|
|
................... |
|
................... |
BAVULUMUZA
RUMCA SIĞAR MI? |
Foti Benlisoy
Radikal Gazetesi, 13 Ekim 2012
|
|
|
................... |
|
................... |
Üç
binden fazla Rum’un yaşamadığı şehirde Rumca bir romanı bin
adet basmak gibi intiharî girişim, Rumca'ya
iade-i itibar girişimi aslında.
1960’ların sonunda, dönemin siyasal ve sosyal çalkantıları
dolayısıyla o zaman İstanbul’da mukim olanların gözünden
muhtemelen kaçan tarihsel bir kırılma yaşanır. Yüzyıllar
boyunca şehrin sosyal hayatına, çarşısına, pazarına,
kahvesine, meyhanesine, sokağına damgasını vurmuş olan Rumca,
İstanbul’un bir kamu dili olma özelliğini yitirir. Elbette bir
günde olup biten bir şey değildir bu.
Rumca'nın şehir hayatından
çekilmesi, on yıllardır devam eden Türkleştirme
politikalarının ve bizzat bu politikaların müsebbibi olduğu
demografik erozyonun kümülatif etkisinin bir sonucu olarak
gerçekleşir.
Önce dükkân tabelalarındaki Rumca ibareler silinir, yer
isimleri (sadece Aya Stefanos ya da Samatya gibi semt isimleri
değil, onlarca sokak ismi de) millileştirilir.
Sıra insanlara gelir.
İlk ve esas olarak 1920’li yılların sonunda gerçekleştirilen
(ama 1960’ların başı da dahil olmak üzere zaman zaman yeniden
gündeme gelen) “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla Rumlar
da dahil azınlık topluluklarından umumi yerlerde Türkçe
konuşmaları, bu suretle de Türk dil ve kültürünü özümsemeleri
talep edilir.
Özellikle mektepli gençliğin “zinde kuvvetlerini” oluşturduğu
bu kampanya tramvaylarda, vapurlarda, gazino, çay bahçeleri,
sinema, tiyatro gibi eğlence ve sayfiye yerlerinde,
caddelerde, meydanlarda, sokaklarda, azınlıkların yoğun olarak
yaşadıkları ve çalıştıkları semtlerde sürekli bir gerilim
kaynağı olur. Rumca veya sair azınlık dillerinde gazete
okuyan insanların ellerinden gazeteler öfkeyle alınıp
yırtılır. Türkçe konuşmayan kimselere devamlı müdahale
edilmesiyle sık sık kavgalar meydana gelir. Sürekli tehdit
altında olunduğu, her an bir müdahaleyle karşılaşılabileceği
korkusuyla umumi yerlerde iki kişi arasında Rumca konuşmak
neredeyse imkânsız hale gelir.
Otosansür ve otokontrol
Rumca elbette sadece sözlü iletişimde kullanılan bir dil
değildi. Ardında devasa bir yazılı kültür geleneği olan ve 19.
yüzyıldan itibaren bilhassa İstanbul matbuat hayatında ciddi
bir yeri olan bir dildi. Rumca kitaplar, gazeteler, dergiler,
İstanbul yayın hayatının demirbaşlarıydı. 1950’li yılların
ortalarına kadar çok sayıda Rumca gazete basın âleminin
vazgeçilmez bir parçasıydı. Elbette pembe bir tablo değildi
söz konusu olan. Tek parti devrinde zaten oldukça “kontrollü”
olan basın rejimi, Rumca ve diğer azınlık yayınları için tam
bir cendere anlamına geliyordu.
Otosansür ve otokontrol, azınlık basının yegâne var kalma
stratejisiydi. Birçok Türkçe gazete (bilhassa Kıbrıs
meselesinin gündeme geldiği dönemlerde) Rumca bilen elemanlar
istihdam ederek Rumca gazete ya da dergilerin “açıklarını”
kolluyor, onların “ihanete meyyal” yayınlarını duyurmayı milli
bir vazife addediyordu. Gazeteler kapatılabiliyor ya da 6-7
Eylül “olayları” sırasında gerçekleştiği üzere matbaalar hedef
halini alabiliyordu.
Bu koşullarda Rum yayıncılığı hep kararsız ve ürkek bir
dengenin esiri oldu ve bilhassa 1960’larda (özellikle de 1964
“sürgünleriyle” birlikte) gündeme gelen hızlı demografik
çözülmenin ilk kurbanlarından biri oldu. Her on yılda bir, bir
başka felaketle (vergi, pogrom, sürgün) yüz yüze kalan Rumlar
çareyi topraklarını terk etmekte buldukça Rum basın-yayın
hayatı da soldu. Gazetelerin sayısı azaldı, dergiler kapandı.
Bırakın yeni kitapların basılmasını, azınlık okullarında
dersler için Rumca kitap bulmak dahi imkânsızlaştı.
