IŞİD tarafından üstlenilen Suruç katliamında
annesi Ferdane Kılıç ve ağabeyi Nartan Kılıç'ı
kaybeden ve kendisi de yaralı olarak kurtulan
Sinem Kılıç, 'Ne işiniz vardı Kobani'de?' diye
soranlara, "Olmamız gerektiği için orada
olduk. Yine ihtiyaç olursa yine olurum" diye
yanıt veriyor. Kılıç, "'Bu kadar da olmaz'
dediğimiz pek çok şeyi yaşadığımız için artık
yarını bile göremiyorum" diyor.
Urfa’da IŞİD saldırısı sonucu 33 kişinin
hayatını kaybettiği Suruç Katliamı davasının
3. duruşması 13 Kasım'da Hilvan Adliyesi’nde
görüldü.
IŞİD bombacılarının bilindiği hatta
telefonlarının bile dinlendiği ortaya çıktı
Sanıklar için Baro tarafından atanan iki
avukat duruşma başlamadan savunmadan çekilince
sanıkların sorgulaması yapılmadan suruşma
sonra erdi. Sanıkların müdafileri istifa
ettiğinden Barodan müdafi atanmasına, heyet
değişikliği nedeniyle adli emanetleri tasnif
edemediğinden, eşyaların iadesinin daha sonra
karar verilmesine, tanıkların ifadesinin
talimat ile alınmasına, müşteki vekillerinin
sanığın ve tanıkların huzurda bulundurulmasına
dair taleplerin reddine karar verildi.
IŞİD tarafından üstlenilen Suruç katliamında
annesi Ferdane Kılıç ve ağabeyi Nartan Kılıç'ı
kaybeden ve kendisi de yaralı olarak kurtulan
Sinem Kılıç da Hilvan'da duruşmayı takip
edenler arasındaydı.
Duruşmadan bir kaç gün sonra Kadıköy'de
buluştuğumuz Sinem Kılıç ile Suruç davasını ve
kanlı saldırının hayatında bıraktığı izleri
konuştuk.
Son duruşmadan izlenimlerin neler oldu?
Aslında ilk duruşmada bir çok beklentimiz
vardı. Ondan sonra beklentileri bir kenara
bırakmaya başladık. Ama yine de son ana
kadar sanığın getirtilmesini bekliyorduk.
Aileni ve sevdiklerini katletse de, seni
öldürmek istese de, insan o kişiyi mahkeme
salonunda görmek istiyor.
Belki bir şey olmayacak. Belki kötü
olacaksın, ağlayıp fenalaşacaksın. Ama
ben yine de sanığı o mahkeme salonunda görmek
istiyorum.
Sanığın mahkemeye getirilmesine zaten son bir
hafta içinde karar verildi. Son
duruşmada her zamanki durumlar tekrar etti.
TOMA'larla, akreplerle karşılandık yine.
Üstümüz arandı, telefonlara el konuldu.
Önceki duruşmalardan farklı olarak bu kez,
askerlerden biri gelip "Yakup Şahin, Deniz
Büyükçelebi ve İlhami Balı içeri girsin"
dedi. Bu durum ailelerde tepkiye yol açtı
haliyle. Biri hem Suruç, hem de Ankara
ve Diyarbakır saldırısının da sanıklarından.
Diğer ikisi ise halen firari, yakalanmış
değiller.
Aileler tepki gösterince bu kez de "Belki
duruşmayı izlemeye gelmişlerdir" dedi.
Bu olay bile aslında duruşmanın nasıl
geçeceğini gösteriyordu.
Şu ana kadar saldırının üzerinden 28 ay geçti,
3 duruşma görüldü. Ama duruşma sayısından daha
fazla mahkeme heyeti değişti. Son duruşma
öncesinde de yine mahkeme heyeti değişti. O
yüzden gelen mahkeme heyeti de dosyadan
habersiz şekilde geliyor. Aslında hepsi aynı
tarafı tuttuğu için, aynı şekilde kararlar
veriliyor.
Duruşmada avukatlar bir kez daha sanığın
duruşma salonuna getirilmesini talep ettiler.
