliştirmiştir. Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın Kraliçe
Tamara’dan kendisine bağlanmasını isteyen tehdit mesajları
alması üzerine harekete geçilmiş ve 1205’te Basiani’de cereyan
eden savaşı Gürcüler kazanmışlardır. Bununla Gürcistan’ın
sınırları daha da genişlemiş ve çevre devletleri Gürcistan’a
bağlı hale gelmişlerdir(Sevim ve Yücel,1989:142; Ostrogorksy,1981:393;
Çiloğlu,1993: 46-48). Böylece Gürcü Krallığı, Kraliçe Tamara
döneminde Kafkas coğrafyasını egemenliği altına almış ve bağlı
halkların yaşadığı Transkafkasya birliği oluşturulmuştur. Bu
dönemde Gürcistan’ın egemenliği batıda Sinop’a kadar
uzanmıştır.
Kraliçe Tamara döneminde genişleyen Gürcistan’da, giderek
ülkeyi yönetmede yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Eski yönetsel
biçimler yeni ihtiyaçları karşılayamaz olmuştur. İç sorunlar
ve dış saldırılar ülkeyi sarsmaya başlamıştır. Kraliçe
Tamara’dan sonra mevcut eyaletlere hakim olunamamıştır. Saray
bürokrasisine hakim olamayan yönetim, mevcut ihtiyaçları
karşılayamaz olmuştur. Böylece Gürcistan, büyük ölçüde
genişlemiş olan bu coğrafyayı yönetmekte zorlanırken,1220’li
yılların başında ülke yeni akın ve saldırılara hedef olmuştur.
II. Moğol- Gürcü İlişkileri
1220’li yılların başından itibaren, verimli topraklara
sahip olan Kafkasya üzerine Doğu’nun yeni güçleri göz koyup
akınlara başlamışlardır. Önce bölgeye Harzemşahların akınları
olmuştur. 1229’da Harzemşah hükümdarı Celalettin 140 bin
kişilik bir ordu ile Gürcistan topraklarına girmiştir. Çok
sert davranarak, köyleri ateşe vererek Tiflis’i ele
geçirmiştir. Bölgeyi haraca bağlamış ve yerli unsurlar karşı
koyamamışlardır (Gürün,1981:398-417;Sevim ve Yücel, 1989:185;
Çiloğlu, 1993:51). Ancak Harzemşahların işgali uzun
sürmemiştir. Çünkü bu verimli bölgelerin kapısını onların
ardından Moğollar çalmıştır. 1235’te bu kez de Gürcistan
topraklarına Moğollar girmiştir. Moğollar Doğu Gürcistan’ı
işgal ederken, Batı Gürcistan Kraliçe Rusudan yönetiminde
kalmıştır. Rusudan Moğollar’dan kaçıp Kutais’e yerleşmiş ve
buradan mücadele etmeye çalışmıştır. Moğollar ise bölgede çok
tahribat yapmış ve pek çok kültürel varlığı yok etmişlerdir.
Rusudan 1239’da Papa’ya bir elçi göndererek, Moğollara karşı
Avrupa şövalyelerinden bir grubun yardım için gönderilmesini
istemiştir. Papa’da bir şövalye grubu yerine 1240’ta Tiflis’e,
Dominiken misyonerlerini göndererek bir Katolik topluluğunu
kurdurarak bu yolla mücadele edilmesini istemişse de başarılı
olunamamıştır. Moğol işgali ile yapılan yağmalar ve uygulanan
şiddetle Gürcistan’da her şey değişmiştir. Tiflis’te oturan
Moğol temsilciler, endi baskılı kurallarını uyguluyor ve halkı
soyuyorlardı. Kraliçe Rusudan Kutais’ten,Tiflis’e çağrılmışsa
da bu çağrıları reddetmiştir (Çiloğlu, 1993:51vd.; Kırzıoğlu,1953:63
vd.).
Moğollara boyun eğmeyen Rusudan’ın oğlu Davit, 1245’te
Tiflis’e gelip krallığını ilan etmiştir. Ancak oradan alınıp
Batu Han’ın huzuruna çıkarılmak üzere Moğolistan’a
götürülmüştür. Bu arada Moğol yöneticiler, Davit Ulu’ya da taç
giydirip kral yapmış ve Onu’da Karakurum’a götürmüşlerdir.
Böylece Gürcistan iki başlı bir duruma gelmiştir. Daha sonra
Gürcistan’ın başına II. Dimitri geçmiş, ancak Moğollar’la
mücadele ederken öldürülmüştür. Dimitri, Gürcü tarihine şehit
(tavdadebuli) olarak geçmiştir (Çiloğlu,1993: 52). Moğol
baskılarına karşı zaman zaman Gürcüler’le birlikte öteki
Kafkas kavimlerinin (Türk-Gürcü-Ermeni vb.) ortak karşı
mücadeleleri de olmuştur (Sevim ve Yücel,1989:187; Kurat,2002:
86-94).
Gürcistan’da, Moğol baskısı azalınca, V.Giorgi (1314-1346)
ülkeyi yeniden toparlamayı başarmıştır. Feodal beyleri itaat
altına almış ve ülkeyi restore etmeye başlamıştır. Dağlık
yörelere çekilen halkı eski yerlerine getirmeyi başarmıştır.
Dış koşulları düzeltmeye çalışmıştır. Moğolları ülkeden
çıkarmış ve oldukça disiplinli ve askeri bir yönetim
oluşturmuştur. Tüm kuzey Kafkasya’yı kendine bağlamayı
başarmıştır. Bizans, Mısır ve Roma’ya kadar siyasal ve ticari
ilişkiler kurarak, Gürcistan’a eski etkinliğini
kazandırmıştır. Ülkeyi Kraliçe Tamara zamanındaki güçlü konuma
kavuşturmuştur.
Gürcistan bir süre daha parlak dönemini sürdürmüşse de bu kez
de 14.yüzyılın son çeyreğinde ikinci Moğol saldırı ve işgalini
yaşamıştır. 1380’de Doğu’dan gelen Timur, İran’ın kuzeyini
işgal ederek Kafkasya’ya girmiştir. Gürcistan’ın Bagratlı
Kralı V.Bagrat, Tiflis’i Moğol kuşatmasına karşı altı ay
savunmuşsa da ülkesini yağma ve yıkımdan kurtarmak koşulu ile
teslim olmuştur. Ancak tüm Transkafkasya’yı kalıcı olarak
işgal etmek isteyen Timur, sözünde durmayarak, Gürcü
direnişlerini tümden kırmak üzere şiddet uygulamıştır. Doğu
eyaletlerinden başlamak üzere korkunç bir şiddet ve katliam
uygulayan Timur’un baskısından kurtulan halk yeniden dağlara
kaçmış ve Batı kesimlere sığınmışlardır. 700 kadar köy ve
kasabayı yakıp yıkan Moğollar, yerleşim yerlerini peş peşe
yağmalamış ve bu verimli bölgelerin kaderi olan baskının en
ağırını yaşamışlardır. (Sevim ve Yücel,1989:154-156; Gürün,
1981:428; Uzunçarşılı,C.II, 1964:52;Çiloğlu,1993:55).
Kral Bagrat 1393’te ölmüş ve yerine oğlu VII.Giorgi geçmiştir.
Timur,bu yörelerle yetinmeyip Bağdat ve sonra da Anadolu’yu
işgal etmeyi planladığından güney bölgelere yönelmiştir.
Bundan yararlanan Giorgi,1400’de o yöredeki Moğolları yenerek,
Tiflis’i kurtarmış ve yeniden başkent yapmıştır. Bunu duyan
Timur kızmış ve Giorgi’nin kendisine itaat etmesini istemişse
de red cevabını almıştır. Bunun üzerine Timur, Gürcistan
üzerine 1401 ve 1402’de üst üste komutanları ile ordular
göndermiştir. Yapılan savaşlarda Moğol komutanlar çok kanlı
savaşlarla yine şiddet uygulamışlardır. Ancak tüm bu baskılara
karşın Moğollar düşündükleri gibi kalıcı bir şekilde Gürcü
direnişini kıramamışlardır.(Çiloğlu, 1993: 53vd.). Bu arada
Timur 1405’te ölünce asıl uğraşı alanı olan Güney bölgelerdeki
mücadelelerle uğraştıkları için Kafkasya ve Gürcistan’dan
çekilmişlerdir. Böylece Gürcistan çok zor ve yaklaşık yüz yıl
kadar süren Moğol baskılarından kurtulmuştur. Çok ağır
koşulların yaşandığı o tahribatlardan sonra Kral Giorgi
yeniden ülkenin imar ve restoresini başlatmıştır. Halktan
geriye kalanlar eski yerlerine dönmüşlerdir. Bundan sonraki
krallar, yeniden toparlanma, örgütlenme, kültürel değerleri ve
tarihi mirasları koruma politikalarını sürdürmüşlerdir. Yeni
saldırılar için ulusal bilinci kuvvetlendirmeye
çalışmışlardır. Halk üzerinde de önceki tahribat ve yıkımların
olumsuz etkileri bu yöndeki bilinçlenmeyi hızlandırmıştır.
Örneğin, Karakoyunluların saldırı girişimleri
uzaklaştırılmıştır.
III. Osmanlı – Gürcü İlişkileri
Osmanlılar 1453’te İstanbul’u alınca,,Gürcistan’ın Karadeniz
üzerinden Avrupa ile olan bağları sona ermiştir.Dolayısı ile
Gürcistan bu kez de Türk ve İslâm güçlerinin tehdidi ile karşı
karşıya kalmıştır. Artık Hıristiyan kültürünün temsilciliğini
olduğu kadar bağımsızlığını korumada da yalnız kalmıştır. Ülke
içindeki feodal prensler, Moğol döneminde yaşanan şiddetin de
etki ve deneyiminden sonra daha çok birlikten yana
olmuşlardır. Bu arada Gürcü Kralı VIII.Giorgi,Papa II.Paus’a
mektup yazarak bütün Gürcülerin, Osmanlılara karşı ortak
mücadele için hazır olduklarını bildirmiştir. Ayrıca
Ermeniler, Trabzon Pontus Devleti ve bölgedeki diğer
Hıristiyan unsurlarla da işbirliğine yönelmişlerdir. Zaten
Papa’nın en önemli isteği, İstanbul’u almak üzere bir Haçlı
seferi düzenlemekti. O nedenle bu öneri üzerine Papa,
Hıristiyan prenslerle Mantova’da bir toplantı yaparak, Haçlı
gücü oluşturmayı denemiş ama başarılı olamamıştır. (Uzunçarşılı,
1964:52; Çiloğlu,1993:55).
Gürcistan’la Batı arasında bu temas ve gelişmeler yaşanırken,
Osmanlılar 1461’de Trabzon’u alıp Pontus Devleti’ne son
vermişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in bu devleti ortadan
kaldırıp bölgeye Osmanlı etkinliğini getirmesi ile Gürcistan
bölgesel desteklerini de kaybetmiştir. Bundan sonra Batı’dan
Osmanlıların, Doğu’dan da İranlıların saldırı ve akınları
arasında kalan Gürcistan’ın durumu zorlaşmıştır. Batılı
devletler,İstanbul’un alınışına tepki gösterirlerken,Papa II.Paus’da,Haçlı
Seferi düzenlemek için çalışmıştır.Bunun Doğu’daki desteğini
sağlamak için 1458’de elçilikle Gürcistan’a göndermiş olduğu
Lodoviko’nun çalışmaları ile Türklere karşı o bölgelerde
Gürcistan - İran ittifakını sağlamaya çalışmıştır. (Uzunçarşılı,1964:23).
