Arka arkaya “sanal yaşam”
üstüne kurulu 2 film izleyince, insan kendini bir
garip hissediyor. Malum, bu fikirlerin dayanağı
oldukça eskiye dayansa da, günlük hayatımıza Matrix
filmiyle girdiği aşikâr. Sürdürdüğümüz hayatın
aslında gerçek olmadığı, gerçeğin ne olduğunun
bilinmesinin ise oldukça zor olduğu bir ortamdı
Matrix. Üstüne tonlarca yazı
yazıldı, “Matrix ve Felsefe” gibisinden kitaplar bile
basıldı. Son dönemde izlediğim filmlerin ilki ise, Bruce
Willis’in başrolünde oynadığı “Surrogates – Suretler”,
diğeri ise Gerard Butler’ın oynadığı “Gamer-Oyuncu”.
Arada şöyle bir fark var;
Matrix’deki durumda, kişilerin seçme şansı yok, onlar
kendileri dışında oluşturulmuş sistemin bir parçası
durumundalar. Surrogates-Suretler’de ise, insanlar
günlük yaşamda kendilerinin yerini alan, dolayısıyla
istedikleri görünüşte olabilen, düşünceye bağlı bir
sistem ile kontrol edilebilen robotları kullanıyorlar.
Dolayısıyla kimsenin güvenli ortamından (evlerinden vs)
çıkmasına gerek kalmadan, fiziksel olarak yorulmadan
çalışabiliyorlar, dışarıda gezebiliyorlar. Gamer-Oyuncu’da
ise durum biraz daha farklı. İzlerken bana “Total Recall-Gerçeğe
Çağrı” filmini hatırlattı; bu filmdeki durum ise,
insanların başka gerçek insanları kontrol ettikleri bir
oyun üstüne kurulmuş. Filmlerin sanatsal yeterlilikleri
üzerinde durmayacağım, benim için önemli olan sahip
oldukları toplum kavramı.
1984, Yön: Michael Radford
Bu tip filmlerin çıkış noktaları, aslında bize yabancı
değil. Temeline baktığımız zaman genel olarak bir “korku
toplumu” fikrini görmekteyiz. Güvenli alanımızdan dışarı
çıktığımız zaman bizi bekleyen o kadar çok gerçek ya da
uydurma tehlike var ki; hem kendimizi hem de sevdiğimiz
insanları tehdit eden bu korku, bahsettiğim “sanal
yaşam” fikirlerinin gelişmesine, hatta kabul edilebilir
olmasına zemin hazırlıyor. Toplumu bir paranoyaya
sürüklediğini görmemek mümkün değil. Bu tip fikirlerin
yerleşmesi, tahmin edilebileceği üzere, komşuluk
ilişkilerinden tutun sokakta yürümemize kadar bizi etki
altına alıyor. Giderek bir bireyselleşme ve “bana
dokunmayan yılan bin yaşasın”cılık hakim oluyor.
Maalesef, “büyükşehir”de modern yaşamın getirdiği
olumsuzluklardan biri bu.
Eğer konuyu ilerletirsek, bu fikirlerin insanı giderek
daha fazla yalnızlığa ittiği de bir gerçek. Üstelik,
Rusya gibi 1991’den sonra oldukça büyük sayılan bir
devrimin gerçekleştiği ve değişimin yaşandığı bir ülkede
(SSCB’nin tarihe karışması), bu kavramları net bir
şekilde görebiliyoruz. Açıkçası SSCB döneminde –doğal
olarak- burada değildim. Sahip olduğum bilgi, insanların
bana anlattıklarından ve bir kısım izlediğim filmden
ibaret. Dolayısıyla bu konunun o zamanlardaki durumu
hakkında bir fikir öne sürmeyeyim. Ama şu anda
Moskova’da sürdürdüğüm hayata dışarıdan bir gözle
baktığım zaman, sokakta sorduğum bir soruya cevap
vermeden kaçanları, hint asıllı komşumun farkedilmemek
için midir nedir, anlamadığım bir şekilde, kapısını
hızlı hızlı açıp kapayıp bir sürü kilit kullanmasını (1
yıldır kendisinin yüzünü görebilmiş değilim bu arada),
marketteki kadının ingilizce bilmesine rağmen benimle bu
dilde konuşmak istememesini (ayrı bir öykünün konusudur)
hep bu sebeplere bağlayasım geliyor. İşin acı tarafı da,
aslında bazı yönlerden sahip olunan bu paranoyanın
birtakım gerçek olaylara dayanması oluyor. Bunun
fiziksel zararı tabii ki kaçınılmaz, büyükşehirde
yaşayanlar arasında stres kaynaklı panik-atak en büyük
dertlerden biri.
Gelmek istediğim nokta aslında şu: Bahsettiğim, kendi
güvenli alanımızda, zarar görmeden dışarıda
olabileceğimiz bir sistem inşa edilse –Surrogates
filmindeki gibi- acaba kaç insan bunu istemezdi? Veya
karşı çıkardı? Ki bu teknolojinin temelleri çok ilkel de
olsa yavaş yavaş atılmakta. İçinde yaşadığımız toplum
bireylerinin birbirleriyle olan 100 ya da 500 yıl
sonraki –ki o zamana kadar insanlığın devam edeceğini
varsayıyorum- ilişkileri sosyal yönden acaba hangi
durumda olacak? “Korku Toplumu”na dair kavramlar acaba
hangi boyutlara varacak? İşte bunlar, son zamanlarda
bana üzerinde kafa yorulacak ilginç fikirler olarak
geliyor. |