Sabah vakti etraf süt beyazı. Kar yağıyor. Hava soğuk, buz
gibi. Kuzey kutbundan yeni bir soğuk hava dalgasıymış
Kanada’yı etkisi altına alan...
Yazıya giremiyorum, kafam dağınık.
Kocaman masa gözümün önünde.
“Aman Rum rakısı olmasın. Yeni Rakı veya yeşil Efe
ver.”
Toronto’yu yurt edinmiş Ermeniler’in hiç dinmeyen memleket
hasretinin derinliğini hissediyorum.
Anadolu’ya dönük, köklerine dönük o hiç bitmeyen hasret,
sohbetlerin sıcaklığına da, masanın üstündeki bildik
mezelerin, pastırma ve sucuğun lezizliğine de yansıyor.
“Pastırmanın hası Los Angeles’tan gelir, Margos Garabetyan’ın
pastırması...”
Agop Arslanyan,
80 yaşında:
“Yiğit adamım, Tokatlıyım Tokatlı...”
Biri takılıyor:
“Kestirmeden Anadoluluyum desene...”
Agop, “Dedemiz, Sultan Aziz’in pehlivanlarındandı,
Sivaslı Sivon Pehlivan’ı bilmeyen yoktur ” diyor.
Ve Aras Yayınları’ndan çıkan, Adım Agop Memleketim Tokat
isimli kitabını imzalayıp veriyor bana...
Kökler, kültür ve Hagop Altunyan'ın aile ağacı
Ne kadar çok Tokatlı var. Çoğunluğu da kuyumcu, Ermeni mesleği
diyor biri gülerek.
Diğeri, Urfalı olan yaşlı annesinin memleket hasretini
şöyle bir dörtlükle dile getirdiğini söylüyor
Toronto’dan:
Aman annem
Pencereden kar geliyor
Gurbet bana zor geliyor
Aman annem
Gurbet bana zor geliyor.
Ne kökler unutuluyor.
Ne de kültür ölüyor.
Kocaman masanın etrafındaki samimi, sahici sohbetleri
dinlerken, insanları köklerinden koparmanın, insanların kendi
kimliklerini, dillerini inkâr etmenin insanlığa karşı işlenen
ne büyük bir suç olduğu bir kez daha aklıma takılıyor.
O ihtiyar adam gözümün önünde.
Konuşmam yeni bitmiş. Güçlükle yürüyor, elinde bir kitapla. 90
yaşına yeni basmış, ismi Hagop Altunyan.
Amasyalı
bir Ermeni.
Titrek el yazısıyla bana imzaladığı kitabını açıyor, içindeki
‘aile ağacı’nı gösteriyor. Haç işaretlerinin
1915’te ölenlere ait olduğunu, ‘kesim’de 35 kişilik
ailesinden sadece 3 kişinin hayatta kalabildiğini söylüyor.
Varlık nedeni olarak kabullenilen acılar
Herkesin hikâyesinde hüzün var, acı var.
Hiçbiri geçmişin bu acılarından kopmak istemiyor. Her daim o
acılarla yaşıyorlar. Varlık nedeni olarak
kabullenmişler yaşanmış acıları, acılarını...
Ermeniler de bir yerde Yahudiler gibi...
Biri Tokatlı.
Dedelerinin işi tülbentçilikmiş.
1915
öncesi, Amerikan şirketi New Yok Life’a hayat sigortası
yaptırmış dedesi. Torun olarak bu sigortayı yıllar yılı
kovalamış ve en sonunda 2006 yılında 800 dolar ödeme yapılmış
kendisine...
Babası Edirneli, anası Bursalı bir Ermeni. 1939
İstanbul doğumlu. Alman Hastanesi’nde doğduğu için Rudolf
adını koymuşlar.
Radyo parçacısı olarak İstanbul’da Selanik Pasajı’nda
çalışmaya başladığı zaman, o da iş hayatına giren birçok
Ermeni’nin yaptığı gibi adını Rıfat olarak
değiştirmiş...
İşinin gereği arabayla bütün Anadolu’yu dolaşırken bir gün
yolu Ankara yakınlarında bir kasabaya düşmüş.
Gecelemek için durdukları bir benzincide yaşlıca bir ağayla
tanışmışlar. Sohbet sırasında adam, yakınlardaki bir köyde
Ermenileri nasıl kestiklerini ayrıntılarıyla anlatmış...
Rıfat çok fena olmuş.
22’lik Beretta marka tabancasını torpito gözünden
almış, gece vakti ağanın peşinden gitmiş öldürmek için...
Ama yapamamış, tetiği çekememiş...
Arabasında uyurken sabah vakti pencerenin tıkırdamasıyla
uyanmış, elinde tasla bir oğlan çocuğu:
“Dedem yoğurt gönderdi, kahvaltıda yiyesin diye...”
Ama bu olaydan sonra daha fazla yaşayamamış İstanbul’da,
Kanada’ya göç etmeye karar vermiş, Toronto’ya gelmiş Rudolf
olarak...
Bunları anlatırken gözleri doluyor.
1915 yetimleri
Biri, sadece anasıyla babasını biliyor. Anası ve babası da
kendilerinden başka kimseyi bilmemişler.
Çünkü onlar ‘1915 yetimleri’ymiş...