Ancak mahkeme başkanı SEGBİS ile bağlanan
sanığa "Sen hangisini istersin? Cezaevinden
bapğlanmak mı yoksa duruşmaya gelmek mi
istersin? İstersen susma hakkını
kullanabilirsin" diye sordu.
Baronun sanıklar için atadığı avukatlar
"vicdani olarak budavada savunma makamında
bulunmamaları gerektiğini" söyleyerek
davadan çekildiler. Daha önceki davalar gece
yarılarına kadar sürerken bu kez dava öğlenden
sonra 2 gibi bitti.
İlk günden bu güne kadar, soruşturma ve
yargılama aşamasında somut bir ilerleme
sağlandı mı?
Bizim açımızdan hiç bir ilerleme sağlanmadı.
Zaten mahkeme, saldırıda yara almayanları
müşteki saymıyor. Sadece seyirci olarak
duruşmaları izleyebiliyorlar.
Hatta bir kaç hafta önce bir çok arkadaşımızın
evine baskın düzenlendi. İstanbul'da Özgen
Sadet adlı bir arkadaşımızın annesini ve
babasını yere yatırıp üzerlerine namlu
doğrultuldu. O şekilde gözaltına alındılar.
Zaten tutukluydu yeni serbest bırakıldı. İki
ay içinde yeniden tutuklandı. Olumlu gelişmeyi
ibr yana bırakalım, duruşmadan iki hafta önce
avukatlarımız Sezin Uçar ve Özlem Gümüştaş
tutuklandı.
Yaralılara ve ailelere yönelik halen baskılar
ve gözaltılar devam ediyor. Yaralılardan biri
olan İlke Başak Baydar şu anda Elazığ
Cezaevinde işkence görüyor. Günlerdir kan
kusuyor.
Patlamada omurgasına şarapnel saplanan ve
yüzde 98 engelli kalan Güneş Erzurumluoğlunun
tedavisi halen İsviçre'de devam ediyor.
Geçenlerde bir sosyal medya paylaşımı yüzünden
'Cumhurbaşkanına hakaret' davası açıldı
hakkında. Polis evlerine gitti ve kendisi yok
diye babasını gözaltına aldı. Suruç'la ilgili
sorular sormuşlar. Sonra serbest bırakıldı.
Aslında bu da gösteriyor ki, iktidarın gözünde
biz mağdur değil şüpheliyiz hala.
"SURUÇ'TA CAN VEREN VE YARALANAN İNSANLAR
YAĞMALANDI"
Mahkeme, sanıkların duruşma salonuna
getirilmemesi hakkında bir gerekçe sunuyor mu?
Hiç bir gerekçe sunmuyor. Avukatlarımız bunu
sürekli dile getirdiler. Eğer güvenlik
gerekçesi ile getirilmiyorlarsa böyle bir
durum yok. Zaten bizim sayımızdan fazla asker
var ve defalarca aramadan geçirilerek ve cep
telefonlarımıza bile el konularak salona
alınıyoruz.
Daha önceki duruşmalarda avukatlarımız
yüzyüzelik ilkesinin ihlal edildiği gerekçesi
ile sanıkların duruşmada hazır
bulundurulmasını istedi.
Aslında önceki heyet de sanıkların duruşmaya
getirilmesi yönünde karar vermişti. Ancak son
duruşmadan önce yeni heyet bir ara karar
alıyor ve yüzyüzelik ilkesinin ihlal
edilmediği ve SEGBİS'le bağlanması yönünde bir
karar veriyor.
Bizim hala eşyalarımız Suruç'ta. Hem yaşamını
yitirenlerin hem de yaralı kurtulanların
eşyaları hala bize teslim edilmedi. Her
duruşmada bununla ilgili kararın bir sonraki
duruşmada verileceği söyleniyor.
Sanıklarla ilgili araştırma yapılırken 3 ay
geriye giderek araştırıldığı söyleniyor. Ama
bizim eşyalarımız 2.5 yıldır teslim edilmedi.
Demek bizimle ilgili araştırma 2.5 yıldır
bitmiyor.
