|
|
................... |
|
................... |
KURTARICISINI BEKLEYEN
KAFKASLAR
VE ORTA ASYA
|
Selahattin Demircan |
|
|
................... |
|
|
Türkiye için Ortadoğu ve
Balkanlar'da geçerli olan tarihi avantaj, Kafkaslar ve Orta
Asya söz konusu olduğunda da fazlasıyla gündeme gelmektedir.
Bu bölgede Türkiye için büyük bir potansiyel nüfuz alanı
vardır. Kafkaslar, tarih boyunca Rus
zulmünden kaçarak Osmanlı'ya sığınmış Müslüman kavimlerin
diyarıdır. Orta Asya ise, Osmanlı toprağı olmasa da, Türklük
bağıyla Türkiye'ye bağlıdır. Bu nedenle Türk Milleti'nin
aydınlık geleceği için oluşturulan vizyonun çerçevesi
belirlenirken, başta Türk-Rus ilişkileri olmak üzere, bu
coğrafyanın tarihsel arka planının incelenmesi son derece
faydalı olacaktır.
SSCB'nin yıkılmasının ardından oluşan yeni Kafkasya haritası,
Türkiye ile çok yakın bağı olan bir bölge ortaya çıkarmıştır.
Çünkü bağımsızlıklarını birer birer ilan eden Müslüman Türk
devletleri ile Türkiye arasında hem din, hem dil, hem kültür,
hem de tarihi açıdan çok güçlü bağlar bulunmaktadır. Üstelik
politik ve ekonomik gücü, demokratik, çağdaş ve modern kimliği
ile Türkiye Orta Asya devletleri için oldukça önemli bir örnek
teşkil etmekte, hatta bu devletler tarafından bir nevi
"ağabey" olarak algılanmaktadır. Ancak bu bağların daha da
sağlamlaştırılıp, bölgede güçlü bir Türk Birliği oluşturulması
söz konusu olduğunda Türkiye'nin karşısına çok önemli engeller
çıkmaktadır. Bu engellerin en önemlilerinden biri ise bölgede
kaybettiği siyasi ve ekonomik hegemonyasını tekrar kazanmak
isteyen Rusya'dır.
Orta Asya ve Kafkasya'yı Rusya açısından önemli kılan
faktörlerin başında petrol, doğalgaz ve bölgenin sahip olduğu
yüksek rezervli doğal kaynaklar gelir. Cumhuriyetlerin
bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Rusya için hammadde
bulamama tehlikesi ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra bu
topraklar coğrafi olarak da Rusya için stratejik bir önem
taşımaktadır. Özellikle Kafkasya, Orta Asya'nın kapısı ve
Rusya'nın kendisine büyük rakip olarak gördüğü İran ve
Türkiye'nin kesişme noktası olması itibarı ile son derece
değerlidir.
Rusya'nın Türkiye'ye ve Türk Milleti'ne bakış açısının tam
anlamıyla kavranabilmesi için öncelikle Rusya'nın dış politika
anlayışının iyi irdelenmesi gerekir. Bir kara ülkesi olan
Rusya, kuruluşundan bu yana sürekli olarak sınırlarını
genişletmek ve kendisine açık kapı sağlayabilecek denizlere
ulaşabilmek ihtiyacını hissetmiştir. Bu yayılmacılık anlayışı
Rusya'nın 18. yüzyılın başlarında sınırlarını Baltık Denizi'ne
kadar genişletmesini sağlamıştır. 1721 yılında ise
imparatorluğunu ilan eden Rusya bir kıta devleti haline
dönüşmüştür. Kıta devleti olmanın doğal bir sonucu olarak
Rusya bu tarihten itibaren dış politikasını, kıtaya en yakın
bölgeleri denetimi altında tutabilecek bir strateji izlemek
üzerine bina etmiştir. Buna göre Rusya kendi güvenliğini dört
ana bölgeye nüfuz edebilme gücüyle eşdeğer tutmuştur. Bu
bölgeler Balkanlar, Baltık Ülkeleri, Kafkaslar ve Orta
Asya'dır.
Bu nedenle Ruslar tarih boyunca bu bölgelerde karşı karşıya
geldikleri milletler ile sürekli çatışma içinde olmuşlardır.
Rusların en çok karşı karşıya geldikleri ülke ise hiç şüphesiz
Osmanlı İmparatorluğu'dur. Ruslar ile Osmanlılar son 300 yıl
içinde dokuz büyük savaş ve çok daha fazla sayıda çatışma
yaşamışlardır.
