(11. yüzyılda yaşamış Kuhistan
Sultanı Kabus'un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’den)
Başbakan’ın bağnaz otoriterliğinin
son numunesi olan “kızlı-erkekli yaşam” tartışmasından sonra
İslamcı yazarlardan Hayrettin Karaman, Başbakan’ı savunmak
için “kadın ve erkek öğrencilerin bir veya birkaçının aynı
evlerde kalmalarının Müslüman milletimizin ahlak, gelenek ve
göreneğine göre meşru olmadığını” söyleyince, İslamcı
yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki
pratiklerine bir göz atıp neyin ‘meşru olduğunu’ anlamaya
çalıştım.
GÜNAH KEÇİSİ: OLİVERA
DESPİNA
Orhan Gazi zamanında (1326-1359) Osmanlılara esir düşen
Bizans’ın Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas, Osmanlı’da
sapkınlığın çok yaygın olduğunu, özellikle Hristiyan esirlere
yönelik tacizlerin çok olduğunu yazar hatıratında.
‘Oğlancılığın’, I. Bayezid döneminde başladığını kabul eden
kaynaklar ise suçu Bayezid’in karılarından Sırp asıllı Olivera
Despina’ya atarlar. Güya bu gavur hatunun kocası için bulduğu
Hıristiyan oğlanlarla başlamıştır eşcinselliğin Osmanlı’da
kurumsallaşması ve saraydaki ‘iç oğlanları’ örgütlenmesinin
nüvesini bu oğlanlar oluşturmuştur…
Palamas’ın da esareti sırasında
cinsel tacize maruz kalıp kalmadığını bilmiyoruz ama tarihe
düşmanlarına reva gördüğü ölüm şeklinden dolayı Kazıklı
Voyvoda olarak geçen Romen boyar’ı (bir soyluluk unvanıdır)
Vlad Tepeş Drakula’nun 1442-1448 arasında rehin tutulduğu II.
Murad’ın Edirne’deki sarayında yaşadığı tecavüzlerden dolayı
böyle acımasız biri olduğuna dair kaynaklar var. (Drakula ile
birlikte rehin olan kardeşi Radu ise, kendi isteği ile 1462’ye
kadar İstanbul’da kalmıştır ki, bunu nasıl yorumlamak gerekir
bilmiyorum.)
YAZ OLUNCA AVRETLERE, KIŞ
OLUNCA OĞLANLARA
Peki II. Murad, kendisinin emri
üzerine Mercimek Ahmed’in Farsça’dan çevirdiği, 11. Yüzyılda
yaşamış Kuhistan Sultanı Kabus'un oğluna nasihat kitabı
Kâbusname’deki şu satırları okuduğunda şaşırmış mıydı acaba:
"... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki
bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki
sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur,
kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam."
"Osmanlı'nın eşcinselliği neredeyse
tarihsel ve cinsel bir norma dönüştürmesine karşılık,
Cumhuriyet etiğinin, eşcinselliği kamusal söylemin dışına
çıkardığını söyleyebiliriz” diye söze giren Hilmi Yavuz, Fatih
Sultan Mehmed’in ‘Avni’mahlasıyla yazdığı gazellerden birinde
Veyis adlı güzel bir oğlanı övdüğünü, gazelin sonunda da “Ey
Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı
kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir” dediğini; Fatih’in bir
diğer gazelinde ise Galata’daki bir kilisede görevli papazı
öve öve bitiremediğini yazdığında kıyamet kopmuştu. Bu konu da
hala araştırmacısını bekliyor…
DELİ BİRADER VE KİTABI
‘Osmanlı sultanlarının kahkahalarla
okuduğu kitap’ olarak ünlenen Kitab-ı Dâfi‘ü 'l-gumûm ve
Râfi‘ü 'l-humûm’un (kısaca ‘Gamları Def Eden Kitap’) ilk
bölümü nikâhın meziyetlerine ve sevişmenin faydalarına; ikinci
bölüm ‘kulampara’ (aktif eşcinsel) kardeşlerin ve zampara
biraderlerin arasında geçen tartışmalara; üçüncü bölüm servi
boylu yalın yüzlü ve lale yanaklı oğlanlarla sohbetin
zevklerine; dördüncü bölüm gümüş tenli kadınlar ve yasemin
göğüslü kızlarla oynaşmanın hazlarına; beşinci bölüm,
rüyalarda yaşanan bazı hallere ve hayvanlarla ilişkilere;
altıncı bölümde oğlanların (pasif eşcinsellerin) ve ne idüğü
belirsizlerin durumlarına; yedinci bölümde gidilerin (pezevenk
?) ve boynuzluların hikâyelerine dairdi.