1980’li yıllarda ilkokulda fen bilgisi dersinde, ta 1960’ların
başında İstanbul’da basılmış bir ders kitabımız olduğunu,
yirmi yıldır okulda öğrenciler tarafından sırayla kullanıla
kullanıla lime lime olmuş kitapta “insanlık bir gün Ay’a
mutlaka ayak basacak” türü satırları okuduğumuzu hatırlıyorum.
1960’lardan itibaren Rumca kitapların basılmaması, sayısı
giderek azalan gazetelerin ise ancak düğün, vaftiz ve
özellikle de ölüm ilanları haricinde pek az malzemeye yer
verir oluşuyla birlikte Rumca, okunan bir dil olmaktan
çıkmıştı artık. Rumca okuyacak bir şey bulmak ancak “dış
destekle”, yani Yunanistan’dan getirilen kitap, dergi ya da
gazetelerle mümkündü.
Öğretmen olan annem çocuklarının bu yazılı gelenekle
bağlarının kopmasını istemediğinden çareyi Yunanistan’dan çok
sayıda resimli mitoloji kitabı ve (neyse ki) çizgi roman
almakta bulmuştu (bu yüzden Red Kit’i Luki Luk, Kaptan Swing’i
Mark, Çelik Blek’i ise sadece Blek olarak tanıdım). Netice
itibariyle Yunanca'nın kendine has
bir kolu olan Rumca kamu hayatından sökülüp atılınca soldu,
evlerde dahi güçlükle ayakta tutulabilir hale geldi.
Başa dönersek, 1960’lı yıllarda bir ara, İstanbul’un sosyal
tarihinde büyük ihtimalle çoğumuzun fark etmediği bir kırılma
yaşandı: Rumca bu şehrin dillerinden biri olmaktan çıktı.
Rumca, Rumlarla birlikte sürgün edilince İstanbul kamusu da bu
dille düşünmez, yazmaz, konuşmaz oldu. İstos Yayınları olarak
40 küsur yıl sonra İstanbul’da yeniden Rumca (hem de
İstanbullu bir Rum tarafından kaleme alınmış) bir romanı
yayımlamaktaki gayemiz, her şeyden önce bu kesintiye, bu
kesintinin yarattığı kültürel tahribata, daha doğrusu kayba
dikkat çekmek; kaybedenin ya da kaybolanın sadece Rumlar
olmadığını göstermekti.
Hangi baştan sayarsak sayalım üç binden fazla Rum’un
yaşamadığı bu şehirde Rumca bir romanı bin adet basmak gibi
piyasa rasyonelleri itibarıyla “intiharî” bu girişim, Rumca'ya
mütevazı bir “iade-i itibar” girişimi aslında.
Yanlış anlaşılmasın: Rumca'nın artık
geride kalmış güzel günlerin hoş bir sedası olarak yadedilmesi
değil hedefimiz. Rumların ya da sair “azınlık” toplulukların
“nostaljikleştirilmesine”, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal
güncelliğinden bağımsız sevimli bir folklorik unsur haline
getirilmesine külliyen karşıyız. Bilakis nostaljiyi
hâlihazırda devam eden pratikle ikame etmek arzusundayız.
Rumca bir kitap yayınlayarak bir “bavula”, ortak bavulumuza
sadece iki de değil, çok daha fazla dil sığdırmanın lüks değil
zenginlik, hatta acil bir ihtiyaç olduğunu biz de kendimizce
hatırlatmak gayesindeyiz.
“1964 kuşağından” iki insan
Hristos Anagnostopulos’un Anavoles kai Katiforoi
(Ertelemeler ve Yokuşlar) adlı romanı, “1964 kuşağından” iki
insanın hikâyesi. Bir önceki cümlede tashih yok; 1968 değil,
“1964 kuşağı” söz konusu. Türk hükümetinin Kıbrıs krizi
bağlamında diplomatik bir koz gibi kullandığı Rumların önemli
bir bölümünü sürgün etmesi sonucu yurtlarından sökülüp atılan
insanlardan olan Dimitri ve Yorgo’nun, biri Yunanistan’da,
diğeri Almanya’da bir türlü dikiş tutturamayan hayatları
üzerine bu anlatı. Köksüz kalmak, yerleşememek, “yerli”
olamamak, kendini bir türlü evinde hissedememek üzerine.
Nereye giderlerse gitsinler “yabancı” kalmaya mahkûm edilen bu
iki insanın hayatı ertelenen ve dolayısıyla da bir türlü
alınamayan kararlar nedeniyle havada kalmış gibidir. Tehir
edilmiş tercih ve kararlarla dolu hayatları, onları ister
istemez sürekli yokuş aşağı sürükler. Kendi hayatı da Türkiye,
Yunanistan ve Almanya arasında bölünen Anagnostopulos, bu
romanında 1960’larda İstanbul’u terke zorlanmış Rumların
halet-i ruhiyesine dair (son dönemde sayısı çok artmış azınlık
çalışmalarında bulamayacağımız) son derece keskin ve acıtıcı
gözlemlerde bulunuyor. |
|
|
|
|
|
|
|