Bu dönemde yaşanan küçük boyutlu savaşlar 15.yüzyıl sonuna
kadar sürmüştür. Kafkasya olarak batı ve güneye geçişler için
kapı olan Gürcistan toprakları eskisi gibi hedef olmuş ve
bağımsızlığını korumada yine zorluklarla karşılaşmıştır. Yine
ağır kayıplar verilmiştir. İşgaller, baskılar ve ağır
vergilerle ülke zayıflamıştır. Ülkede halk ikide bir komşu
bölgelere ve dağlık yörelere çekilerek zor koşullar altında
yaşam sürmüştür. 15.yüzyıl sonunda Türk ve İran akınlarına
dayanamayan Gürcistan, ikiye ayrılmış, doğu bölgeler İran’ın,
batı bölgeler ise Osmanlıların egemenliğini kabul etmek
zorunda kalmıştır. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in Doğu Seferi
sırasında cereyan eden Otlukbeli Savaşı’nda (1473),ordusunun
bir kolunda Gürcüler yer almıştır.Hatta bu Gürcü kolunun
komutanı savaşta ölenler arasında yer almıştır (Karal,1964:101).
Yavuz Selim’in Trabzon valiliği (1481-1512) sırasında
Gürcistan topraklarının fethi için seferler yapılmıştır. Yavuz
Selim, karadan ve denizden Gürcistan üzerine seferler
yapmıştır. Gürcistan ve dolayısı ile Transkafkasya üzerinde
uzun mücadeleler olmuştur (Tansel,1966:50; Uzunçarşılı,1964:
226 vd.;Artvin İl Yıllığı,1973:28). Yavuz Selim,1508’de
Kütayis (İmeret) bölgesine kadar olan yerleri Osmanlı
topraklarına bağlamıştır. Nitekim bu gün Hopa’nın Abuisla köyü
yanındaki Yavuz Selim Tepesi, Yavuz’un Gürcistan akınları
sırasında verilmiş olan ad olarak devam etmektedir. (Özdemir,2002:85).
Bu sıralarda Çıldır Atabekleri’ne bağlı olan Şavşat, İmerkev,
Maçakhel ve Acara kesimlerinin beyleri, kendi istekleri ile
Müslümanlığı kabul ederek Osmanlı himayesine girmişlerdir.
Daha sonra Kıpçak Atabekleri’ne bağlı olan Şavşat Köprülü
Köyü’nden Zor Tuna, Yavuz Selim’e sığınarak, Müslümanlığı
kabul etmiş ve beylik almıştır. Yavuz Selim, Gürcistan üzerine
yaptığı seferle Arhavi, Hopa ve Borçka kesimlerini almış ve
Gönye (Maradit) Sancağı’nı oluşturmuştur. Yavuz Selim 1508’e
kadar yaptığı ve yaptırdığı seferlerle, Canet (Laz eli) ile
Kutayis (İmeret) bölgelerini Trabzon Eyaleti’ne katarak, Batı
Gürcistan’ı Osmanlı egemenliğine almayı tamamlamıştır.
Safevilerin bu bölgelere gelmesini engellemiştir. Kartli
(Tiflis) üzerine yapılan seferle de Bagratlı Hanedanı’na,
Osmanlı himayesi kabul ettirilmiştir. Yavuz Selim ayrıca
Doğu’da Şah İsmail’in katliamından yoğun olarak kaçan Sünnî
halkı, 1501-1502 yıllarında aldığı Trabzon, Rize ve Artvin
yörelerine yerleştirmiştir (Kırzıoğlu,1953:508). Bu arada Doğu
bölgelerdeki bazı beylikler de Yavuz’un Çaldıran Seferi’nden
sonra Osmanlı himayesine girmişlerdir. Bu arada Çaldıran
Seferi dönüşünde çekilen gıda sıkıntısına bazı Gürcü beyleri
yardımcı olmuşlardır.Böylece Yavuz Selim bir bakıma
Transkafkasya’yı Osmanlı egemenliği altına almış oluyordu
(Gümüş, 2000:137; Tansel,1966:70 vd.;Dündar,1998:38-47;
Uzunçarşılı,1964: 274 vd.). Yavuz Selim döneminde Osmanlı
yönetimine tabi olan bu doğu ellerinin asıl doğrudan fethi ise
Kanuni Süleyman döneminde gerçekleştirilmiştir. Zamanla Gürcü
egemenliği altında olan bu bölgelerde kalıcı fetihler
yapıldıkça yeni sancaklar kurulmuştur. Bunlar arasında;
Ardanuç Sancağı 1551’de, Livane Sancağı 1553’te,Şavşat Sancağı
1553’te,İmerkhev Sancağı 1553’te,Acara Sancağı 1561’de, Batum
Sancağı 1565’te,Tavuskar Sancağı 1574’te, Macakhel
Sancağı,1576’da kurulmuşlardır. Bu sancaklar arasında Şavşat
Sancağı’na Mehmet Bey, İmerkhev Sancağı’na Mahmut Bey ve
Macakhel Sancağı’na da Ahmet Bey getirilmişlerdir. Üçü kardeş
olan bu Gürcü asıllı beyler,kendi istekleri ile Müslümanlığı
kabul etmiş ve isim değiştirerek Osmanlı idaresine giren ilk
sancak beyleri olmuşlardır (Lamb, 1966:266–271; Uzunçarşılı,
1964:360 vd.; Çiloğlu, 1993:76 vd.; Artvin İl Yıllığı
,1973:28).
Osmanlı Devleti ile İran arasında çoğu Gürcü bölgelerinde
olmak üzere 50 yıl kadar süren savaşlar yaşanmıştır. İran’ın
isteği üzerine karşılıklı olarak barışı sağlayacak, Gürcü
topraklarının iki devlet arasında paylaşıldığı 29 Mayıs 1555
Amasya Antlaşması yapılmıştır. Buna göre Kartli, Kaheti ve
Doğu Samshe İran’a, İmereti, Samegrelo, Guria ve Batı Samshe
Osmanlı Devleti’ne ayrılmıştır. Bu arada Ardahan, Şavşat ve
İmerkhev’de Osmanlı Devleti’ne verilmiştir. Bu arada Doğu
ellerinin savunması için 1556’da Ardahan Kalesi yapılmıştır.
Doğu bölgelerindeki mücadeleler sürüp giderken, bölgelerin
asayişini sağlamak, idari düzenlemelerini yapmak ve İran
seferi adıyla yeni fetihlerde bulunmak üzere Padişah iradesi
ile Sokullu Mehmet Paşa, Erzurum Beylerbeyi Lâla Mustafa
Paşa’yı görevlendirmiştir. 12 yıl süreyle üç aşama şeklinde
gerçekleşecek olan bu seferlerin ilkine, Ağustos 1578’de çıkan
L.Mustafa Paşa, Ardahan üzerinden Gürcistan’a girmiştir (Uzunçarşılı,C.III,1973:58
vd.). Bu seferde İran orduları yenilgiye uğratılmış,Aşağı
Gürcistan (Ahıska ve Ahılkelk) bölgeleri İran egemenliğinden
alınarak Osmanlı topraklarına katılmıştır. İranlıları bu
bölgelerden çıkararak, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaleti’ni
kuran L.Mustafa Paşa, orada güçlü bir örgütleme yaparak bölge
sancaklarını buraya bağlamıştır. Bu sancakların gelirlerinin
bir miktarını Erzurum’daki vakfa bağlamıştır. Bu bölgelerdeki
Gürcü prensleri aralarında süren mücadelelerden bıkmışlardı. O
nedenle buralara Osmanlıların gelişi bir tür kurtarıcı gibi
karşılanmıştır. Önce Aşağı Gürcistan beylerinden Minuçehr
Müslümanlığı kabul etmiş ve Mustafa adını alarak Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir. Daha sonra kardeşi Greguvar ve Ahıska
çevresindeki öteki Atabeyler Müslümanlığı kabul ve
benimseyerek Osmanlı yönetimini tanımışlardır (Özder, 1971:47;
Özdemir,2002:69-71;Aydın,1998:284-295).
Bundan sonra Tiflis üzerine yürüyen L.Mustafa Paşa, kenti
almış ve Hükümdar David kaçmıştır. Ancak öteki Gürcü beyleri
itaat etmişlerdir. Tiflis derhal eyalet haline getirilerek,
beylerbeyliği Mehmet Paşa’ya verilmiştir. Daha sonra Şirvan
taraflarına dönen L.Mustafa Paşa, buraların idari
düzenlemesini yaptıktan sonra Erzurum’a dönmüştür. Bunun
ardından İranlılar Tiflis’e saldırmışlarsa da başarılı
olamamışlardır (Uzunçarşılı, 1973:59 vd.).
Bu şekilde Kafkasya’nın güney bölümü Osmanlı yönetimi altına
alınmışsa da, buraların elde tutulması çok zordu. Çünkü
özellikle Tiflis üzerine İran ve Gürcü baskısı oluyordu. Onun
için Kars’ta bir kale yapılarak bölge takviye edilmiştir.
Bölgenin elde tutulmasını ve asayişini sağlamak üzere ikinci
olarak 1582’de Sinan Paşa, İran Seferi adıyla Tiflis’e kadar
gelmiştir. Tiflis beylerbeyini değiştirmiş, Gürcistan
beylerinden Müslüman olup adını Yusuf olarak değiştiren
Giorgi’yi Tiflis Beylerbeyi yaparak asayişi yeniden
düzenlemiştir (Uzunçarşılı,1973:61; Aydın,1998:264 ; Özdemir,
2002:107).
Kafkasya’nın Gürcistan bölgesinde yine de karışıklıklar eksik
olmamıştır. Bu biraz da coğrafyadan kaynaklanmaktaydı. Mustafa
adıyla Müslüman olmuş olan Minucehr, bu sıralarda tekrar
Hıristiyanlığa dönmüş ve bir takım girişimlere başlamıştır.
Bunun ve bölgede yaşanan öteki sorunlar üzerine, üçüncü bir
İran seferi için 1583’te Ferhat Paşa görevlendirilmiştir (Uzunçarşılı,1973:61
vd.;Özdemir,2002:69).Ferhat Paşa, Ardahan ve Kars kalelerini
tahkim ettikten sonra,Gürcistan üzerine gitmiş, Lori ve Güri
kalelerini almıştır. Ayrıca öteki bölgelere de akınlar
yapılarak bölgedeki egemenlik alanı genişletilmiştir. Ayrıca
bölgede etkili bir egemenlik kurabilmek için Tiflis’e asker ve
malzeme takviyesi yapılmıştır. Böylece Gürcistan’da Osmanlı
egemenliği kuvvetlendirilirken, vergiye bağlanan bölge ve
beylerin sayısı da artmıştır. Bölgede etkili olan Kartli Beyi
Aleksandr da vergiye bağlananlar arasında yer almıştır (Uzunçarşılı,
1973:62 ; Özdemir, 2002: 70).