Kitabın yazarı ise Gazali
mahlasıyla yazan, ası adı Mehmet olan, ama Deli Birader adıyla
tanınan bir medreseliydi. Deli Birader, 1466’da Bursa'da
doğmuş, medrese eğitimini tamamladıktan sonra devrin önemli
din bilginlerinden olan Muhyiddin-i Acemi'den ders almış,
Bursa'da Bayezid Paşa Medresesi’nde müderrislik yaparken
Manisa Sancağı’nda bulunan Şehzade Korkut’un (II. Bayezid'in
oğlu idi) edebiyat çevresine girmişti. Sözünü ettiğim kitabı
Piyale Ağa adlı birinin isteği üzerine yazan ancak Şehzade
Korkut’un eseri beğenmemesi üzerine gözden düştüğü ileri
sürülen Deli Birader, 1512’de Korkut'un tahtı ele geçiren
kardeşi (Yavuz) Sultan Selim tarafından öldürmesinden sonra,
Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi'nde şeyhlik etmiş,
ardından Sivrihisar, Akşehir ve Amasya’da medrese hocalığı
yapmıştı. Derken İstanbul'a gelip Beşiktaş'ta bir hamam açmış
ama hamamda delikanlılarla yaptığı alemler İstanbul halkının
diline düşünce, çareyi uzaklara kaçmakta bulmuştu. Sığındığı
yer ne ilginçtir ki, Mekke idi. Deli Birader hayatını 1535’te
burada kaybetmiş ve bir din adamı olduğu için cenaze namazı
Kabe’de kılınmış ve Kabe yakınlarına defnedilmişti...
SUHTE AYAKLANMALARI
Buraya kadar anlattıklarımız
devletlülerimizin keyifli yaşamları hakkında. Ama Mustafa
Akdağ’ın günışığına çıkardığı, 16. Yüzyıl Osmanlı tarihine
damgasını vuran ‘suhte ayaklanmaları’ (kıyamı)
‘kızsız-erkekli’ yaşamın çok yıkıcı da olabileceğini
düşündürüyor.
O dönemde
Osmanlı’da din adamı olmak üzere medreselerde okuyan ergenlik
çağındaki öğrencilere ‘suhte’ (softa) deniliyordu. Medrese
eğitimini başarıyla tamamlayanlar devlette kadılık, naiplik,
müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlardı.
Medreselerde öğrenciler yatılı okuyorlar, imarethane denilen
öğrenci yurtlarındaki 3-5 kişilik hücrelerde yaşıyorlardı.
Akdağ’ın anlatımıyla “Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu
dışa kapalı, dar, karanlık ve kubbe biçimindeki, tavanından
karanlığın hayalleri sarkan bu hücrelerde geçirmek zorunda
kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da
çarşı ve pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına
kesinlikle kapalı bulunuyordu. Gizli çalışan, yakalandıkça da
şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti (…)
medrese öğrencilerinin, genç çocuklar ile düşüp kalkmaları,
toplum ahlâkını kemiren bir alışkanlık hâlinde sürüp
gidiyordu. Yalnız bunlar değil, ‘levent’ dediğimiz, köyden
kente gelmiş, işsiz güçsüz dolaşan ve ‘bekâr odalarında’ her
türlü ahlâksızlığı yapmaktan çekinmeyen ergen kitleler de, bu
doğa dışı cinsel sapıklıkları huy edinmişlerdi. Kadın-erkek
ilişkilerini son derece kısıtlayan, hatta fahişeliğe bile göz
yummayıp, bu gibi kadınları oradan oraya süren o dönemin
yobazlığının, asayişçilerin cerime (para cezası) çıkarabilmek
için, bir erkekle bir kadını konuşurken de olsa yakalayabilme
gayretlerinin, suhte ve leventlerin bu söylediğimiz doğaya
aykırı alışkanlıklarını bütün bütün kamçılamakta olduğu bir
gerçektir. Bu incelediğimiz sıralarda, hatta birer meyhane
gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri, bu gibi yerlere
doluşan ergen müşterileri için ‘taze oğlanlar’ bulundurmakta
ve yasakları da hiçe saymaktaydılar.”