Hiç bir gerekçe de göstermiyorlar. Ayrıca
saldırı sırasında yaşamını yitirenler ve
yaralı kurtulanlara ait 30 bin liraya yakın
para kayıp. Üstelik bu paraadli emanette de
yok.
Avukatlara 'üstlerinden 5 lira bile çıkmadı'
denmiş. Böyle bir şey mümkün mü? 33 kişi
yaşamını yitirdi, yüzlerce yaralı var ve
'üzerlerinden 5 lira bile çıkmadı' deniyor.
Yaşamını yitirenlerden İsmet Baba'nın üzerinde
(İsmet Şeker) 30 bin liraya yakın para olduğu
ailesi tarafından biliniyor.
Diğer kişilerin üzerinde sadece 100'er lira
bile olsa bu paralar kayıp. Ve bundan hiç
bahsedilmiyor bile.
Saldırıda yaşamını yitirenler ve yaralananlar
yağmalandı mı diyorsunuz?
Evet. Aslında tam olarak ortada bir yağma
var.
Duruşma salonunda, senin gibi saldırıda yaralı
kurtulanlarla, yakınlarını kaybedenlerle bir
araya geldin. Nasıl bir duygu vardı orada?
Biz içeri girerken oradaki görevli askerlerin
bizi izlediklerini farkediyorum. Ben oraya ya
babamla gidiyorum, bir başkası annesiyle ya da
yalnız geliyor.
Ama biz orada büyük bir aile gibi olduk.
Annelerden biri zaten 'Bizimkilerin
hepsinin kanı bir birine karıştı. Biz zaten
bir aile olduk' demişti. Gerçekten aile
olmak böyle bir şeymiş sanırım. Bir araya
gelmek, kötü bir olay nedeniyle olsa bile bize
iyi geliyor.
Kamuoyunun ve medyanın davaya olan ilgisi
nasıl?
Medyanın neredeyse hiç ilgisi yok diyebilirim.
Sadece başından bu yana yanımızda olan bazı
gazeteci arkadaşlarımız ve bir kaç yayın
kuruluşu dışında kalanlar hiç ilgilenmiyor.
Kamuoyunda ise hala bazı insanların 'Ne işleri
vardı orada?' şeklindeki soruları yine zaman
zaman kulağımıza geliyor.
Sen şimdi Kafkasya'da yaşıyorsun. Eğitimin
bitti ve orada yaşamaya devam edeceksin.
Oradaki arkadaşların ve tanıdıkların böyle bir
saldırıyı ve böyle bir olayı nasıl
karşıladılar?
İlk anda zaten orada bizimle birlikte okuyan
okul arkadaşlarımızın neredeyse tamamı
Bursa'ya geldiler. 'Bizim evimiz szin
evinizdir'in gerçek anlamını orada bize
hissettirdiler. Oradaki halkın bir çoğu bu
olayı biliyor. Zaten Nartan da ben de aynı
fakültedeydik.
Hocalarımız ve arkadaşlarımız ortaktı. Arada
'neden gitmiştiniz?' sorusu ile karşılaşsam
da, bizi tanıyan insalar oraya ne için
gittiğimizi nasıl masum amaçlarımız olduğunu
çok iyi biliyorlar.
Bunu savunmak zorunda kalmak nasıl bir duygu?
Bunu Kafkasya'dayken savunmak zorunda
kalmıyorum. Burada savunmak durumunda
kalıyorum. Oradakiler tarafsız bir şekilde
baktıklarında doğruyu görüyorlar.Ama
Türkiye'de Kobani'ye gidiş nedenimizi savunmak
zorunda kalmak bazen yoruyor.
Biz ağır kayıplara rağmen bir yandan
iyileşmeye, iyi olmaya çalışırken aslında bir
başlık altında bir çok mücadele vermeye de
devam ediyoruz. Bunun gerekçelerini savunmak
zorunda kalmanın nasıl bir duygu olduğunu
sanırım tarif edemeyeceğim. Çok zor bir şey
çünkü.
Son yıllarda Suruç benzeri saldırılarda çok
büyük kayıplar yaşandı. O ailelerle bir
temasınız oluyor mu?