İşte buradan itibaren Gürcülerin bir kısmı Müslümanlığı kabul
etmeye başlamışlardır. Hatta Doğu Gürcistan’daki bazı Gürcü
prensleri de varlıklarını koruyabilmek için İran egemenliği
içinde Müslümanlığı kabul ederek varlıklarını o şekilde
koruyabilmişlerdir. Böylece bu tarihlerden itibaren aynı
zamanda Türkiye Gürcüleri’nin tarihi başlayacaktır. 1578’de
itibaren Osmanlıların, Gürcistan’ın Güneybatı kesimine kalıcı
olarak girmesi ile Türk-Gürcü ilişkileri tarihsel ve siyasal
anlamda başlamıştır. Buradan itibaren bu kesimlerin
Müslümanlığı kabul etmesi ile giderek Hıristiyan Gürcülerle
olan yaşam büyük ölçüde farklılaşmaya başlamıştır. Bu doğal
olarak İslâmi kuralların benimsenmesinin kaçınılmaz sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Böylece gelecek gelişmeler bu
bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman Gürcüleri birbirinden
koparmıştır. Ayrıca ilerideki yıllarda yaşanan Rus ve benzeri
baskılar da bu bölgedeki Müslüman Gürcülerin, Karadeniz ve
Anadolu’nun çeşitli yörelerine göç etmelerine neden olmuştur.
Uzun tarihi süreç içinde de Türkiye’deki Gürcüler, dili
yaşatmanın dışında,Türk ve Müslüman gelenekleri ile karışıp
kaynaşmışlardır.
IV. Türkiye Gürcüleri
Bu günkü Türkiye’de böyle bir başlık kullanmanın ne ölçüde
doğru olduğu tartışılabilir. Çünkü Türkiye’deki Gürcü kökenli
vatandaşlar, geçen yüzyıllar içerisinde Türklük ve İslâmî
değerlerle bütünleşmişlerdir. Onların herhangi bir şekilde
etnik sorunları yoktur. Ancak yine de dil ve bazı
geleneklerini yaşattıkları için bu isimle anılmalarında bir
sakınca olmasa gerekir.
Türk-Gürcü ilişkileri yukarıda da anlatıldığı gibi 1461’de
Trabzon’un alınması ile başlamış ve Fatih Sultan Mehmet’in
Karadeniz sahillerini Osmanlı egemenliği altına alması ile
Gürcistan’a komşu olunmuştu. Daha sonra Yavuz Selim’in Trabzon
valiliği sırasında Doğu Karadeniz ve Gürcistan üzerine
seferler yapılmıştır. Bu süre içerisinde bir çok küçük boyutlu
savaşlar yapılmış ve bölgedeki bazı prensler Müslümanlığı
kabul ederek Osmanlı egemenliği altına girmişlerdir (Çiloğlu,
1993:76). Ancak bölgedeki asıl kalıcı yerleşmeyi ve idari
örgütlenmeyi ise 1578’deki Doğu Seferi ile Erzurum Beylerbeyi
Lala Mustafa Paşa başlatmıştır. İranlıların Gürcistan’ı
desteklemesine rağmen, 5 Ağustos 1578’de yola çıkan L.Mustafa
Paşa,10 Ağustos’ta Çıldır’ı ve 24 Ağustos’ta da Tiflis’i
almıştır. Gürcistan’ın Güneybatısını oluşturan Samtse,
Saatabago, Çavaheti, Şavşeti, Klarceti,Tao vb. bölgeleri de
alınmış ve buraların bağlandığı Çıldır Eyaleti
oluşturulmuştur. İşte Türkiye Gürcüleri’nin tarihi ve varlığı
1578 olarak buradan başlamıştır. Bazan Çıldır ve bazen de
Ahıska merkezli olarak yönetilen Transkafkasya olarak da
adlandırılan bu bölgelerde Osmanlı Devleti kalıcı olarak
örgütlenmesini yapmıştır. Bununla birlikte de bu bölgelerde
Müslümanlık kabul edilmeye ve yayılmaya başlamıştır. Önce
Osmanlı egemenliğini kabul etmiş olan prenslerin bazıları
Müslümanlığı kabul etmiş ve sonra da halk arasında
benimsenmiştir. Ancak bu bölgelerdeki Müslümanlığı kabul etme
süreci yaklaşık 100 yıllık bir zaman dilimini almıştır (Kırzıoğlu,
1993:275-277; Özdemir, 2002:139-140).
1590’da Çıldır Eyaleti ve Ahıska Paşalığ’na bağlı 1160 köyün
olduğu görülmektedir. Bu sınırlar 1639 itibarı ile doğuda
Kars’ı, batıda ise Batum Artvin ve Rize’yi içine almaktadır.
Bu arada Müslümanlık da bu sınırlar içinde hızla yayılmakta
idi. 1694-1732 yılları arasındaki kayıtlardan, bölgedeki
Osmanlı egemenlik alanları içinde; Ahıska, Ahılkelk, Acara,
Çıldır, Oltu, Poshov, Ardahan, Maçhakel, İmenkhev, Şavşat,
Ardanuç, Livane, Aspinza, Peterek, Mamervan, Cacarak, Hertis
ve Kala vb.sancakların bulunduğu görülmektedir. Bu
bölgelerdeki dirlik sayısı ise 882 dir (Çiloğlu, 1993:76). Bu
bölgeler, Osmanlı egemenliği altında Müslümanlığı kabul etmiş
olan çoğu yerel Gürcü beyler tarafından yönetilmiştir. Bu
beylere yurtluk ve ocaklık haslar verilmiştir.
Rusya kuzeyden 1801’den itibaren Gürcistan topraklarını işgale
başlamıştır. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin, Çıldır
Eyaleti’nin yerel gücü sarsılmaya başlamıştır. Merkezden
gerekli yardımı alamayan Çıldır Eyaleti gücünü kaybedince,
Ahıska Paşası olan Gürcü asıllı Selim Paşa (Himşiaşvili)
1803’te, Ruslarla anlaşarak bölgesinde Müslüman Gürcü
yönetimini kurmak üzere Osmanlı Devleti’ne karşı isyan
etmiştir. Selim Paşa’nın hareketi 1815’te bastırılarak kendisi
astırılmıştır. Yerine Ahmet Paşa (Himsiaşvili) getirilmiştir.
Ahmet Paşa’da bir süre sonra, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı
arifesindeki olaylarda Rusya’ya yaklaşma girişiminde
bulunmuşsa da, sonra vazgeçmiş ve bu savaşlarda Devleti’nin
yanında yer almıştır (Özder,1971:3-17). Bu savaşlarda Osmanlı
Devleti, Poti ile Ahıska ve Ahılkelk’in bir kısmını
Gürcistan’a devretmiştir. Bundan sonraki yıllarda Osmanlı
Devleti’nin elinde olan Acara bölgelerinde ayaklanmalar
çıkarılmıştır. Bu ayaklanmaları Osmanlı Devleti 1832’de
bastırmıştır. Teşvikçiler cezalandırılmış veya
uzaklaştırılmıştır. Ancak bundan bir süre sonra Selim Paşa’nın
(Himşiaşvili) oğlu Kör Hüseyin yeniden Osmanlı yönetimine
karşı bir hareket başlatmıştır. Bu tarihlerde Osmanlı
yönetiminde Gürcü asıllı sadrazamlar olmuştur.
Örneğin,1812-1814 tarihlerinde Hurşit Paşa ve 1828-1832
tarihlerinde de Reşit Mehmet Paşa Gürcü asıllı sadrazamlar
olmuşlardır (Özdemir, 2002:151-161).
O yıllarda Osmanlı Devleti, Mısır valisi’nin isyanı ile
uğraşıyor ve II.Mahmut zor günler yaşıyordu. Yaşanan o olaylar
sırasında Trabzon ve Erzurum beylerbeyleri de Kör Hüseyin’le
birlikte Mehmet Ali Paşa ile ilişkiler kurumuşlardır. Ancak
Mısır sorununun çözümünden sonra Padişah Abdülmecid bölgeye
ağırlık vermiş, beylerbeyleri değiştirilmiş ve 1844’te
bölgedeki ayaklanmalar bastırılarak, yeni idari düzenlemeler
yapılmıştır. Acara, yukarı ve aşağı olmak üzere ikiye
ayrılmıştır.1851’de de her iki Acara ve Guria, Lazistan
Sancağı şeklinde birleştirilerek teşkilâtlandırılmıştır.
Yönetimi ise Batum kaymakamlığına verilmiştir.
Bu düzenlemelerden kısa bir süre sonra 1853’te Kırım Savaşı
çıkmış ve yine Gürcü bölgeler hareketlenmiştir. Ruslar,
Müslüman Gürcü bölgelere bazı vaatlerde bulunup, hem asker
yardımı almaya ve hem de lojistik olarak yararlanmaya
çalışmışlardır. Osmanlı Devleti’nin bölge komutanları ile
bölgeye gelen İngiliz komutanlar da karşı önlemlere
yönelmişlerdir (Özdemir,2002:163). Ancak bölgede bir takım
zorluklarla karşı karşıya olunmuştur. Bu arada Batum, Livane,Kars
ve Ardahan bölgelerinden,dolayısı ile bölge Gürcüleri’nden
yardım istenmiştir. Osmanlı-Rus savaşları sürerken, sözü
edilen bölgelerden Lazistan birlikleri oluşturulmuş ve Kars’a
kadar uzanan bölgelerde yardımcı olmuşlardır. Müslüman Acara
Gürcüleri de, Osmanlı ordularına yardım etmişlerdir (Özder,
1971:22; Özdemir, 2002:163). Ayrıca bu arada Doğu Bayezid ve
Gümrü üzerinden, Dağistan Türkleri’nin lideri Şeyh Şamil,
Tiflis üzerine yürümüş, Rus ve Gürcü birliklerine önemli
kayıplar verdirilmiş ancak Osmanlı orduları ile bağlantı
kurulamadığı için başarılı olunamamıştır (Özdemir, 2002:164).
Osmanlı Devleti 1855’te, Acara’dan yeniden asker isteyince,
Ruslar’ın etkisi ile Gürcü beylerden tepki olmuş ve yeni
ayaklanmalar başlatmışlardır. Bundan sonraki yıllarda da
Osmanlı Devleti’nin bölgede etkinliğinin azalmaya başlaması
üzerine Gürcü ayaklanmaları artarak sürmüştür. Bu
ayaklanmaların önemlileri 1858,1859 ve 1875’te olmuştur. Ancak
Gürcü beyler arasında kendi iç çekişmeleri olduğundan davranış
birliğini sağlayamıyorlardı. İşte 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı
günlerine gelindiğinde, bölgedeki ortam bu durumdaydı (Karal,1961
C.V:218-245; Özder, 1971:29-30).