Mustafa Akdağ’ın eşcinselliği doğa
dışı gören, hatta şeytanlaştıran dilini ve cinsel bunalımları
sanki tek nedenmiş gibi ele almasını yeleştirmemek mümkün
değil. Çünkü suhtelerin sadece cinsel sorunları yoktu. Mezun
olduktan sonra iş bulamamak gibi başka bir sorunları daha
vardı. İkisi birleşince ortaya gerçekten vahim bir tablo
çıkmıştı. Öyle ki, önce ümitsiz ve öfkeli suhteler 100-150’şer
kişilik bölükler halinde çevre yerleşimlerdeki halkı rahatsız
etmeye, cer, kurban, nezir adı altında haraç toplamaya
başladılar. Sonra işi eşkiyalığa vurdular. Anadolu’da
Tarsus’tan bas¸layarak, Toroslar’ı takiben, Sivas’tan ve
Erzincan’dan Giresun’un doğusuna çekilen bir hattın batısında
kalan bölgelerde yoğun suhte ayaklanmaları görüldü. (Akdağ’a
göre isyanlar Kürt bölgelerinde çıkmamış, Türk bölgelerine
münhasır kalmıştı, yani adeta ‘milli’ nitelikteydi.)
Suhteler Selanik, Üsküp, Gümülcine
gibi Balkan şehirlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada önce
zenginlerin evlerini, sonra sıradan insanların evlerini
bastılar, yakışıklı çocuklarını (bunlara ‘yüzü tüysüz oğlan’
anlamına ‘sâderû’ diyorlardı) kaçırdılar. Kaçırma olayına
‘oğlan çekme’ deniyordu. Bazı yerlerde hocaları da öğrencilere
yardım ediyordu. Baskınlardan paylarını alan devlet
görevlileri vardı. Olaylar Kanuni döneminin (1520-1566) son
yıllarında tırmanışa geçen suhte ayaklanmaları onun oğlu II.
Selim döneminde (1566-1574) zirveye çıktı. Etrafı yağmalayan
suhteler, güvenlik güçleri takip edince dağlara kaçıp,
saklanıyor, bahar geldiğinde tekrar şehir ve kasabaları
yağmalıyorlardı. Suhte ayaklanmalarını bastırmak için ‘il eri’
denilen özel kuvvetler kuruldu. Ancak suhteler bunlara, hatta
zaman zaman Yeniçeri ocaklarına bile baskınlar düzenlediler.
Suhte sorunu ancak yüzyılın sonlarında hafifledi ancak yerini
işsiz askerlerin de katılmasıyla birlikte 1610’a kadar sürecek
olan Celali İsyanları aldı…
Bu
‘yıkıcı’ parantezi kapatıp yine, ‘zevk-u sefa’ faslına
dönelim.
TÜYSÜZ OĞLANLAR
KILAVUZU
II. Selim,
III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin tarihçisi, divan
katibi, valisi Gelibolulu Mustafa Ali (ö. 1600), Divân’ında
"Zenne rağbet eder mi âkil olan/Tab-ı Ali civâne maildir.”
(Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin
yaradılışında delikanlıya yöneliş vardır) demiş, dönemin
eşcinselliğe bakışını en güzel özetleyen eserlerden biri olan
Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis’i (Görgü ve Toplum
Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) kaleme almıştı. Bu
kitapta eşcinsellik (oğlancılık) toplumun bir gerçeği olarak
bir yandan kabulleniliyor ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler
verilirken, bir yandan da kötüleniyordu.
Gelibolulu Mustafa Ali, Mevâid'in
çeşitli bölümlerinde Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk
ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa
bilgiler veriyordu. Örneğin “Tüysüzler soyundan namert lokması
olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled
-i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini
hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez,” diyordu. Örneğin “Edirne,
Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta
ve güzellikte onlardan ileridir,” diyordu. Örneğin “Kürt
tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre
sağlıklı, yumuşak ve uysal ve her ne teklif olunsa dinleyip
yapmaları çok olur. Hele bellerinden aşağısını kına ile
boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini
süslerler,” diyordu. “Uzun boylu, salınarak yürüyenleri
kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul
cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların
nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler,”
diyordu. “Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi
gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka
tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim,
çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından,
davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür,”
diyordu. “Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere
düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur,
derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap
buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş.
Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte
görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri
kolaymış,” diyordu...