Tabi. Atatürk Havalimanı saldırısı mesela beni
çok etkilemişti. Ankara Gar katliamında
yaşamını yitirenlerin aileleri ile de
ilişkilerimiz var. Hatta bugünlerde Gar
katliamında yaralı kurtulan Günay Karakuş'un
bir resim sergisi var. Onlarla da sürekli
iletişim halindeyiz.
Farklı olaylar ama farklı yerlerde gerçekleşse
de aynı hedeften çıkan farklı olayların aynı
acılara dönüşüp birbirimizi tanımamıza neden
oldu.
Zaten failler de sanıklar da ortak olduğu
için aslında aynı acıyı paylaşıyoruz.
Suruç'ta saldırıyı yapan Şeyh Abdurrahman
Alagöz'ün kardeşi Yunus Emre Alagöz
Ankara'daki kanlı eylemi yaptı.
Babaları da Suruç saldırısından bir kaç ay
önce oğullarının IŞİD'e katıldığını söyleyerek
emniyete başvurmuş.
Davanın ilk 3 duruşmasına baktığında, nasıl
neticeleneceğine dair bir öngörün var mı?
Derler ya; umut her zaman vardır. Ama mahkeme
heyeti bu denli yanlı olduğu sürece bizim
açımızdan olumlu bir şekilde bitmeyecek.
Bu çok açık. Mahkemeden çıkarken şunu
demiştim kendi kendime: Artık olmayan adaleti
beklemek gibi bir umudum kalmadı.
Evet belki bir çok açıdan umudumuzu yitirdik
ama biz adaleti sadece bir sözcük olarak
değil, adaletin altındaki gerçek adaleti
aradığımız için elbette küçük de olsa bir
umudu tabii ki koruyoruz.
"ÖLÜMLE CEZAYI SAVUNMAK İNSANLIK ONURUNA
AYKIRI"
Türkiye'de zaman zaman köpürtülen bir idam
tartışması var. Özellikle 15 Temmuz'dan sonra
bu tartışma daha da tırmandırıldı. Ancak
bugüne kadar gerek sizin de aralarında
olduğunuz Suruç kurbanlarından, gerekse benzer
katliamlarda yakınlarını kaybedenlerden hiç
idam talebini duymadık. Senin açından
sorarsak, böyle bir davada adalet nasıl tesis
edilir?
Birincisi şu an SEGBİS'le de olsa karşımıza
çıkarılan bir sanık var ama biz bunun bir kişi
olmadığını elbette biliyoruz. İsmi geçen bir
kaç kişi daha var. Son duruşmadan bir kaç gün
önce iki kamu görevlisi hakkında da dava
açıldı. Eğer gerçek adaletten söz
edeceksek, önce iddianamede adı geçen sanıklar
derhal yakalanmalı ve adaletin önüne
çıkarılmalı. Bunun dışında olay anında bir çok
insan aslında geç müdahale edildiği için
yaşamını yitirdi.
Polisler, patlamanın ardından bize gaz
bombaları ile saldırıp ambulansların geçişini
de engelledi. Belki zamanında müdahale dilmiş
olsaydı, yaşamını yitirenlerin bir çoğu
aramızda olacaktı.
O gün orada görevli bulunan polisler de
yargılanmalı. 'Dönemin Suruç Emniyet Müdürü
yargılandı' deniyor ama 12 ay taksitle 7 bin
500 lira ceza aldı. Koltuk takımı alır gibi
cezasını ödeyecek. Tabii buna ceza
denebilirse. O da yeniden yargılanmalı. Çünkü
istihbarat gittiği halde hiç bir önlem
almadılar.
Dönemin içişleri bakanı da hesap vermeli. O
dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara
katliamının yaşandığı 10 Ekim 2015
tarihinde yaptığı açıklamada "Biz kimlerin
yaptığını iyi biliyoruz. Bu canlı bombaları
yakalayıp adalete teslim edeceğiz. Bakın Suruç
bombacısını yakaladık ve adalete teslim ettik"
dedi. Bu resmen acılarla dalga geçmekti.