Bu tarihlerde artık Müslüman Gürcülerle Hıristiyan Gürcüler
ayrışmış durumdaydılar. Ruslar, Gürcüler ve Ermeniler arasında
muhtariyet kazanma propagandalarını sürdürmekteydiler. Bu
yolla genelde Gürcü ordularından yararlanmışlardır. Örneğin,
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda bir Rus Kafkas kolunun komutanı
General Çavçazade olmuştur. Ancak Gürcülük propagandası,
Müslüman Gürcüler üzerinde fazlaca bir etki yapmamış ve bu
bölgeler genelde Osmanlı ordularına yardımcı olmuşlardır.
Özellikle Batum merkezli olarak önemli yardımlar alınmıştır.
Batum, Artvin, Rize, Ardahan ve Kars bölgelerinde, Türk-Gürcü
karışımı olan birliklerle birlikte Ruslar’a karşı önemli
mücadeleler verilmiştir. Ancak 93 (1293) Harbi adı da verilen
1877-78 Savaşı, Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile
sonuçlanmıştır. Bu Savaş sonrasında 3 Mart 1878’de ki Yeşilköy
Antlaşması’nda 1.4 milyar ve sonra da Berlin Konferansı’nda
azaltılarak 410 milyon ruble karşılığında, Elviye-i Selâse
olarak,Kars ve Ardahan’ın yanında Batum ile bu coğrafya’da yer
alan Artvin, Borçka, Macahel,Meydancık,Şavşat,Ardanuç,Çürüksu,Hopa
ve Kemalpaşa bölgeleri Rusya’ya verilmiştir (Karal, 1962,C.
VIII:4-67; Özder, 1971:29; Özdemir, 2002:163-186).
Böylece 1878-1921 yılları arasında tüm bu bölgeler,
buralardaki Türk ve Türkiye Gürcüleri olarak adlandırdığımız
halklar, Gürcistan’la birleştirilerek Ruslara verilmiştir.
Dolayısı ile Osmanlı Devleti, tüm bu doğu bölgelerini
kaybetmiş oluyordu. Bu işgal döneminde Ruslar, Gürcüleri
kazanmak üzere bu üç sancakta (Batum, Kars, Ardahan ) ve öteki
yörelerde kendilerine sadık yöneticileri kullanmışlardır.
Gürcistan’a siyasal akımları sokmuşlardır. Çeşitli siyasal
akımlar faaliyet göstermiştir. 1.2.ve 3. gruplar şeklinde
adlandırılan faaliyetler olmuştur.
Bunlar arasında 2.grubu oluşturan Marksist Sosyal Demokrat
Parti’de asıl adı Cugaşvili olan Stalin’de yer almıştır (Çiloğlu,1993:64).
İşte 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında, bu bölgelerin Türk
halkı ile Müslüman Gürcüler ( genelde Acaralı ) ,Rus baskısına
uğrama korkusu ve Rus İşgalini kabul etmeme uğruna çok zor
koşullar altında göç etmişlerdir (Erkan, 1996:59-79). Kara ve
deniz yolları ile büyük ölçüde kayıplar verilerek Anadolu’nun
çeşitli yörelerine yapılan bu göçlere “I.Kaçkaç”, adı
verilmiştir. İlk üç yılda bölgeden 120 bin kişi göç etmiştir.
Bu sayı Acara, Batum, Artvin, Borçka, Şavşat ve Ardanuç’dan
yapılan göçlerin sayısıdır. Bu işgal yılları ,”kara günler”
olarak adlandırılmış ve 40 yıl sürmüştür. O yıllarda bölgedeki
Türk ve Müslüman Gürcüler dayanışma içinde olmuşlardır.
I.Dünya Savaşı’da bu koşullar altında yaşanmıştır.
Böylece oldukça uzun bir zaman dilimini oluşturan bu
süreçte,Hıristiyan Gürcülerden farklı kültürel özellikler
kazanmış olan Acaralı Müslüman Gürcüler,bölgede ve Türkiye
genelinde bir Türk-Türkiye Gürcüleri kaynaşması
yaratmışlardır. Bunu Müslümanlık daha da pekiştirmiştir.
Ruslar ise Elviye-i Selâse denen üç sancakta Müslüman olan
Türk-Gürcü halkını azınlığa düşürmek için bu bölgelere Rum ve
Ermenileri yerleştirmeyi planlamışlardır. Ancak Artvin,
Borçka, Macahel ve İmerhev’deki Gürcüler, Türklerle işbirliği
içinde silahlarını bırakmamış, Ruslara karşı ortak bir şekilde
mücadeleyi sürdürmüşlerdir (Özkan, 1968:121; Özdemir,
2002:190-192).
İşgal bölgelerinden Osmanlı topraklarına göç etmek üzere yoğun
bir istek olmuştur. Örneğin, Şavşat’tan 10 köy halkı tümden
göç etmek üzere Nahiye Müdürü Behlül Bey’e vekâlet vererek
isteklerini İstanbul’a iletmişlerdir. Bu yöndeki göç
isteklerine Müslüman Gürcülerde katılmışlardır. Ancak bu
bölgelerin boşaltılmasının yanlış olduğunu gören bölge ileri
gelenleri, halkı ikna etmeye ve göçleri önlemeye
çalışmışlardır. Tavuk-civciv parolası ile halkı ve özellikle
gençleri bilinçlendirmeyi başlatmışlardır. Bunun için milli ve
dini duyguları kullanmışlardır. Halkı, bu işgallerin geçici
olacağı yönünde ikna etmeye çalışmışlardır. Bu konuda her
yörede Türk ve Gürcü nüfuzlu ve aydın kişiler öncülük
etmişlerdir Bu konuda öncülük eden Türk ve Müslüman Gürcü
ileri gelenleri; Artvin’den Remzi (Çağal) Efendi, Şavşat’tan,
Hüseyin, Vehbi, Recai ve Süleyman (Özbek) efendiler,
İmerhev’den Mevlüt Efendi, Ardanuç’tan Abit Efendi, Aşağı
Acara’dan, Davut,Abdullah,İskender ve Numan efendiler, Yukarı
Acara’dan, İsa,Temur ve Cemal kardeşler ve Kula’dan Osman
Efendi olmuşlardır (Özdemir, 2002:212-214). Fakat yine de 93
Muhacirleri olarak adlandırılan bu göçler önlenememiş ve
yıllarca sürmüştür.
Ruslar, bu bölgelerde Tiflis Genel Valiliği’ne bağlı olarak,
Kars ve Batum askerî valillikleri şeklinde örgütleme
yapmışlardır. Artvin Borçka, Ardanuç ve Şavşat’ı kaza şeklinde
ve çoğu Gürcü olan yöneticilerle yönettirmişlerdir. Bazı
köylerde de muhtarlıkları Türklere vermişlerdir. Ruslar, kalan
halka Ruslaştırma politikası izlerken, Müslüman aydın-müftü
gibi ileri gelenler de halkı Müslümanlık dayanışması yönünde
yönlendirmişlerdir. Örneğin; Mehmet Asım Bey, Batum ve
çevresinde çok etkili olmuştur (Özkan,1968:122 vd.).
Ruslar, 40 yıllık o işgal yıllarında bazı köy ve kasabalarda
Rus okulları açmışlarsa da Türk ve Müslüman Gürcülerden ilgi
olmamıştır. Örneğin, Şavşat Satlel ve Balıklı köyünde Rus
okulları açılmış ancak ilgi olmadığı için bir yıl sonra
kapanmıştı (Özdemir,2002:207). Halk çocuklarını medreselere
göndermiş ve Rus asimile politikasına alet olmamışlardır. Buna
Müslüman Gürcülerde aynı duyarlığı göstermişlerdir. İşte
I.Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde o bölgeler bu koşulları
yaşamakta idi. Müslüman Gürcülerden boşalan yerlere Ermeni ve
Rumlar yerleştirilerek yeni bölge dengeleri oluşturulmaya
çalışılıyordu. Bu da yeni yerel çatışmalara neden oluyordu.
Buna karşılık bu bölgelerde Teşkilât-ı Mahsusa’dan gelen bazı
yurtsever subaylar, yerli aydınlarla ilişki içinde karşı
faaliyetlerde bulunuyorlardı. Bunlar arasında Yakup Cemil,
Halit, Bahattin Şakir ve Filibeli Hilmi beyler vardı (Özdemir,2002:
231,234 ve 272; Özder,1971:106).
O günlerde Transkafkasya’da, bir birlik oluşturmak üzere
Tiflis merkezli ”Transkafkasya Federasyonu” kurulmuştu. Bu
kapsamda bölgenin sorunlarını ve sınırlarını görüşmek üzere 14
Mart–14 Nisan 1918 tarihlerinde Trabzon Konferansı
toplanmıştır (Sürmeli,2001:70 vd.; Sarıkaya,2004:118). Bu
Konferans’ta, bir takım kararlar alınmışsa da genelde başarılı
olunamamıştır. Daha sonra yine Transkafkasya Federasyonu’nun
girişimi ile aynı amaçlı ve Gürcü ağırlıklı olarak 11 Mayıs-4
Haziran 1918 tarihlerinde Batum Konferansı toplanmıştır. Bu
konferansa Almanlar, Kafkas politikaları gereği olarak ilgi
göstermişler ve Gürcülerin bağımsızlığına yardımcı olarak,
kendilerine çıkarlar sağlamayı planlamışlardır. Hatta bu
politika, Berlin’de toplanan bir uzmanlar komitesinde
belirlenmiştir (Çolak,2006:243-253).
Batum Konferansı ile Ruslarda yakından ilgilenmişlerdir.
Osmanlı Devleti’de Almanların yanında Konferans’a Halit Bey
Başkanlığında bir heyetle katılmış, bölgedeki Türk ve Müslüman
halkların hakları ile sınırlar savunulmuştur. Bu arada
Müslüman Gürcü temsilciler de Osmanlı heyeti ile birlikte
hareket etmişlerdir.
Batum Konferansı ile Alman-Gürcü yakınlaşması sağlanmış ve
Gürcistan’ın bağımsızlığına giden yol açılmıştır. Almanlar bu
yardım karşılığında bölgede, bir takım avantajlar elde
etmişlerdir. Bu arada bazı bölgelerin de Osmanlı Devleti’nde
kalması sağlanmıştır. Bundan sonra Transkafkasya Birliği
dağılmış ve bölgede Türk-Alman etkinlik mücadelesi
başlamıştır. Bu gelişmelerin ardından Almanlar, Gürcistan’a
girmiş ve 28 Mayıs 1918’de Gürcistan bağımsızlığını ilan
etmiştir (Sürmeli, 2001:103 vd.).