EMİRGÂN ADI
NEREDEN GELİYOR?
Bundan
çeyrek asır sonra, IV. Murad (1623-1640) İran Seferi sırasında
Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı
Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a
getirecek, adını Yusuf yapıp musahipliğine atayacaktı.
Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün
Emirgân dediğimiz semtteki ‘Feridun Bahçesi’ idi. Dimitri
Kantemir ve Eremya Çelebi’ye bakılırsa, padişah bu bahçedeki
konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin
ünlü eşcinselleri ile sabaha kadar oturak alemleri düzenlerdi.
Bir yandan da, halkın ahlak bekçiliğini yapardı. Öyle ki IV.
Murad devrinde, bazı kaynaklara göre 14 bin, bazılarına göre
20 bin kişi kahvehanelere gittiği, tütün, afyon veya içki
içtiği gerekçesiyle katledilmişti… Üstelik bu katliam işinde
padişah da bizzat yer almıştı…
Halbuki dönemin açık sözlü yazarı
Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre o tarihlerde eşcinsel
meslek erbablarına ‘hizan-ı dilberan’ (düşkün ahlaksız
gençler) denirdi. Bunlar ‘defter-i hîzan’a kaydedilerek devlet
tarafından vergilendirilirdi. Çelebi’ye göre “Hîzân-ı Dilberân
esnafı nefer (kişi) 500, bunlar bir alay yersiz, yurtsuz,
düs¸kün, ahlâksız, yüzsüzlerdir ki kendi kadir ve kıymetlerini
bilmeyip Babulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San
Pavla’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda, Tatavla’da ve çes¸it
çes¸it içki içilen yerlerde sürü sürü gezip boğazı tokluğuna
avlanırkan subaşı tuzağına düşüp sonunda defterli olur” idi.
Çelebi’ye bakılırsa yine o tarihlerde “Deyyuslar esnafı” 212
kişi, “Ahmak pezevenkler esnafı” 300 kişi idi. Bu kişiler
diğer meslek erbabıyla birlikte, padişahı İran Seferi’ne
uğurlayan esnaf alayına katılmışlardı üstelik…
GENÇ OSMAN’IN BAŞINA GELENLER
Evliya Çelebi’nin konumuzla ilgili
bir başka ifşaatı da, I. Ahmet’in talihsiz oğlu Genç Osman’ın
kendisini tahttan indiren Yeniçeriler tarafından öldürülmeden
(1622) önce ırzına geçildiğiydi. Ancak Seyahatname’nin bu
sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan
kurulun içindeki Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha
edildiği için bunu yakın tarihe kadar duymamıştık. Asım Bey bu
eylemini şu tanıdık sözlerle gerekçelendirmişti: “Tarihimiz
için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara
göstermek doğru olmadığı için yırttım!"
Biz de bu ‘kara’ sayfayı kapatalım
ve resmi tarihçilerin ‘Lale Devri’ adını taktığı III. Ahmed
döneminin (1718-1730) ünlü şairi Nedim’in lise kitaplarında
kesinlikle rastlayamayacağınız şu beyitle neşelenelim: "İzn
alub cum'a nemâzına deyû mâderden/Bir gün uğrılayalım çerh-i
sitem-perverden/Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan/Gidelim
serv-i revânım yürü Sad'âbâde."
Günümüz Türkçesiyle şair şöyle
diyor: "Annenden cuma namazına gideceğiz diye izin alıp
sitemlik felekten bir gün çalalım. Gizli yollardan iskeleye
doğru dolaşıp, yürü selvi boylu sevgilim Sadabad'e gidelim."
Nedim’i (ve benzer temaları işleyen, Kanuni dönemi şairleri
Baki’yi ve Fuzuli’yi) savunmak için ‘Divan şiiri
sembolizminden’ dem vuracaklara: “Kadınlar cuma namazına
gitmediklerine göre, Nedim'in ayartmaya çalıştığı servi boylu,
erkek familyasından biri olmalı”, deyip yolumuza devam edelim.
ENDERUNLU FAZIL’IN
OĞLANLARI
Neyse ki,
18/19. yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl Bey (ö.1810)
oğlan sevgililerinden övgüyle bahseden açık sözlü biriydi.