Parçalanan canlı bombanın hangi parçasını
adalete tesim ettiniz?
İdam talepleri ile ilgili sorunuza gelirsek,
ölümü görmüş, yaşamış biri olarak kesinlikle
ölümle ceza olabileceğini düşünmüyorum,
savunmuyorum. Ölmek, ceza çekmek ya da bedel
ödemek değil, hesap vermekten kurtulmaktır.
Ayrıca ölümle cezayı savunmak insanlık onuruna
aykırı bir durumdur.
Olaydan sonra yapılan resmi açıklamalarda en
yaralayıcı olan bu mu oldu?
Evet. Gerçekten bu çok yaralayıcıydı. Olayın
üzerinden henüz bir kaç ay geçmişti ve acılar
çok tazeydi. İnsanlar da bu açıklamayı
alkışamıştı. Bu da çok yaralayıcıydı. Bu
olayda en alttakinden en üsttekine kadar tüm
sorumlular ne zaman bağımsız mahkemler önünde
hesap verirse işte o zaman adalet bir parça da
olsa yerine gelmiş olur.
"EN MUTLU ANINDA BİLE BİR HÜZÜN VAR YÜZÜNDE"
Sen anneni ve ağabeyini kaybettin. Baban eşini
ve oğlunu kaybetti. Suruç'tan sonra hayatınıza
nasıl devam ettiniz?
Olaydan sonra hep şunu düşündüm. Olay
esnasında benim bilincim hep açıktı. Acaba
saldırı sırasında bilincimi kaybetmiş ya da
bayılmış olsaydım acaba nasıl atlatırdım? Hep
bunu sorguladım ve hala da sorguluyorum. Ama
sanırım tüm süreci görüdüğüm için kabullenmem
daha çabuk oldu. Sadece yaralanıp kurtulsaydım
ya da sakat kalsaydım yine belki daha kolay
kabullenebilirdim. Ama hayatım tamamen
değişti. Hem Türkiye'deki hayatım, hem
Nalçik'teki hayatım tamamen değişti. Orada
Nartan'la yaşıyordum, buraya geldiğimizde
ailemiz buradaydı. Çok da sevgiyle bir
birimize bağlı ve tutkun bir aileydik.
Şimdi babama bakıyorum en mutlu anında bile
bir hüzün var yüzünde. Onu yanımayanların, bu
olaydan haberi olmayanların bile fark edeceği
bir hüzün.
Saldırının ardından babanla ilk karşılaşman
nerede ve ne şekilde oldu?
Saldırının ardından beni Suruç'tan Antep'e
götürdüler. Babam da oraya geliyordu. Benim,
annemin ve Nartan'ın ölümünden henüz haberim
yoktu. Kapı açıldı, babamı gördüm ve kötü bir
durum olduğunu anladım. Babam çok kötü
görünüyordu. Hayatımda babamı ilk defa bu
kadar yıkılmış gördüm. Ben yine de babam için
kontrollü olmaya çalışıyordum. Bir durum
olduğunu hissettim ama acaba annem mi yoksa
Nartan mı diye düşünüyorum içimden.
Onlar olmasa bile bir çok arkadaşımı
kaybettim. Ben patlamnın ardından yerde
yatarken annemi görmüştüm. Ama olayın çok da
farkında değildim. Ama Nartan bizden çok
uzaktaydı en son gördüğümde. Bizden uzak bir
yerde fotoğraf çekiyordu. Sonra bizim arka
tarafımıza geçmiş. Ben Nartan'ın bizden uzakta
olduğunu düşündüğüm için en fazla yaralıdır
diye düşünüyordum.
Babama durmadan 'Hastaneye gidiyoruz değil
mi, Nartan'ı almaya gidiyoruz değil mi?'
diye soruyorum.Babam 'Evet hastaneye
gidiyoruz, hastanelere bakacağız' dedi.
Biz Adli Tıp'pa gittik oradan. Ben su süreçte
sürekli kendimi kontrol etmeye çalıştım ve
ağlamak için kendimi tuttum.