Bu sırada Osmanlı Devleti, dağılan Kafkasya Birliği’nin üç
devleti olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’la birer
antlaşma imzalamıştır.4 Haziran 1918’de imzalanan Türk-Gürcü
Antlaşması’nı Türkiye adına Vehip Paşa ve Halil Bey, Gürcistan
adına da Gavazava ve Ritkilazade imzalamışlardır. Bu
antlaşmalarla o bölgelerdeki Türk varlığı ile sınırlar ve
haklar teyit edilmiştir (Sürmeli, 2001:148 vd.).Ayrıca o
günlerde bölgede bir farklı gelişme olarak “İslâm Gürcistan'ı”
kurma çalışmalarının yapıldığını görüyoruz. Trabzon’da
kurulmuş olan Gürcü Milli Komitesi ile Osmanlı temsilcileri
arasında yapılan görüşmelerden sonra 18 Haziran 1918’de,
Ruslar’dan gizli olarak bir antlaşma daha imzalanmıştır (Özder,
1971:181). Bu Gürcü Milli Komitesi,”Üç Sancak” haklarını
Gürcüler adına, Osmanlı Devleti lehine kabul etmiştir. Yapılan
protokolde, Osmanlı Devleti, Gürcistan’ın bağımsızlığını kabul
ediyordu. Karşılığında da Gürcü Komitesi, sınırlar ve bölgede
ki Türk ve Müslüman varlığına bir takım güvenceler veriyordu.
Bu antlaşma ile sınırlar ve karşılıklı haklar, Sami İlter’in
hatıralarından alınıp Vakit Gazetesi’nin 31 Ocak 1946’da
yayınlandığını, Adil Özder naklen vermektedir(Özder,
1971:182-184). Ancak buna rağmen bölgede birçok sorun askıda
olmuştur. Örneğin, Ermeni-Gürcü ilişkileri ve sorunları
çözümsüz halde idi.
Bu şekilde ki Osmanlı-Gürcü yakınlaşması ile bir İslâm
Gürcistan’ının kurulması amaçlanmıştır. Bunu sağlamak için
Artvin ve çevresinde yoğun propagandalar yapılmış ve yerli
bazı sözü geçen kimseler ikna edilmeye çalışılmıştır.
Artvin’de Kadir Ağa’yı bunu sağlamak üzere kurulacak alayın
komutanlığına ve Ardanuç Müftüsü Mehmet Remzi (Çağal) Efendiyi
de bu alayın müftülüğüne getirmek üzere Tiflis ve Batum’a
çağırırlar. Hatta Kadir Ağa’ya madalya vererek iknaya
çalışırlarsa da kabul etmedikleri için bu planda başarılı
olunamaz(Özder,1971:101-104). Ayrıca bunu sağlamak için Ermeni
baskı ve katliamları kullanılmıştır. Gürcü Komitesi bu
çalışmaları yaparken, Batum’da Mehmet Bey liderliğinde bir
“İslâm Gürcistan Cemiyeti” kurulmuş ve o da bu yönde
çalışmalar yapmıştır. Bir yandan bu çalışmalar yapılırken, öte
yandan bu bölgelerde Nuri Paşa , Filibeli Hilmi Bey ve Halit
Bey bu çalışmaları gözleyip kontrol altında tutmuşlardır. Bu
yöndeki çalışma ve propagandaların, bu bölgeleri Gürcistan’la
birleştirmeyi amaçladığını tesbit eden bu kişiler durumu Kâzim
(Karabekir) Paşa’ya iletmişlerdir. Bu arada Batum’a İngilizler
çıkmış ve Nuri, Halit ve Hilmi beyleri yakalamak üzere takibe
geçtiklerinden bu ilgili kişiler, Şavşat-Oltu üzerinden
Erzurum’a geçmişlerdir. Böylece İslâm Gürcistan'ı planının,
bölge halkını ikna ederek, Gürcistan’la birleşmeyi
amaçladığını öğrenen Kâzim (Karabekir) Paşa,durumu 11 Mart
1920’de Harbiye Nezareti’ne ve ilgili kolordulara bildirerek
önlem alınmasını istemiştir (Özder,1971:195-197; Özdemir,2002:
273 vd.).
Almanya ile Osmanlı Devleti, öteden beri Transkafkasya’da
Gürcü komitesi ile de işbirliği yaparak, Gürcüleri
ayaklandırma politikasını izliyorlardı. Bu konuda Enver Paşa
ile Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Wangenheim
birleşiyorlardı. Ancak Wangenheim ve bölge ile ilgilenen
askeri temsilcileri, Almanya adına Kafkasya’daki petroller ve
öteki yeraltı zenginliklerini önemsiyorlardı. Enver ve Talat
paşalar ise öncelikle Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’u
kurtarmak istiyorlardı. Bununla Devlet’in o bölgelerdeki
prestiji artacak ve daha ilerisi için de yol açılacaktı. O
nedenle Almanlara, Kafkasya ve ilerisi için öneriler
yapıyorlardı. Ayrıca bu politikalar çerçevesinde
Transkafkasya’da bir Müslüman devletin de oluşturulabileceğini
düşünüyorlardı. Bu önerilere Alman makamları sempati ile
bakmakla birlikte, Enver Paşa’nın daha ileriye yönelmesine pek
sıcak bakmıyor ve oyalama politikasını izliyorlardı. Böylece
Osmanlı Devleti’nin bu bölgelerde faaliyet gösteren Halil,
Nuri ve Vehip paşalarla, Alman generali Von Lossew ve Kühlman
vb.temsilcileri arasında farklı tavsiyeler yapılmakta idi.
Dolayısı ile Osmanlı Devleti’nin faaliyetlerinin daha çoğu
Güney Kafkasya ile sınırlı olması istenmekteydi. Nitekim
1918’de Alman-Rus Antlaşması ile bölgedeki Alman politikası
sona erdiğinde, Gürcistan’ın bağımsızlığı tanınmıştır.
Görüldüğü gibi savaş süresince devletler, üst ve ileri
politikalar peşinde koşarken, bölge halkı çok yönlü baskılar
altında kalmıştır. Böylece de bölge halkı ya göç etme ya da o
bölgelerde kalıp mücadele etme gibi seçenekler arasında ki
zorlukları yaşamıştır.
Elviye-i Selâse olarak adlandırılan Batum, Artvin Ardahan ve
Kars’ta 16 Ağustos 1918’de yapılan halk oylamasında, Batum’da
oy kullanma durumunda olan 4.312 kişiden 2.669’u Türkiye’yi
istemiş,160 kişi hayır demiş ve 1483 kişi de çekimser
kalmıştır. Artvin’de, oy kullanma durumunda olan 16.317
kişiden 16.309’u Türkiye’yi istemiş ve 3 kişi red oyu
vermiştir. Üç sancak genelinde ise 87.048 kişiden 85.129’u
Türkiye’yi istemiş,441 hayır oyu vermiş ve 1693 kişi de
çekimser oy kullanmıştır. Kırk yıl Rus ve Gürcü işgalinde olan
bu bölgelerdeki durum böyledir (Kurat, 1990:491-492; Sürmeli,
2001:229).
I.Dünya Savaşı (1914-1918) boyunca Rus ve Ermeni savaş ve
baskıları altında bu bölgelerin halkı çok zor koşulları
yaşamıştır. Açlık ve sefalet içinde kalan halk, tekrar
bölgeden göç etmeye başlamıştır (Karal, C.XI,1999:525-529;Özdemir,2002:247).
Dolayısı ile bu göçlerin içinde, Müslüman Gürcülerde yer
almıştır. Ancak 1917’de Rusya’da Bolşevik İhtilali olmuş ve
Ruslar savaştan çekilme durumunda kaldıklarından, bölgedeki
baskıları da yavaşlatmışlardır. Bu arada Gürcistan, Almanya’ya
yaklaşmış, 28 Mayıs 1918’de Almanya ile ve 4 Haziran 1918’de
de Osmanlı Devleti ile antlaşmalar yaparak sınırlarını
belirlemiştir. Bu antlaşmaların ardından Tiflis’te Noe
Jordania başkanlığında bir hükümet kurularak bağımsızlığını
ilan eden Gürcistan, Paris Konferansı’nda 22 ülke tarafından
tanınmıştır (Sürmeli,2001:137ve 616; Çolak, 2006:94-106; Kurat,1990:468
ve 491). Daha sonra 7 Ocak 1920’de de Sovyetlerle bir antlaşma
yapılmıştır. Ancak Gürcistan’ın bağımsızlığı kısa sürmüştür.
Stalin ve Orkonikidze yönetimindeki Kızıl Ordu, Gürcistan’a
girerek Meşvenek Hükümeti’ni yıkmış ve 25 Şubat 1921’de
Gürcistan’ın bağımsızlığına son vermiştir.Böylece Gürcistan’da
Sovyet yönetimi kurulmuştur (Sürmeli,2001:694-696).
Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçtiğinde Havza’da ve
Erzurum’da Sovyet temsilcileri ile görüşmüştür (Gürün, 1991:11
vd.).O günlerde bir Türk heyeti Tiflis’e gitmiştir (Tengirşek,1981:197).Bu
arada 1920’de bir Türk birliği tarafından Batum işgal
edilmiştir (Artvin Yıllığı,1973:37-38). Sivas Kongresi
günlerinde Mustafa Kemal Paşa, Halil Paşa’yı görüşmeler
yapması için batum üzerinden Moskova’ya göndermiştir(Taylan,1972:24
vd.). Bu sıralarda Doğu Karadeniz’de, Rize-Batum arasında da
bölge için mücadeleler verilmekteydi (Gökbilgin,1959:77 vd.).
Yine o günlerde Ermeni Dışişleri Bakanı Okancanyan,Çiçerin’e
bir mektup yazarak, Türklere karşı işbirliğini önermiştir.Daha
sonra da bu kanuda görüşme yapılmıştır (Cebesoy,1955:93-94 ve
181-182; Tengirşek,1981:162).
Aralık 1920 ortalarında Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı
Bekir Sami Bey Moskova ziyareti dönüşünde Tiflis’e gelmiştir.
Tiflis’te, Gürcistan yetkilileri ile resmi görüşmeler yapmış
ve Ankara’da elçilik açılması kararlaştırılmıştır. Bunun
üzerine Sovyet yönetiminin izni ile 31 Aralık 1920’de
Gürcistan Elçisi olarak Simon Mdivani Ankara’ya gelmiştir.
Mdivani,8 Şubat 1921’de Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul
edilmiş ve güven mektubunu sunmuştur. Mustafa Kemal’le Mdivani
arasında samimi bir görüşme yapılmış ve karşılıklı olarak
tanınmanın önemi üzerinde durulmuştur. Aynı bölgede sınır
komşuluğunu ve bunun önemini vurgulayan Mustafa Kemal Paşa,
karşılıklı olarak dostluk ve dayanışmanın gerekliliğini ifade
etmiştir. Böylece Ankara’da ilk elçilik kuran Gürcistan’la
yakın bağların kurulmasını isteyen Mustafa Kemal, bu dostluk
ve komşuluğa vermiş olduğu önemi şu sözlerle dile getirmiştir
; “ Bizi Gürcistan ile birleştiren yalnız sempati değil,aynı
zamanda hedeflerimizin de bir olmasıdır.Güçlü bir doğuya
ihtiyaç var.Özellikle güçlü bir Kafkasya’ya.Kafkasya’da ise en
önemlisi ulus olan Gürcülerin,güçlü olmasına ihtiyaç
var.Bize,güçlü ve bağımsız bir Gürcistan lazım.Biz
Kafkasya’nın diğer ülkelerinin de bağımsız olabilmeleri için
Gürcistan ile birlikte çaba sarfetmeliyiz” diyor
(Nutuk,1989:327; Aral,1968:7; Bayur, 1938:69; Kocatürk,
1988:236;Sürmeli, 2001:620 vd.).