OSMANLI'YA BAĞLI RUS TEBASI
Rusya'nın tarih boyunca izlediği yayılmacı politika Kafkasya
topraklarında yaşayan Müslüman halkı derinden etkilemiştir.
Kafkasya toprakları özellikle de 19. yüzyıldan itibaren Rus
yayılmacılığına maruz kalmıştır.
Rusların bilinçli ve zorunlu olarak uyguladıkları göç ve
sürgün programları özünde bu topraklar üzerindeki potansiyel
Müslüman birliğine engel olabilmek amacını taşıyordu. Çarlık
rejiminin yönetimi altında yaşayan Müslüman halk ise her zaman
kendisini Anadolu Müslümanlarına dolayısıyla Osmanlı'ya daha
yakın hissetti.
Osmanlı, tarihi boyunca her zaman Kafkas Türkleri'nin
koruyuculuğunu üstlenmiş, Türk toplulukları ile olan tarihi ve
kültürel bağını hiçbir zaman koparmamıştır. Nitekim Osmanlı
arşivleri de bu durumu gözler önüne sermektedir. Osmanlı
tebası iken anlaşma hükümlerine aykırı olarak Rus idaresine
geçen Gürcistan halkının her iki yönetim hakkındaki
kanaatlerini içeren belgelere Prof. İsmet Miroğlu
çalışmalarında değinmiştir. Bu belgelerin her biri Türk adalet
ve hoşgörüsünü aksettirmekle birlikte, bu topraklar üzerinde
yaşayan milyonlarca insanın Türkiye ile olan tarihsel bağının
da delili hükmündedir. Başbakanlık Arşivi'nde yer alan bu
belgelerden birinde Gürcistan halkı Osmanlı'ya olan
bağlılıklarını şöyle dile getirmektedir:
Rusların baskısından kurtarılmamızı rica ediyoruz. Bu
hareketinizle bütün Gürcistan halkının hayır duasını
alacaksınız. Gürcistan halkının Osmanlı idaresinden
uzaklaşarak Rusya'nın eline bırakılmamasını bilhassa niyaz
ederiz. Biz bu zalimlerin takip ve tasallutlarına uğradık,
vatanımızı terk ettik.
Kafkas halkları hep yüzleri Osmanlı'ya dönük bir ömür
sürmüşlerdir. Her zaman için kendi topraklarını Devlet-i Ali
Osmani'nin bir parçası olarak görmüşler, hem Türk, hem de
Müslüman olmanın bilinciyle Osmanlı Sultanları'na
bağlılıklarını her fırsatta dile getirmişlerdir. Osmanlı
Sultanları'na yazdıkları mektuplarda onları kendi topraklarına
davet etmişler, resmen de Osmanlı topraklarının bir parçası
olmayı kendileri teklif etmişlerdir. Yine bir Gürcü Meliki
tarafından Osmanlı padişahına gönderilen bir mektup bu tarihi
gerçeği göstermektedir:
Öteden beri Devlet-i Aliyye'nin bir kölesi ve tebaasıyım ve
Gürcistan Osmanlı topraklarının bir parçasıdır. Bütün
Gürcistan halkının Osmanlı Devleti'nin sayesinde sakin bir
hayat sürdüğü de gün gibi ortadadır.
Gürcistan ileri gelenleri ve halkı tarafından gönderilen bir
başka mektup ise şöyledir:
On yıldır Ruslar hile ile memleketimize girdi. İleri
gelenlerimizi aldattı... Çok şiddetli baskılar başladı. Çoluk
çocuğumuza saldırdı, yaşlılar ve yedi yaşında çocukların
dışında kalanları Rusya'ya götürdü, halbuki Gürcistan altı yüz
yıldır Osmanlı Devleti sayesinde asayişi düzgün bir ülke idi.
Biz artık kesin kararımızı vermiş bulunuyoruz. Ya Rusları
memleketimizden çıkaracak ya da bu ülkeyi baştan başa tahrip
edeceğiz. Biz Devlet-i Aliyye'nin tebaasıyız. Osmanlı
Devleti'ne sığınıyoruz.
O gün olduğu gibi bugün de Kafkaslarda yaşayan ve çoğu
Müslüman olan halklar doğrudan veya dolaylı olarak Rus
baskısına ve şiddetine maruz kalmakta, hatta pek çoğu sıcak
savaşın içinde bağımsızlıklarını, kendi örf ve adetlerini
koruyabilmek, dinlerini özgürce yaşayabilmek için canlarını
vermektedirler. O gün olduğu gibi bugün de bu masum ve zavallı
halklar aleni bir zulme maruz kalmakta, kendilerine uzanacak
bir yardım eli beklemektedir.