Sanırım bir süre sonra bu kendimi engelleme
hali biraz doğallaştı. Cenazede ve sonrasında
eve gelenler 'ilaç mı kullanıyorsun, ne
kadar normal görünüyosun' diyordu.
Psikiyatristim de belli etmemeye çalışsa da bu
durumuma şaşırıyordu. Babam ilk zamanlar çok
kötüydü bu şoku yaşadıktan sonra. Aradan zaman
geçtikçe o biraz durumu kabullenmeye ve
toparlanmaya başladı bu sefer ben 5. ayın
ardından olayın şokunu yaşamaya başladım.
İlk zamanlarda ben babama destek olmaya
çalıştım. Sonra o bana destek oldu.
Saldırı anının görüntüleri sonradan
yayınlandı...O görüntüleri izledin mi?
Evet izledim.
Ne hissettin o görüntüyü izlerken?
Çok kötü görüntüler. Tek kelimeyle alçakça.
8 Şubat'taki duruşmaya gelecek misin?
Her duruşma için 2 bin kilometre uzaktan
geliyorum. İş durumuma bağlı olarak belki
gelemeyebilirim. Ama belli de olmaz.
Zaman zaman hala 'Ne işiniz vardı orada?' diye
sorulduğunu söyledin. Ne cevap veriyorsun bu
soruya?
Buna verdiğim cevap şu; Birincisi; savaşın
yaraladığı çocuklara ve insanlara dokunmak,
insanın vicdanen birincil görevlerinden biri.
İkincisi; O zaman bir mühendislik
öğrencisiydim, şimdi bir mühendisim
diyebilirim. Orada bir inşaat projesi vardı
aynı zamanda ve teknik anlamda o projeye bir
şeyler katabileceğimi düşünüyordum.
Üçüncüsü; Bir çocuğun gülümsemesini görmek
orada bulunmak için tek başına yeterli bir
nedendi. Çünkü biz oraya oyuncaklarla
gidecektik. Olmamız gerektiği için orada
olduk. Sadece Kobani'ye yönelik bir hassasiyet
değild bu. Kafkasya'da da Çeçenistan'da da,
başka bilmediğimiz coğrafyalarda da olsa yine
orada olmamız gerektiğini düşünüyorum. Başka
bir zaman başka bir coğrafyada olmam
gerektiğini düşündüğümde ve kendimi buna hazır
hissettiğimde yine orada olurum.
Nitekim Beslan'da da büyük bir katliam
yaşanmış ve yüzlerce çocuk ölmüştü.
Suruç'tan bir hafta 10 gün kadar önce annemle
birlikte Beslan katliamı ile ilgili TRT'de
yayınlanan bir belgeseli izlemiştik.
O kadar kötüydü ki, insanlar ölü bedenler
arasında kendi çocuklarını arıyordu.
Belgeselin tamamını izleyemeden kapatmıştık.
Aynı şey bizim başımıza geldi. 'Bir insan
bunca acıya nasıl katlanabilir' diyordum.
Demek ki başına gelince bir şekilde işin
içinden çıkmak durumunda kalıyorsun. Çünkü
hayat devam ediyor.
Suruç'ta belki çok ağır bir yara almadım. Ama
olay esnasında oradaydım ve ailemden iki
kişiyi kaybettim. Hep şunu düşündüm. Aslında
en büyük acı benim yaşadığım acı değil.
Belki bugün en büyük acı benimki ama çok daha
büyük acıları yaşadılar, yaşıyorlar ve
yaşayacak olanlar da var belki bir yerlerde.
Ne yazık ki belki de bunlardan birileri yine
bizleriz.
Evet yaşadığımız çok büyük bir acı ama çok
daha çaresiz durumda ve çok daha büyük acılar
yaşayan çocuklar var hala maalesef.
Peki Suruç'ta hayatını kaybedenler ve
yaralananlar terör mağduru sayıldı mı?
Biz terör mağduru sayılmıyoruz.
Peki Suruç'ta ağır yaralananlar ve halen
tedavisi devam edenler var. Bu kişilerin
tedavisi konusunda devlet bir sorumluluk
üstlendi mi?
Herhangi bir fiziksel engelliye ne kadar
yardım ediliyorsa o kadar ediliyor.