Anadolu’da Türk Kurtuluş Savaşı verilirken, önce 16 Mart
1921’de Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır
(TBMMZC,1958, C.XI:332-333). Bunun üzerine Artvin ve Ardahan
bizde kalacak ve Batum Gürcistan’a bırakılacaktır (TBMMZC C.IX,
1954: 66; Aralov,1967:30; Karabekir,1988:385-386;Harp Tarihi
Dergisi,1964:26). Bunun ardından Gürcistan’la ilişkiler
kurulmuştur (Karabekir,1988:504-508). Daha sonra Sakarya
Zaferi’nin kazanılması üzerine Kars’ta, Kafkas Cumhuriyetleri
Konferansı toplanmış ve 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması
imzalanmıştır. Bununla, Moskova Antlaşması daha da
genişletilmiş, Sovyet yönetimi altındaki cumhuriyetler ve
Gürcistan’la sınır çizilmiştir. Buna göre Batum Gürcistan’da,
Artvin, Kars ve Ardahan Türkiye’de kalmıştır (Bıyıkoğlu,
1958:21, 22, 31; Soysal, 1983:41-47). Bu süreçte Türk orduları
Acara ve Batum’dan çekilirken, o yörelerdeki Türk ve Müslüman
Gürcüler’de Türk bölgelere göç etmişlerdir. Böylece bölge 40
yıllık kara günlerden kurtulmuştur. Aynı zamanda da Türkiye
Gürcüleri’nin, Gürcistan’la olan bağları tamamen sona
ermiştir.
Böylece Atatürk,1920-21’lerde giderek Sovyet kontrolü altına
girmekte olan Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve siyasal
birliğine önem verdiğini göstermiştir. Bu arada TBMM Hükümeti,
Kâzim (Dirik) Bey’i Tiflis’e elçi olarak göndermiştir
(Sürmeli,2001:712). Bu iyi ilişkilere bağlı olarak 1921’de
sınırlar çizilirken de bu iyi niyet kendini göstermiştir.
Zorluğu ve TBMM’deki bölge milletvekillerinin muhalefetine
karşın Batum Gürcistan’a verilmiştir. Halkı Türk ve Müslüman
Gürcülerden oluşan Artvin ise bizde kalmıştır. Batum ve
çevresindeki Türk ve Müslüman Gürcülere de, Türkiye’ye göç
imkanı tanınmıştır. O günlerde Türkiye bir dizi savaşları
kazanmış ve güçlü konuma gelmeye başlamıştı. Ermeni sorununu
Gümrü Antlaşması ile halletmişti. Dolayısı ile bu konumun
bölgede ki etkileri gözle görülür hale gelmişti.
Türkiye o yıllarda aynı zamanda Transkafkasya’da ki gelişmeler
karşısında, Gürcistan üzerindeki Sovyet-Bolşevik tehdidi ile
Gürcistan-Ermeni dayanışmasını önlemek istemiştir. Bu bakımdan
Gürcistan’ın bağımsızlığı Türkiye için önem taşıyordu. İşte
bunun için bölge koşulları gereği olarak Türkiye-Gürcistan
arasındaki iyi niyet ve iyi ilişkiler iki taraf için de önemli
idi. Ancak ne var ki bunun ardından Gürcistan, Sovyetler
Birliği tarafından işgal edilecek ve bundan sonraki ilişkiler
Türk-Sovyet ilişkilerinin gölgesi altında yürütülecektir.
V. Türkiye Gürcüleri’nde Sosyal ve Kültürel Yaşam
Türkiye Gürcüleri’nin sosyal ve kültürel yaşamları
üzerinde kısaca duracak olursak :
17. ve 18. yüzyıllarda Müslümanlığı benimseyen Güneybatı
Gürcistan Gürcüleri, Hıristiyan Gürcülerden giderek
kopmuşlardı. Zira din faktörü, etnik özelliğin önüne
geçmiştir. O nedenle Müslüman Gürcüler, Türklerle daha çok
kaynaşmışlardır. Bunu Hanefi Mezhebinde olma daha da
hızlandırmıştır. Çünkü bunun bir ölçüde Osmanlı devlet
politikası ile yakından ilişkisi vardı. Daha sonra Türkiye,
cumhuriyet yönetimi içinde farklı etnik grupları bir pota
altında birleştirirken, öteki Kafkas kökenli unsurlar gibi
Gürcülerle de bütünleşmiştir. Türkiye Gürcüleri de, Atatürk’ün
“Türkiye Cumhuriyeti kimliğini taşıyan ve kendisini Türk
olarak gören herkes Türk'tür” sloganını kabul etmişlerdir. Hiç
bir şekilde etnik bir farklılık gözetmeden Türkiye
Cumhuriyeti’ne ve İslâmî değerlere bağlı olarak Anadolu’nun
çeşitli yörelerinde yaşantılarını sürdürmektedirler.
Osmanlı döneminden beri Anadolu’ya göç eden Müslüman Gürcülere
yerleşme, vergi, askerlik vb. kolaylıklar sağlanmıştı. Ancak o
yıllardaki yol, ulaşım ve sağlık gibi sorunlar karşısında bazı
zorluklar yaşanmış ve kayıplar vermişlerdir. Daha çoğu
Karadeniz ve Anadolu’nun yüksek yerlerine yerleşmişlerdir.
Zamanla da o yörelerin koşullarına intibak etmişlerdir (Özder,1971:148;
Özdemir,2002:246;Çiloğlu, 1993:82). Bu yörelerde etnik
farklılık gözetmeksizin, dil, giyim, yemekler vb. konularda
Türk-Müslüman gelenekleri ile uzlaşmacı olmuşlardır. Bazı
geleneklerini, Müslümanlıkla uyuşacak şekilde yaşatmaya özen
göstermişlerdir. Bu şekildeki uyum daha önceki yıllarda
genelde Acara bölgesinde ya da Batum ve çevresindeki yaşantıda
kazanıldığı da söylenebilir. Çünkü o bölgelerde yüzyıllara
varan birliktelik olmuştur. Türk ve Müslüman gelenekleri de o
yörelerde etkiler yapmıştır. Zaten Müslümanlığın benimsenip
yaygınlık kazanmasının nedeni de bu olsa gerekir. O nedenle o
bölgelerden Anadolu’ya yapılan göçler, Türk, Müslüman ve Gürcü
karışımı şeklinde olmuştur. Bundan ötürüdür ki, tarihi süreç
içinde Anadolu’ya ne kadar Gürcü ailesinin göçettiği kesin
olarak bilinememektedir. Cumhuriyet dönemimizde, Türkiye
Gürcüleri daha rahat ve hiç bir ayırım görmeksizin Anadolu
Türk siyasal ve kültürel yapısı ile daha çok kaynaştıklarından
bu sayıyı belirlemek zordur. Bu gün için, aşağıda, yoğun
olarak yaşadıkları bölgeleri verirken bir ölçüde sayılar da
ortaya çıkabilecektir. Bir ölçüde de yaşattıkları sosyal ve
kültürel özellikleri görülebilecektir (Çiloğlu, 1993:81 vd.).
Genelde tarihsel süreç içinde Gürcüler, komşu uygarlıklardan
ve işgale uğradıkları uluslardan etkilenmişlerdir. Çok
kültürlü ve sürekli akın ile işgaller altında kalan Kafkas
coğrafyasında bu etkilenme doğaldır. O nedenle birçok
doğrultuda olduğu gibi dil üzerinde de etkileri olmuştur.
Nitekim bazı sözcükler değişik kültürlerle benzerlikler
göstermektedir. Bu etkileşim daha çoğu Kafkasya üzerinde
etkili olan Türk kökenli kavimlerle olmuştur. Müslümanlığın
kabulü ve Osmanlı egemenliği döneminde bu etkileşim daha da
artmıştır. Cumhuriyet dönemimizde ise Türkiye’deki bütünleşmiş
yaşantı ile orantılı olarak benzer motifler daha da azalmış ve
Türkçe sözcükler benimsenmiştir (Çiloğlu, 1993:81 vd.).Bu,
şahıs isimlerinden yer adlarına kadar her alanda görülür.
Anadolu’ya göç eden Gürcüler, son derece dindar idiler. Belki
de göç etmelerinin ana nedeni bu olmuştur. Bir daha geriye
dönmemek üzere kalıcı olarak geldiklerinden, kurdukları
köylerde oldukça mükemmel cami ve okullar yapmışlardır. Cami
ve okullarda kız ve erkek çocuklar birlikte eğitiliyorlardı.
Evlerini ve öteki yapıtlarını Kafkas kültürü gereği olarak
ahşaptan yapmışlardır. İnce ustalık örnekleri ile kendi
kültürleri ve yerleştikleri dağlık yörelerin özelliklerini
birleştirmişlerdir. Evlerin yanında ürünlerin saklandığı
serenler yer almıştır (Çiloğlu, 1993:81-89).
Türkiye’ye göç eden Gürcüler, önceleri genelde tarım ve
hayvancılıkla uğraşır olmuşlardır. Her türlü araç-gereci
kendileri yapmışlardır. İpek, kendir, keten üreterek ip, iplik
ve elbise ihtiyaçlarını kendileri karşılamışlardır. Mısır ana
üretim olarak yerini korumuştur. Ekmeği pileki içinde
pişirmekte idiler. Türkiye Gürcüleri, özellikle tarım ve
hayvancılık alanında çok başarılı olmuşlardır. Birbirlerine
bağlı ve kalabalık aileler biçiminde yaşamışlardır. Yaptıkları
işlerde meci ve ya imece şeklinde birbirleriyle yardımlaşma
geleneğini sürdürmüşlerdir. Kafkaslar’dan getirdikleri bazı
ürünleri hala üretmekte ve yaşatmaktadırlar. Fındık da ana
uğraşılarından biri olmuştur. Bu gün de aynı uğraşı içinde
olanların sayısı çoktur. Fındık ağacı kabuklarından ve
çalılardan sepet yapmaktadırlar. Ayrıca arıcılıkla
uğraşmaktadırlar.
Büyük kentlerde okuyan gençler, bölgeleri ve bu uğraşılarından
kopmamaktadırlar (Çiloğlu, 1993:85).
Türkiye Gürcüleri arasında yüksek köylerde yaşayan kadınlar,
eski giyim ve geleneklerini sürdürmektedirler. Şehirleşme
süreci içinde ise gerek evlenme, gerek giyim vb. hiç bir
ayırım içinde olmamışlardır (Çiloğlu, 1993:85). Genelde kent
yaşantısı içinde olanların çoğu, yalnızca ailelerinin Gürcü
kökenli olduğunu anımsarlar. Onun ötesinde her hangi bir
ayrıcalık düşünmezler. Dolayısı ile toplumda tam bir kaynaşma
içinde olarak her kesimle kız alıp verirler. Bu konuda hiç bir
ayırım gözetmezler. Tam anlamı ile Anadolu Türk halkı
olmuşlardır. Bu, hiç bir şekilde asimile edilmişlikten
kaynaklanmamaktadır. Onlar, Anadolu’yu yurt ve kimliklerini
Atatürk’ün istediği gibi Türk olarak kabul etmişlerdir.