Anadolu’dan önce Yunan adalarına gelmişler, oradadan da
Toronto’ya gelen ilk 150 kişilik yetim kafilesinin
içindelermiş. Toronto’da tanışıp evlenmişler...
Raffi’nin
anne tarafı Bursa’dan, baba tarafı İzmit yakınlarındaki
Armaş’tan (şimdiki Akmeşe beldesi). 1915’te her iki
taraftan çoğu helak olup gitmiş.
Anneannesi, Urfa’da Hacı Halil isimli bir Türk
tarafından saklanır. Bunu hiç unutmaz, İncil’i eline
alıp Hacı Halil’e nasıl dua ettiğini...
Ailede 1915 hiç konuşulmazmış. Raffi, Robert Kolej’de
okurken, son sınıfta Amerika’ya gönderilecek üç öğrenciden
biri seçilmiş. Son mülakatta edebiyat öğretmeni sormuş
Raffi’ye:
“Amerika’ya gittiğinde, ‘Türkler Ermenileri kesti yalanı’na
ne diyeceksin?”
Raffi hiç duraksamamış: “Yalandır diyeceğim öğretmenim.”
Eve gelmiş, büyükannesine bunu açınca, yaşlı kadın gözyaşları
içinde yaşanan acıları ilk kez anlatmış Raffi’ye...
1915’te
yaşananları nasıl gecikmeli öğrendiklerini, 1915’in aile
içinde genellikle tabulaştırıldığını, sokakta Ermenice
konuşmamaları için evde nasıl uyarıldıklarını dinliyorum.
Biri diyor ki:
“1915’i 26 yaşımdayken, Almanya’ya gittiğim zaman öğrendim.”
Garbis’in
ailesi Yozgat’ın Burunkışla’sından. 1915’te baba
tarafından kimse kalmamış. Dedesini 12 yaşındayken kız
kılığında kaçırıyorlar kıyımdan... Kendisi İstanbul,
Ortaköy doğumlu...
Kimi, adı askerde ‘gâvur teğmen’e çıkınca, kimi
karakolda sırf Ermeni olduğu için kötü muameleyle
karşılaşınca gurbet yolunu seçiyor.
Ayrımcılık, ikinci sınıf vatandaş muamelesi, gazete
manşetlerinde dolaşan Ermeni dölü gibi söylemlerle,
genellikle son durak olan İstanbul’dan alıp başını gurbete
gidenlerin hikâyeleri insanın içini acıtıyor, içini
daraltıyor.
Hem Ermeni, hem Türk tarafındaki tutsak akıllar
Toronto’da A.G.B.U’nun salonu dolu.
Anlaşılan, kitabına 1915: Ermeni Soykırımı adını
koymuş olan Cemal Paşa’nın torunu ne diyecek, merak
ediyorlar.
Hrant Dink
için önce Sarı Gelin’i söylüyor genç bir soprano,
piyano ve keman eşliğinde. Hüzün ve acı kiminin içine akıyor,
kiminin yanaklarından akıyor.
Konuşmamda, tutsak akılların özgürleşmesi meselesinin
önemini anlatmaya çalışıyorum.
Hem Ermeni, hem Türk tarafında ‘tutsak akıllar’ın
varlığına işaret ediyorum.
Geçmişin acıları ve milliyetçilik illetiyle
malul tutsak akılları özgürleştirmeden gerçek barış ve
demokrasiye, iç huzuruna kavuşmanın çok güç olduğunu
söylüyorum.
Bu ‘ince uzun yol’da, her iki tarafa sorumluluklar
düştüğünün altını çizerken, en büyük sorumluluğunun ‘Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ne ait olduğunu da teslim ediyorum.
Bir noktayı özellikle vurguluyorum:
Ermeniler de, Türkler de, birbirlerinin kalpleriyle
akıllarının kilitlerini açmak için, birbirlerinin hem
kalplerini, hem akılllarını kazanmak için çaba sarfetmek
zorundalar.
Bu açıdan da sivil toplum kuruluşlarına, Ermeni
Diasporası’na çok iş düştüğünü belirtiyorum.
'Erdoğan bir özürü çok mu görecek?'
Konuşmam bittikten sonra kitaplarımı imzalarken biri yanıma
gelip elini uzatıyor:
“İlk kez bir Türk’ün elini sıkıyorum.”
Nasıl ince uzun bir yolda olduğumuzu bir defa daha
düşünüyorum.
İki günlük Toronto ziyaretinden en çok şu iki soruya muhatap
oluyorum:
“Türkiye’de devlet değişti mi?
Gelecek yıl, 1915’in 100. yılında ne yapacak Türkiye?”
Bu konuda ‘devlet'ten fazla bir şey beklemediklerini
belli ediyorlar. Ama buna rağmen yine de tümüyle umut kesmek
istemiyorlar.
Biri şöyle diyor:
“Sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan Mavi Marmara
olayından dolayı İsrail’e özür diletmek için o kadar
büyük gayret sarfeden bir Tayyip Erdoğan, yüz binlerce
Ermeni’nin katledildiği olduğu 1915’in yüzüncü yılında
bu toprakların insanlarından bir özürü bile çok mu görecek?..”
Dışarıda kar yağıyor.
Urfalı Ermeni ananın sesi benim kulağımda:
Aman annem
Pencereden kar geliyor
Gurbet bana zor geliyor
Aman annem
Gurbet bana zor geliyor.
|