Nuriye ve Semih aylarca tutuklu kaldı. Bir
yandan direniş ve adalet talebi devam ediyor.
Suruç'tan bu yana barış ve adalet talebi
konusunda toplumun duyarlılığı açısından senin
umutlarını arttıran ya da azaltan bir durum
var mı?
Bunca şeye rağmen hala umudumu korumaya
çalışıyorum. Zulme karşı direniş, adalet ve
barış talebi devam ediyor sonuçta. Nuriye ve
Semih en meşru haklarını talep ettiler. Cevap
alamayınca canlarını ortaya koydular. Bütün
baskılara karşın direnişe devam ediyor
olmalarının bir anlamı olmalı.
Toplumun, kendi hayatlarını ortaya koyarak bu
mücadeleyi verenler karşısında nasıl kayıtsız
kalabildiklerini merak ediyorum. Hiç bu
acıları yaşamamış olsam bile ben buna duyarsız
kalamazdım diye düşünüyorum.
Biz çok farklı acılar yaşadık, onlar çok
farklı acılar yaşadılar. Ama direniş devam
ediyor.
Veli Saçılık da Suruç duruşmasını izledi.
Veli'yi orada görünce ne hissettin?
Veli Saçılık duruşmadan önce 'Bakın bugün
burada olduğum için gözaltına alınmadım' dedi.
Çünkü her gün gözaltına alınıyor. Ben de 'O
kadar emin konuşma' dedim.
Mahkeme sonunda zaten TOMA'lar çevremizi
kuşattı.
Basın açıklaması yapmanıza izin verilmedi
değil mi?
Evet basın açıklaması yaptırılmadı. TOMA ve
akrelerle etrafımız sarıldı. '10 dakika içinde
dağılmazsanız müdahale edeceğiz' dediler.
Veli yine en öndeydi. Oradaki insanlar
avukatlarımız, aileler ve saldırıda yaralanan
insanlar. Bu insanlara saldırmakla ellerine ne
geçecek?
Babam gözaltına alındığında söylemiştim;
'Dünyayı yakmamak için bana bir neden
söyleyin' diye. Nuriye için de aynı şeyi
düşünüyorum. Dünyayı yakmaması için bir neden
söyleyin.
İşini kaybetti, tüm talepleri duymazdan
gelindi ve tutuklandı. Nuriye'nin ölmesi için
her şey yapılıyor. Dünyayı yakmaması için bir
sebep yok onun için de.
Ama ben ve benim gibi insanlar yine de barışı
ve adaleti savunmaya devam ediyoruz ve
edeceğiz.
Kafkasya'da yaşamına devam edeceğini söyledin.
Türkiye'de yaşamamaya Suruç saldırısından
sonra mı karar verdin?
Zaten bir süredir Kafkasya'da yaşıyordum.
Orada yaşamıma devam etmek üzerine planlar
dayapıyordum. Ama o olaydan sonra büyük bir
kırılma oldu benim için. Türkiye'de ve
Kafkasya'da yaşamak konusunda yüzde 50 yüzde
50 gibi bir durum varsa, olaydan sonra bu
yüzde 100 orada yaşama kararına döndü.
Doğduğun ülkenin dışında bir ülkede yaşamaya
karar vermek zor olmadı mı?
Aslında ne kadar orası Anavatanım desem de
doğduğun, çocukluğunun geçtiği, ailenin ve
arkadaşlarının yaşadığı ülkeyi terk etmek hiç
de kolay değil. Bunları bıraksam bile, burada
verdiğim mücadeleyi tamamen bırakmayı,
Suruç'ta kaybettiğim aileme ve dostlarıma bir
ihanet olarak görürüm.
Anlattıklarından anlaşılıyor ki senin
kimliğini oluşturan pek çok katman var.
Kafkasyalılık, Türkiyelilik, sosyalistlik
gibi. 'Bugün ihtiyaç olsa yine Suruç'ta
olurum' diyen Sinem'in kimliği nasıl oluştu?
Azınlık olmak, farklı bir kültürün ve dilin
içine doğmuş olmak, toplumun diğer
azınlıklarıyla empati kurmak konusunda etkili
oldu mu?