“Şairiz, şeyn verir şanımıza/Giremez fahişe divanımıza'”
(Fahişeler kitabımıza giremez, şairiz, bu şanımıza leke sürer)
şeklindeki ünlü beytin de müellifi olan şairimiz, Defter-i Aşk
adlı eserinde dört erkek sevgilisini (ilki adını vermediği bir
delikanlı, ikincisi Süleyman Bey, üçüncüsü hanende Şehlevendim
Abdullah Ağa, dördüncüsü İsmail adlı bir köçek); bir
sevgilisinin merakını gidermek için yazdığı Hubanname adlı
eserinde çeşitli memleketlerin erkeklerini; sevgilisinin
“kadınlarla birlikte olurum” tehdidi üzerine yazdığı Zenanname
adlı eserinde o memleketlerin kadınlarını; Çenginame adlı
eserinde döneminin erkek raksçılarını (köçekleri) anlatmıştı.
Divan adlı eserinde ise devrin büyüklerine düzdüğü övgüler ve
oğlanlar için yazılmış gazeller yer alıyordu.
Daha hamamların eşcinsel kültürdeki
yerine, köçeklik geleneğine, Kalenderilik ve Bektaşilikteki
‘mücerretlik’ kültürüne, Yeniçeri Ocağı’ndaki ‘civelek’
taburlarına, musikideki eşcinsel göndermelere ve elbette kadın
eşcinselliğine değinemeden yerimiz bitti. (Kadınsız ve
geleceksiz bir hayatın tetiklediği, 16. yüzyıla damgasını
vuran ‘medreseli’ ayaklanmalarına internet nüshasında kısaca
da olsa değiniyorum.)
AHMET CEVDET
PAŞA’NIN SAPTAMASI
Özetin
özeti, eşcinselliğin ayıp sayılması, Batı tipi reformlara hız
verilen, dolayısıyla kadın-erkek ilişkilerinin normalleşmeye
başladığı Tanzimat Dönemi’nden (1839’dan) itibaren oldu.
Dönemin alimi ve resmi tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat
adlı eserinde son durumu şöyle özetlemişti: "...Kadın
düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık
sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı
olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed
zamanından beri devam eden Kâğıthane seyri daha fazla rağbet
buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret
verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında
kulamparalığıyla meşhur Kâmil ve Âli Paşalar ile onlara mensup
olanlar kalmadı..."
Cevdet
Paşa iyimser bir yorum yapmış elbet. Eşcinsellik, insanlık
tarihi kadar eski bir insanlık hali. Muhtemelen insanlık var
oldukça da var olacak... Eşcinselliğin biyolojik,
sosyo-kültürel, siyasal nedenleri ve işlevleri başlı başına
araştırma konusu. Kızlı-erkekli yaşamı içlerine
sindiremeyenlerin eşcinselliği nasıl sindirdiklerini de
‘muhafazakâr-demokrat’ yazarlar anlatır herhalde.
Yazımızı Jurnal adlı günlüğüne
“tarih, galiplerin propagandasıdır” diye yazan, sahici
muhafazakar-demokrat düşünür Cemil Meriç bağlasın: “Düşünmek,
insan üzerine düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına
dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak
bölgeleri kaldırmak manasına gelir. O halde din vaktiyle en
basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye
kalkışmıştır: İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina
yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gözlenerek,
korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı.
İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrı’yı ve kulu aldatan bir
panayır gözbağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında
dua…”
Bilmem
bunun üstüne söz söylemeye gerek var mı?
Özet Kaynakça:
Evliya Celebi Seyahatnamesi, I. Cilt, 1. Kitap, Hazırlayan:
Orhan S¸aik Gökyay, Yapı Kredi Yayınları, 1996; Selim S. Kuru,
“Sex in the Text: Deli Birader and Ottoman Literary Canon,”
Middle Eastern Literatures, 10:2, 2007, s. 157-174; Gelibolulu
Mustafa Âli, Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet
Sofraları/Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis-1, Yayına
Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser
Yayınları, 1978; Murat Bardakçı, Osmanlı'da Seks/Sarayda Gece
Dersleri, Gür Yayınları, 1993; Mustafa Akdağ, “Medreseli
İsyanları”http://www.egitim.aku.edu.tr/ MedreseIsyan. pdf;
Sema Nilgün Erdoğan, Sexual life in Ottoman Society, Dönence
Basım ve Yayın Hizmetleri, 1996; Enderunlu Fazıl, Hubannâme ve
Zenânnâme, Yeni Şark Kitabevi,1975; Cemil Meriç, Jurnal-1,
İletişim, 2012.
|