|
|
................... |
|
................... |
REJİMİN GERÇEK YÜZÜ |
Etyen Mahçupyan |
|
|
................... |
|
|
Gayrımüslim vakıfları meselesi
Türkiye’deki cumhuriyet ve vatandaşlık anlayışının hakiki
niteliğini ortaya koyar. Kağıt üzerinde herkese eşit ve adil
davranması beklenen ‘demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devletinin’ pratikte hangi gerçek eğilimlerin esiri haline
geldiğini ve bu sapmanın nasıl da ihtirasla korunduğunu
gördüğünüzde, bu ülkedeki rejimle ilgili muhakkak ki daha
derin bir anlama şansına kavuşursunuz. Gayrımüslim vakıfları meselesi her
şeyden önce bir mal meselesidir... Azınlıklara ait olan
mallara yasalardan yararlanarak veya özel yasa çıkararak el
koymanın kendine has bir tarihi var. 1915 Tehciri sonrasında
her şeylerini terk ederek gitmek zorunda kalan Ermenilerin
evleri, arsaları, bağları, bahçeleri, işyerleri, ticari
birikimleri ve her türlü kişisel servetleri bir anda başka
insanların eline geçmişti. İttihat ve Terakki yönetimi söz
konusu malların tek elde toplanması ve merkezdeki elitin
tasarrufunda kalabilmesi için çok uğraştı. Merkezin talimatına
rağmen zimmetine servet geçirenlerin binden fazlası
yargılandı, mahkum oldu, hatta asıldı. Ama servet çoktu...
Bugün Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, servet sahibi
ailelerin büyük çoğunluğunun zenginlik tarihi 1915’in hemen
sonrasına rastlar. Öte yandan kenarından köşesinden
kırpılanlar ve taşra eşrafına dağıtılanlar dışında kalan
mallar devletin uhdesine geçti. O dönemden itibaren devlet
kendi vatandaşlarından bazılarının mal ve mülküne el koyma ve
rantını kullanma alışkanlığı kespetti.
Hangi vatandaşların malına el konabileceği ise
milliyetçilikten beslenen resmî ideolojinin çerçevesi içinde
açıktı... Bunlar tabii ki gayrımüslimlerdi, çünkü dinsel
farklılıkları Türk kimliği altında kapsanmalarını olanaksız
kılıyordu. Ayrıca yakın tarihin ayrılıkçı hareketleri
gayrımüslimlerin ‘güvenilmez’ bir toplumsal kesim olduğunun
işlenmesini mümkün kılmaktaydı. Dahası bu insanların varlığı
geçmişteki kozmopolit Osmanlı düzenini çağrıştırdığı ve o
dönemin toplumsal normlarını ima ettiği ölçüde, cumhuriyet
açısından bir rahatsızlık yaratmaktaydı.
Diğer bir deyişle gayrımüslim vakıfların mallarına el koyma
pratiğinin altında bizzat gayrımüslimlerin ikincil kılınması,
ideolojik ve psikolojik olarak dışlanması yatar. Böyle bir
arka plan önünde gayrımüslimlerin siyasi olarak da
dışlanmalarını meşru görmek ve göstermek kolaydır. Nitekim bu
bakış açısı, nihayette gayrı-müslimlerin vatandaşlık açısından
gayrı-meşru olduğunu ima etmektedir...
Böylece cumhuriyet ideolojisi ve pratiği farklı meşruiyetlere
sahip iki vatandaş üretmiş oldu ve bu algılama bağımsızlık
kavramıyla, dolayısıyla da rejimin kendi meşruiyetiyle
özdeşleşti. Bunun önemi cumhuriyetin farklı vatandaşlık
tipolojileri üretmesini daha baştan olanaklı kılan bir
anlayışa dayandığını göstermesidir. Daha sonraki yıllarda
konjonktürün ihtiyaç gösterdiği oranda Sünnilerin, Alevilerin
veya Kürtlerin aynı ikincil konuma itilmeleri ideolojik açıdan
bir mesele olarak algılanmamıştır. Bunlar siyasetin gereği
olarak yapılan ‘teknik’ ayrımcılıklardır. Devlet söylemi bu
kesimlerin zaman içinde değişmesi ve devlete biat etmesi
beklentisini taşır. Yani ortada kategorik bir ayrışma değil,
ehlileşmesi gereken bir halk vardır...
Ama iş gayrımüslimlere geldiğinde bu söylem aniden buharlaşır.
Gayrımüslimler kimlik olarak reddedilen ve bu reddiyeyi
hakeden gruplar olarak tanımlanır. Aslında istenen şey
basittir: Buralardan gitmeleri ve bu toprağı ‘Türk’lere
bırakmaları... Öte yandan giderken sahip oldukları mal ve
mülkü de beraberinde götürecekleri gibi bir düşünce, örneğin
bunları tazmin etmeye yönelik bir devlet tutumu hiçbir zaman
olmamıştır. Yerleşik bürokratik algılama ta İttihatçılardan bu
yana sabittir: Gitsinler ama mallarını bıraksınlar...
Gatrımüslim vakıfların malları bu nedenle kritik bir mesele...
Çünkü adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmuyor...
Kendi vatandaşını ‘gayrı’laştıran bir zihniyetin gerçek rengi
eninde sonunda tartışmaya açılıyor... |
|
|
|
|
|
|
|
|