Anne baba Çerkes olduğu için zaten bu kimlik
içinde büyüdüm. Zaten onlar da Çerkes
derneğinde tanışıp evlenmişler. Zaten dernekte
doğduık diyebilirim. Babamın da annmein de
gençliklerinden bu yanda bir siyasi kimlikleri
vardı. Hem Çerkes kültürünün hem sosyalist
kültürün içinde büyüdüm. Kafkasya'ya ilk
gittiğimde 12 yaşındaydım. Zaten babam her
zaman 'Oradı anavatanımız' derdi. Bu bizim
evimizde her zaman konuşulurdu.
'Anavatanı görmeden Çerkes'im deme Sinem'
derdi babam her zaman. 12 yaşındayken ilk kez
Nartan'la beraber Kafkasya'ya gitmiştik. Ben
dönerken 'dönmek istemiyorum' diye
ağlamıştım.
Tabi ki orada da zorlandığımız ve bize çok
farklı gelen şeylar vardı. Ama 'burası bizim
vatanımız, neden burada değiliz' diye
ağlayarak dönmüştüm. Kafkasya'da yaşamaya ilk
karar verdiğimde aslında 12 yaşındaydım.
Liseyi orada okuma planları yapmaya başladım
ama bu çok da mümkün değildi. Daha sonra lise
bitince üniversite seçeneklerini araştırırken
Kafkas Dernekleri Federasyonu'nun aracı olduğu
kontenjana Nartan başvurdu ve üniversite için
Kafkasya'ya gitti. Hemen arkasından bir yıl
sonra ben de gittim.
"NARTAN'IN ÇEKMECESİNDEN BİR LİSTE ÇIKTI"
'Nartan'ın hayaliydi ve bunu ben tamamlamak
istiyorum' dediğin bir şey var mı?
Suruç'tan bir kaç ay sonra Nalçik'te Nartan'ın
yurttaki odasında bir kutu buldum. Kutudan
'ölmeden önce yapılacaklar' listesi çıktı.
O listeyi ilk bulduğunda ne hissettin?
Çok kötü oldum. Zor bir andı. Sonra ağlamanın
ve kendini paralamanın hiç bir şeyi
değiştirmeyeceğini bildiğim için en azından bu
konuda ne yapabilirim diye düşünmeye
başladım.
Amatör olarak fotoğrafla ilgilendiği ve
fotoğraflar çetiği için ilk sırada bir
fotoğraf sergisi açmak vardı.
Hemen bununla ilgili planlar yapmaya başladım.
Suruç'un birinci yıldönümünde Bursa'da bir
fotoğraf sergisi açtık.
10 Ekim korosu geldi. Annemin ve Nartan'ın
sevdiği şarkıları, türkileri söylediler. Ahmet
Telli, Nartan'a ve bize yazdığı şiirleri
okudu. Ailelerden gelenler oldu. İlk hayalini
bu şekilde gerçekleştirmiş olduk.
İkinci hayali de, yazdığı bir öykü vardı.
Farklı bir çok kişi arasında el değiştiren bir
fotoğraf makinasının hayatını anlatan bir
öykü.
Onu da Nartan'ın bilgisayarında buldum.
Başlıkları yazmış. 'Bir oyun ya da kısa
metrajlı bir film yapılabilir' diye not
düşmüş.
Ben o olaylar arasındaki olay örgülerini
tamamlayabilirim dedim ve bunu yazmaya
başladım ve hala yazıyorum. Bakalım sonu ne
olur.
Belki bir oyun olarak sahnelenir ya da bir
kısa film. Hiçbir şey olmasa da Nartan ve
kendim için bunu yapmış olurum.
Bu bittikten sonra listedeki diğerlerine sıra
gelecek.
2019 kritik bir tahi ülke için. Önümüzdeki
süreç için neler söylemek istersin?
'Bu kadar da olmaz' dediğimiz pek çok şeyi
yaşadığımız için artık yarını bile
göremiyorum. O yüzden önümüzdeki süreç için
bir yorum yapamıyorum.
|