Bu coğrafyada jeostratejik ve jeopolitik açıdan bu halklara
tek yardım eli uzatabilecek ülke ise hiç şüphesiz Türkiye'dir.
Bu ülkelerle hem din, hem dil birliğine sahip olan Türkiye,
geçmişiyle olduğu kadar bugün sahip olduğu çağdaş ve
demokratik yönetimiyle de söz konusu bölgede liderlik rolünü
üstlenebilecek tek ülkedir. Üstelik bu, söz konusu ülkeler
için olduğu kadar, Türkiye için de çok ciddi manada stratejik
avantajlar içeren bir roldür. Çünkü Türkiye için burada söz
konusu olan siyasi nüfuz alanı Kafkaslarla sınırlı değildir.
Sayıları 250 milyonu bulan dev Türk Dünyası kendilerini tek
bir birlik altında toplayacak otoriteyi beklemektedir.
Orta Asya'da 1990'lar itibariyle ortaya çıkan yeni tablo
Türkiye'ye çok önemli ve yeni bir stratejik kapı açtığı gibi,
21. yüzyıl için çok önemli bir sorumluluğu da beraberinde
yüklemektedir.
1991 yılı, yıllar boyunca komünist Rus yönetiminin şiddete
dayalı politikaları altında ezilmiş, zulüm görmüş olan Türk
devletlerinin bağımsızlıklarını kazandıkları bir dönüm noktası
olmuştur. 70 yıl süren baskının ardından komünizmin çökmesiyle
Orta Asya bozkırlarında esmeye başlayan bağımsızlık
rüzgarları, Türk Dünyası'nı birlik ve beraberliğe, güçlü bir
dünya hakimiyetine doğru yönlendirmektedir. Üstelik tarih
boyunca dünya devletleri kurmuş, üç kıtaya nizam vermiş Türk
Milleti bir Türk birliği gerçekleştirme konusunda da son
derece tecrübelidir.
Orhun Kitabeleri'nden Kültigin Kitabesi'nde geçen şu cümleler,
Türk'ün dünyaya hakimiyetinin ve bu konudaki tecrübesinin
ispatı niteliğindedir:
Doğuda gün doğusuna, güneyde gün doğusuna onun içindeki millet
hep bana tabidir. Bunca milleti hep düzene soktum... Fakir
milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
250 milyonluk nüfusu ile Türk Dünyası 21. yüzyılda sağlam
adımlarla ilerleyecektir. Türkiye ve Türki Cumhuriyetler
arasında tesis edilecek böyle bir işbirliğinin temel dayanak
noktası kuşkusuz, 70 yıldır Rusya tarafından unutturulmaya
çalışılan, Müslümanlık ve Türklük bilincinin
geliştirilmesidir. Türk-İslam ahlakının ana öğeleri olan
adalet, hoşgörü, merhamet gibi hasletlerin pekiştirilmesiyle
yeryüzünde bugün eksikliği hissedilen barış ve huzur ortamı
Türk Milleti'nin garantörlüğünde inşa edilecektir.
Türk ülkeleri her ne kadar uzun yıllar başka ülkelerin
boyunduruğu altında yaşamış olsalar da, bu süre içinde sosyal
ve kültürel yapılarında köklü bir değişiklik olmamıştır. Türk
örf ve geleneklerine olan bağlılıklarını muhafaza eden bu
devletler tarihte Müslüman Osmanlı Devleti'nin doğal
liderliğini kabullendikleri gibi, bugün de Türkiye
liderliğinde oluşturulacak güçlü bir "Türk Birliği"nin özlemi
içerisindedirler. Bugün Özbek'inden Azeri'sine, Türkmen'inden
Kırgız'ına bütün Müslüman Türk halkları Türkiye'nin bu birlik
konusunda atacağı adımları beklemektedir. Kazakistan
Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in 28 Eylül 1991 yılında
İstanbul'da yaptığı konuşma, Türki Cumhuriyetlerin bu
beklentisini ve geleceğe yönelik umutlarını yansıtması
bakımından son derece önemlidir:
Ancak bahar sellerini ne kadar engellemeye, önüne bentler
çekmeye çalışırsanız çalışın, su yine de kendi yolunu
açacaktır. İşte tarih nehri ile de aynısı olmuş ve 'soğuk
savaş' engelini yıkan tarih insanlık kanunlarıyla belirlenen
esas yatağına dönmüştür... Halklarımız arasında karşılıklı
anlayış ve güven duygusu oluştu. Dostluk etkili bir
işbirliğinin en güvenilir garantisidir. Bu durum bizi
umutlandırıyor. |
|
|
|
|
|
|
|
|