Türkiye Gürcüleri arasında Türkçe yanında, kendi aralarında
ikinci dil olarak Gürcüce de yaşatılmaktadır. Ayrıca yine
kendi aralarında özel aile ad ve lakapları da
kullanılmaktadır. Örneğin; Pançize, kurdikize, meshaze,
soykaze, kurikize, obnize vb. eski özel aile tanımlamaları da
yaşatılmaktadır. Yine mahalli olarak bazı yörelerde Gürcüce
olarak verilmiş olan yer adlarına da rastlanmaktadır. Ancak
şehirleşme sürecinde ve evlenmeler dolayısı ile bu etkiler
giderek azalmaktadır.
Kafkasya tarihinde Gürcüler, çeşitli kavimler arasında en çok
Türk kökenli (Hun, Oğuz, Kıpçak, Malkar, Azeri ve Osmanlı)
kavimlerin etkisinde olmuşlardır. O nedenle birçok sözcük
benzerlikleri, kırılmalarla kaşılıklı kültürlerde yer
almıştır. Örneğin Gürcü dilinde a,e,i,o,u gibi sesler varken,
Türkçe’deki ı,ö,ü gibi sesler yoktur. Bu bakımdan, Türkçe veya
başka dillerden Gürcüce’ye geçen sözcüklerdeki ı,ö,ü,sesleri
i,o,u seslerine dönüşmüştür. Genelde Gürcüce’ye geçen
sözcüklerin sonuna i sesi eklenmektedir. Bu yaklaşımla, bu
günkü Gürcü dilinde yaşayan Türkçe sözcüklere örnek olarak
şunları verebiliriz; Aslan (aslani), bayrak (bayragi), ark (arkhi),
tütün (tütüni), ocak (ocahi) vb. Bu tip örnekler doğal olarak
daha da çoğaltılabilir. Yine Türk kavimlerinin çeşitli eşya
adları da Gürcü dili ve kültüründe yer aldığı görülür.
Bunlarla ilgili bazı örnekler olarak; tabanca (tambaça-dambaça),
düğme (dukme-tokma), kalpak (papak), düdük (duduki) vb.
verebiliriz. Genelde tüm bu etkileşimde Oğuz, Arap, İran ve
Osmanlı kültürel izlerini bulmak mümkündür. Bu etkileşimde
Türk izleri daha da çoktur. Ancak bunda günümüzden 2500-3000
yıl gerilere kadar gidilecek olan Orta Asyalı Türk
kavimlerinin etkileşimi söz konusudur. Bunu 12 hayvanlı türk
takviminden, alınan çeşitli adlara kadar görmek mümkündür.
Dolayısı ile bu uzun tarihi süreç içinde ki etkileşimin net
bir şekilde ortaya konulması da zordur. Bunu bölgedeki tarihi
kalıntıların azlığı daha da zorlaştırmaktadır.
Günümüzde Gürcistan dışında, Türkiye, ABD, Fransa, İran,
Azerbaycan, İsrail, Avusturya, Rusya Federasyonu ve İsveç gibi
ülkelerde çok sayıda Gürcü bulunmaktadır (Çiloğlu, 1993: 95).
Ancak bu gün bu ülkeler arasında Gürcistan dışındaki
Gürcülerin en çok bulundukları ülke Türkiye’dir. Gürcülerin
Türkiye’ye gelişi yukarıda da anlatıldığı gibi 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı ile hızlanmış ve 1921’de sınırın çizilmesi
ile sonuçlanmıştır. Cumhuriyet dönemimiz boyunca, Türkiye’deki
Gürcülerin sayısı tam olarak belirlenmemiştir. Buna gerek de
bulunmamaktadır. Ayrıca verilen bazı abartılı rakamlar da
doğru değildir. Yapılan nüfus sayımlarında anadili Gürcüce
olanların sayısı şöyledir; 1950’de 72 bin 604, 1955’te 51 bin
982, 1960’ta 32 bin 944 ve 1965’te 34 bin 330 olarak
görülmektedir (TİK.1965). Ancak 1965 sayımında,48.976 kişi de
ikinci dil olarak Gürcüce’yi bildiğini belirtmiştir. Buna göre
en yüksek rakam olarak 83.306 olarak kabul edilebilir
(Cumhuriyet 18 Mart 1969). 1965 nüfus sayımına göre bazı
illerdeki Gürcülerin sayıları: Artvin’de 7 bin 698, Ordu’da 4
bin 815, Samsun’da 2 bin 350, Giresun’da 2 bin 029, Amasya’da
1 bin 378, Bolu’da 1 bin 543, Sakarya’da 4 bin 535, Bursa’da 2
bin 938, Kocaeli’de 2 bin 755, Balıkesir’de bin 281, Sinop’ta
bin 144, İstanbul’da 849 ve Tokat’ta 412 olarak verilmiştir.
Ancak 1965 nüfus sayımının sonuçları 1969’da yayımlanmıştır.
Bu gün için bu sayılar haliyle geçerli olamayacaktır. Ancak
daha sonraki yıllarda bu yönde sayıları belirleyen
araştırmalar yapılmamıştır.
Bu gün itibarı ile Gürcülerin Türkiye’deki dağılımı aşağıdaki
gibidir (Çiloğlu,1993:106).
Amasya; Merkez ve bağlı 6 köy, Taşova merkez ve 3 köy
Artvin; Merkez ve bağlı 1 köy, Borçka merkez ve bağlı
13 köy, Camili (Maçahel) merkez ve bağlı 5 köy, Göktaş (Murgul)
ve bağlı 9 köy, Muratlı merkez ve bağlı 3 köy,Şavşat merkez ve
bağlı 6 köy,Meydancık bağlı 14 köy,Yusufeli merkez ve bağlı 6
köy. Balıkesir; Merkez ve bağlı 2 köy, Gönen merkez ve bağlı 7
köy, Manyas ve bağlı 6 köy, Susurluk merkez ve bağlı 2 köy.
Bolu; Bolu merkez, Düzce merkez ve bağlı 6 köy.
Bursa; Merkez ve bağlı 3 köy, Gemlik ve merkeze bağlı 8
köy, İnegöl merkez ve bağlı 34 köy, İznik ve bağlı 3
köy,Orhangazi merkez ve bağlı 2 köy.
Çanakkale; merkez ve bağlı 4 köy.
Düzce; Merkeze bağlı 7 köy.
Giresun; Merkez ve bağlı 6 köy.
İstanbul; Merkez ve bağlı 5 köy, Şile ve bağlı 5 köy.
Kocaeli; Merkez ve bağlı 8 köy, Gölcük merkez ve bağlı
5 köy, Kandıra ve bağlı 2 köy, Karamürsel merkez ve bağlı 3
köy.
Ordu; Merkez ve bağlı 10 köy, Fatsa merkez ve bağlı 5
köy, Ünye merkez ve bağlı 6 köy, Çaybaşı 8 köy, Gölköy,8 köy
ve Yenikent 6 köy.
Rize; Merkez ve bağlı 2 köy.
Sakarya; Merkez ve bağlı 1 köy, Akyazı merkez ve bağlı
7 köy, Geyve ve bağlı 6 köy, Karasu ve bağlı 3 köy, Sapanca ve
bağlı 7 köy.
Samsun; Merkez, Çarşamba merkez ve bağlı 7 köy, Havza
merkez ve bağlı 2 köy, Ladik merkez ve bağlı 3 köy, Terme
merkez ve bağlı 7 köy.
Sinop; Merkeze bağlı 6 köy, Erfelek 5 köy.
Tokat; Merkeze bağlı 2 köy, Niksar merkez ve bağlı 7
köy, Turhal merkez ve bağlı 1 köy,Reşadiye merkez ve bağlı 2
köy.
Yalova; Merkez ve bağlı 3 köy.
Böylece görüldüğü gibi Türkiye Gürcüleri, Anadolu’nun birçok
yerine dağılmış olarak belli bölgelerde yaşantılarını
sürdürmektedirler. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Türkiye’ye
göç eden Müslüman Gürcüler daha çoğu dağlık yörelere yerleşmiş
ve kendi geleneklerine göre yerleşim yerleri (köyler)
kurmuşlardır. Köylerde yaşayanlarda dil, giyim, araç-gereç ve
yetiştirdikleri ürünler hala Kafkas özelliği göstermektedir.
Bursa Oylat’ta konuştuğum yaşlı Gürcüler, Batum ürünlerini
üretmeyi sürdürdüklerini ifade ederek göstermişlerdir. Nitekim
sattıkları tezgâhlarda o yörelerin ürünleri bulunmaktaydı.
Kentlerde ise bu birliktelik ve gelenekler zayıflamıştır.
Türkiye Gürcüleri,1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan itibaren
Anadolu’ya göç ederlerken, kalıcı olarak gelmişlerdir. O
nedenle her türlü özellikleri ile gelmişlerdir. Hiç bir baskı
görmeksizin, iyi bir ilgi ile karşılanıp yerleştirilmişlerdir.
Hatta o savaş yıllarında, bölgede bulunan Türk unsurlarla
birlikte göç etmişlerdir. Örneğin, Acara, Batum, Artvin vb.
yörelerden Türk ve Gürcü gruplar, I.ve II.Kaçkaç olarak
adlandırılan gruplar olarak, 93 Muhaciri gibi ortak bir adla
Anadolu’ya gelmişlerdir. Karadeniz ve Anadolu Türk halkı
onlara kucak açmış ve her türlü yardımı yapmıştır. Kurutuluş
Savaşı yıllarında bile Anadolu’ya gelen Gürcü göçmenlere
yardımcı olunduğu gibi, Sovyet işgali altına girmiş olan
Gürcistan’la da yukarıda anlatıldığı gibi yakın ilişkiler
kurulmuştur (Sürmeli 2001:612; Özdemir,2002:312-316).
Sonuç
Türk-Gürcü ilişkileri, Orta Asyalı Türk kavimleri ile başlamış
olup, bundan yaklaşık 2500 yıl öncelerine kadar inecek
derinliğe sahiptir. Transkafkasya ve bu coğrafya içinde yer
alan Gürcistan, tarihi boyunca birçok kereler çeşitli Türk
kavimlerinin egemenliği ve etkisi altında kalmıştır. Hun,
Hazar, Kıpçak, Selçuklu ve Osmanlı gibi. Bu ve diğer
kavimlerle olan ilişkiler, Gürcistan’ın siyasal, sosyal,
ekonomik ve kültürel gelişmesinde önemli ölçüde rol
oynamıştır. Özellikle kuzeyli Türk boylarının, tüm
Transkafkasya’da olduğu gibi, Gürcistan üzerinde de birçok
yönden etkileri olmuştur. Nitekim Gürcülerin yaşamında
özellikle Oğuz Türklerinin kültürel motiflerinden pek çok
izler vardır. Bu izlerin, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde
daha da artarak devam ettiği görülür. Ancak bölgenin özelliği
nedeni ile bu izleri bulmak çok zordur.
Kafkasya tarihi, tarihin çok eski dönemlerine gitmekle
birlikte, bölge hakkında fazlaca bilgi toplanamamaktadır.
Çünkü bölgede orman bolluğu olduğundan, ahşap kültürü yaygın
olmuştur. Tüm yapılar ahşap ve bölge çok yağışlı, karlı ve
nemli olduğundan bölge tarihini aydınlatacak olan kalıntılar
günümüze ulaşamamıştır. Dolayısı ile ahşap kültürüne dayalı
olan kalıntıların ömrü bir kaç yüzyılı öteye geçememektedir.
Ayrıca Kafkasya çok verimli topraklara sahip olduğu için, o
çağlarda çokça saldırılara uğrayarak yakılıp yıkılmıştır.
Diğer yandan bölgede fazlaca arkeolojik araştırmalar da
yapılmamıştır. O nedenle tüm Transkafkasya’daki kavimlerin
olduğu gibi, Türk-Gürcü ilişkilerinin eski dönemleri de
tarihin derinliklerinde kalmıştır.
Konumuz olan Türk-Gürcü ilişkilerinin tarihi, Lala Mustafa
Paşa’nın Transkafkasya olarak adlandırılan Güneybatı
Gürcistan’ın fethedilmesi ile 1578’de başlar. Ancak asıl
Müslüman Gürcülerin yakın tarihi ise Yavuz dönemi ile
başlamaktadır. Bilindiği gibi önceleri kendi bölgelerinde
yaşayan Müslüman Gürcüler, zamanla bölgedeki çatışmaların
etkisi ile Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. Ancak yine de
Batum ve çevresi uzun süre Müslüman Gürcülere merkezlik
yapmıştır. Kırım Savaşı’yla başlayan süreç, 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı ile tüm Doğu Karadeniz’de olduğu gibi,
Gürcü bölgelerde de mevcut dengeyi bozmuştur. Bu tarihlerde
bölge Rus işgali altına girdiği için, Acara, Batum ve Artvin
bölgelerinden I.ve II. Kaçkaç gibi adlarla Anadolu yönünde çok
zor koşullar altında göç olayları yaşanmıştır. Dolayısı ile
bölge 40 yıl süren ve “kara günler” olarak adlandırılan Rus
işgalini yaşamıştır. Bu süre içinde bölgede Rus, Ermeni ve
Gürcü mücadeleleri yanında İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal
girişimleri yaşanmıştır.
Kurtuluş Savaşı ile başlayan süreçle bölge kurtarılıp 1921’de
sınır çizilince, Artvin çevresinde kalarak direnen Türk ve
Müslüman Gürcüler rahata kavuşmuşlardır. Bu tarihten itibaren
Gürcistan’la tamamen kopan Türkiye Gürcüleri, Anadolu’nun
çeşitli yer ve yörelerine yerleşerek yeni hayat ve yeni
coğrafya’ya intibak etmeye başlamışlardır.
Bu gün Artvin bölgesindeki yerli Müslüman Gürcüler ile
Karadeniz ve Anadolu’ya yayılmış olanların bir kısmında
(köylerde) yer adları, yetiştirdikleri ürünler, giyim,
kullandıkları araçlar, bazı gelenekler vb. yaşatılmaktadır.
Ancak kent yaşamında ve büyük çoğunlukta bu izler
kaybolmuştur. Evlenmeler, iş hayatı ve yaşamakta oldukları
dağınık coğrafya da bu eski izleri azaltmaktadır. Çünkü
Türkiye Gürcüleri, evlenmeler ve benzeri durumlarda ayrıcalık
düşünmediklerinden, Anadolu Türk kültürüne tam anlamda entegre
olmuşlardır. Zaman içinde yeni kuşaklar da bu bütünleşme daha
hızlı olmuştur. Zaten Atatürk önderliğinde Anadolu coğrafyası,
değişik kültürleri birleştirerek, Türk ve Türkiye Cumhuriyeti
olgusunu oluşturmuş ve üniter devletini yaratmıştır.
Kısaca; Bu gün Türkiye Gürcüleri, Atatürk’ün işaret ettiği
doğrultuda Türklüğü tam anlamı ile benimsemiş ve Anadolu
coğrafyasına intibak ederek rahat bir yaşantı sürmektedirler.
Bu bir şekilde zoraki asimilasyon değildir. Dolayısı ile
Türkiye Gürcüleri, bir etnik düşünce peşinde olmadan, Türklük
ve Müslümanlıkla özdeşleşmişlerdir. Ayrıca bu üzerlerinde hiç
bir baskı olmaksızın oluşmuştur. Sonsuza kadar da bu şekilde
gidecektir.
KAYNAKÇA
ALPMAN, Adil (1988), Eski Önasya Hukukunda Adoption,Gazi
Üniversitesi yayını,Ankara.
ARALOV, S.İ.(1967) Bir Sovyet Diplomatının Türkiye
Hatıraları 1922-1923,Çev. Hasan Ali Ediz,İstanbul.
AYDIN, Dündar (1998),Erzurum Beylerbeyliği ve
Teşkilatı, Kuruluş ve Gelişme Devri, TTK yayını, Ankara.
BAYUR, Yusuf Hikmet (1995),Türk Devleti’nin Dış
Siyasası,2.Baskı TTK yayını, Ankara.
BIYIKOĞLU, Tevfik Osman (1958),Osmanlı ve Türk Doğu
Hudut Politikası, Harb Akademisi yayını, İstanbul.
BROSSET, M.(2003), Gürcistan Tarihi, Çev.Hrand D.Adreasyan,Yayına
Hazırlayan Erdoğan Merçil,TTK yayını Ankara.
CEBESO, Ali Fuat (1955),Moskova Hatıraları, Vatan
Neşriyat yayını, İstanbul.
ÇİLOĞLU, Fahrettin (1993), Gürcülerin Tarihi, Ant
yayını İstanbul.
ÇOLAK, Mustafa (2006), Alman İmparatorluğu’nun Doğu
Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası, TTK yayını, Ankara.
ÇÖHÇE, Salim (1988),Doğu Karadeniz Bölgesi’nin
Türkleşmesinde Kıpçaklar’ın rolü,”Tarih Boyunca Karadeniz
Bölgesi”bildirileri, Samsun.
DEMİRCİOĞLU, Halil (1953), Roma Tarihi C.I, TTK yayını,
Ankara.
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI YILLIĞI (1968), Yayına Hazırlayan
Hamid Aral, Dışişleri Bakanlığı yayını, Ankara.
ERKAN, Süleyman (1996), Kırım ve Kafkasya Göçleri, KTÜ
yayını, Trabzon.
GÖKBİLGİN, Tayip (1959),Milli Mücadele Başlarken,
I.Kitap, TTK yayını Ankara.
GÜMÜŞ, Nebi,(2000), XVI.Asır,Osmanlı-Gürcistan
İlişkileri, Yayımlan-mamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. SAÜ Fen Edebiyat Dergisi
(2009-I) M.GÜL 107
GÜRÜN, Kâmuran (1981), Türkler ve Türk Devletleri
Tarihi, Bilgi yayınları, Ankara.
GÜRÜN, Kâmuran (1991), Türk-Sovyet
İlişkileri(1920-1953), TTK yayını, Ankara.
HALİL Paşa, (1972), İttihat Terakki’den Cumhuriyete,
Bitmeyen Savaş, Yayına hazırlayan M.Taylan Sorgun, Yedigün
yayınları.
HARP TARİHİ VESİKALARI DERGİSİ (1964), ”Ardahan ve
Artvin’in Kurtuluşu”, Sayı, 49.
İNAN, Afet (1956), Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, TTK
yayını, Ankara.
KARABEKİR, Kâzim (1988), İstiklâl Harbimiz, Merk
yayıncılık, İstanbul.
KARAL, Enver Ziya; (1961), Osmanlı Tarihi C.V, TTK
yayını, Ankara.
KARAL, Enver Ziya; (1962), Osmanlı Tarihi C:VIII, TTK
yayını, Ankara.
KARAL, Enver Ziya; (1999), Osmanlı Tarihi C.IX,TTK
yayını, Ankara.
KINAL, Füruzan (1962), Eski Anadolu Tarihi, TTK yayını,
Ankara.
KINAL, Füruzan (1983), Eski Mezopotamya Tarihi, 2.Baskı
DTCF yayını, Ankara.
KIRZIOĞLU, Fahrettin ( 1953), Kars Tarihi, İstanbul.
KIRZIOĞLU, Fahrettin ( 1972), ”Lazlar-Çanlar”, VII.Türk
Tarih Kongresi Bildirileri, TTK yayını, Ankara.
KIRZIOĞLU, Fahrettin ( 1998), Osmanlılar’ın Kafkas
Ellerini Fethi, TTK yayını, Ankara.
KOCATÜRK, Utkan (1988), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi Kronolojisi, TTK yayını, Ankara.
KURAT, Akdes Nimet (1948), Rusya Tarihi, TTK yayını,
Ankara.
KURAT, Akdes Nimet (1990), Türkiye ve Rusya, Kültür
Bakanlığı yayını, Ankara.
KURAT, Akdes Nimet (2002), IV-XIII. Yüzyıllarda
Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat
Kitabevi yayını, Ankara.
LAMB, Harold (1966), Muhteşem Süleyman, Nebioğlu
Yayını, İstanbul.
MANSEL, Arif Müfit (1971), Ege ve Yunan Tarihi TTK
yayını, Ankara.
OSTROGORSKY, George (1981), Bizans Devleti Tarihi, Çev.Fikret
Işıltan, TTK yayını, Ankara.
ÖZDEMİR, Halit (2002), Artvin Tarihi, Egem yayıncılık,
Artvin.
ÖZDER, Adil ( 1971), Tarihte Çıldır Atabeyleri ve
Torunları, Erzurum.
ÖZDER, Adil ( 1971), Artvin ve Çevresi, Ay Matbaası
yayını, Ankara.
SEVİM, Ali, YÜCEL, Yaşar (1989), Türkiye Tarihi, Fetih
Selçuklu ve Beylikler Dönemi, TTK yayını, Ankara. M.GÜL SAÜ
Fen Edebiyat Dergisi (2009-I) 108
SOYSAL, İsmail (1983),Siyasal Andlaşmalar, C.I,TTK
yayını, Ankara.
SÜRMELİ, Serpil (2001),Türk-Gürcü İlişkileri
(1918-1921), Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu yayını,
Ankara.
TANSEL, Selâhattin (1969), Yavuz Sultan Selim, Milli
Eğitim Bakanlığı yayını, İstanbul.
TENGİRŞEK, Yusuf Kemal (1981), Vatan Hizmetinde, Kültür
Bakanlığı yayını, Ankara.
TURAN, Osman (1965) Selçuklular Tarihi ve Türk İslam
Medeniyeti, TKA yayını, Ankara.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1961), Osmanlı Tarihi, C.I,
TTK yayını, Ankara.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1964), Osmanlı Tarihi, C.II,
TTK yayını, Ankara.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1973), Osmanlı Tarihi, C.III,
TTK yayını, Ankara.
YİNANÇ, Mukrimin Halil, (1944), Anadolu’nun Fethi,
İ.Ü.Edebiyat Fakültesi yayını, İstanbul. |
|
|
|
|
|
|
|
|