Sevgili yavrularımız!
Sizler Adige ulusunun geleceğisiniz.Ulusumuzun ruhu,dilimiz
ile geleneğimizdedir. Adige diline güç katacağınıza,Adige
geleneğini yaşatacağınıza, böylece Adige yaşamını daha da
ileri boyutlara taşıyacağınıza olan inancımız tamdır.
Kitabı hazırlayanlar
Yemek yeme ve sofra geleneği
Adige geleneğinde, yemek yeme, yemeği taşıma, sofra düzenleme ve
toplulukları ağırlama geleneği kadar açık ve belirgin olanı yoktur
diyebiliriz. Yemeğin hazırlanması sırasındaki dualardan
(тхьалъэ1у) başlanarak, sofraya oturulana dek – insanların sofraya
oturuş, yemeğe bakış, yemeği alış ve yemeği yeme biçimleri - her
şey, geleneğe göre yapılır/uygulanır.
Ulusun yediği şeyler, beden yapısı, görünümü, sağlığı ve aklı.
Bunlar, konun bir yönüdür. Başka bir yön de, ulusun ağılında ve
bahçesinde bulunan her şeyin, onun sofrasında yer aldığıdır.
Ulusun yedikleri, kendi ürettikleridir, sofrada bunların dışında
hiçbir şey bulunmaz.
Adigelerin iş uğraşları ikiye ayrılır: Toprağı işleme ve hayvan
besleme. Bu nedenle tarla ve hayvan ürünleri ve et, en eski
çağlardan beri Adigelerin ürettikleri ve yedikleri besin
maddeleridir. Bu da Adigelerin bir ulus olarak yeryüzünde
belirmelerini sağlayan ulusumuz toprağının sunduğu bir
bereketliliktir. Kuzeybatı Kafkasya (Çerkesya) dağlarının
eteklerinde uzanıp giden düzlükler, dağ yamaçlarına yayılmış olan
ormanlar ile dağ yaylaları, insanın gereksineceği bütün ürünleri
üretmeye ya da elde etmeye elverişli idi.
Kafkasya birçok ürünün ilk yetiştiği, ilk anayurdu olan bir bölge.
Kafkasya, -çok eski çağlardan beri- bir tahıl (фышъхьэ) üretme
alanı/ambarı olarak ünlenmişti. Örneğin, yeryüzünde 600 değişik
buğday türü bulunur, bu sayı içinden 200 tür Kafkasya kökenlidir.
Adige yurdunda bir iki bin yıldan beri Çin menşeli ürünler
yetiştiriliyor, Adige gıda ürünleri o dönemlerden beri gelişimini
ve yayılmasını sürdürmüştür. Eski Adigeler, çok eski çağlardan
beri, hayvan ve et ürünlerinin, buğday ile değil, akdarı (фыгу)
ile daha uyuştuğunu ve damağa daha bir tat/lezzet kattığının
bilincine erişmişlerdi.
Mısır bitkisi, XVII. yüzyılda Kafkasya’da yetiştirilmeye başlandı.
Mısır, giderek diğer tahıl (гъажъо) ürünlerinin yerini aldı ve bir
besin maddesi olarak ön plana çıktı. Böylece ekmeğin sabahları,
akdarı ya da mısır kaçamağının (п1астэ) öğleyin ve akşamları et ve
hayvan ürünleri ile birlikte yenmesi bir gelenek/alışkanlık haline
geldi.
Eski Adigelerin erişmiş oldukları sanat anlayışı ile bilinç
düzeyini de belirtmemiz gerekir. Günümüzde biyokimya bilimi
tarafından da doğrulandığı gibi, bileşimleri gereği, akdarı ya da
mısırın, et ve hayvan ürünleri ile birlikte tüketilmesi, insan
sağlığı ve bedensel gelişim açısından, buğday ve diğer tahıl
maddelerinden üretilen yiyeceklere oranla, çok daha uygun ve
yararlıdır.
Adige yemek/sofra geleneğinin izlediği tarihsel yolculuğa
değinecek olursak, en belirgin olan şey, ulusun elinden gelen ve
üretmekte olduğu tahıl (фышъхьэ) ürünlerini, yani arpa, buğday,
akdarı ve mısır gibi ürettiklerini, akıl ve bilgi süzgecinden
geçirerek, daha uygun olanlarını ve daha beğenilenlerini
saptayarak, değişik besin/gıda çeşitlerini karşılaştırarak,
içlerinden seçme ve tercihler yaparak, ardından yöresel çeşniler
de katarak, sonunda özgün bir yemek ve sofra kültürü oluşturuldu.
Adige ulusal sofra kültürünün, günümüz diyetisyen/besinbilimci ve
hekimleri tarafından ilgiyle karşılanan yönü, değişik meyvelerin
sofraya konuluş ve tüketiliş biçimidir. Adigelerin, en çok da
Shapsugh, Abzegh ve Natukuayların meyve bahçeleri (чъыгхатэ) önem
taşırdı. Adige bilinci, bahçe ve köy kıyısı meyvelikleri dışında,
orman içi (мэз-чъыгхатэ) meyveliklerini oluşturma düzeyine
erişmişi. Adigeler yabani elma ve armut ağaçlarını değişik ve üst
kalite kalemler kullanarak aşılıyor, birinin gücüne öbürünün
lezzetini/kalitesini ekliyor, kaliteli elma ve armut türleri elde
etmeyi başarıyorlardı. Bu türler arasında soğuktan ve kardan
zarar görmeyen, meçezen (мэчэзэн) adlı geç elma cinsi, ayrıca
Nisan ya da Mayıs ayında olgunlaşan iri cins kış armutları da yer
alıyordu. Adige meyve bahçeleri, yaz kış sofraya meyve koymaya
olanak sağlıyordu.
En ilginç olan olgulardan biri de, 50 yıl öncesine değin, dünya
tıp istatistiklerine göre, “ade hastalığı” (адэ уз/kanser), yani
ur hastalığının, dünya halkları arasında, en düşük oranda
görüldüğü topluluğun Adigeler olduğunun saptanmış olmasıydı.
Rostov-na-Donu kentindeki Onkoloji (Urbilim/kanserbilim) Merkezi,
durumu ilginç bulup Adige Özerk Oblastı’nda (şimdi Adige
Cumhuriyeti) geniş bir inceleme ve araştırmada bulunmuştu.
Biliminsanlarının saptamalarına göre, o dönemin Adige genetik
yapısı, o korkunç hastalığa/ura/kansere karşı koyacak genetik
özelliklere sahipti. Biliminsanları bu farklı, bu ekstra
özelliği, eski Adigelerin binlerce yıllık bir süreç içinde
oluşturmuş oldukları yemek yeme geleneğine/kültürüne
bağlamışlardı. Biliminsanlarının altını çizdikleri saptamalar
arasında, tüm yıl boyunca yaş meyvelerin tüketilmekte olduğu,
yemek aralarında bol ve sık sık meyve yendiği, çocukluktan ve ana
sütünden başlanarak acı biberin (щыбжьый стыр) tüketildiği gibi
bulgular yer almıştı.
Bu arada Adigeler arasında bambaşka ve değişik bir sofra
geleneğinin/kültürünün yürürlükte olmuş olduğunu belirtmek de
gerekir. Bir Adige sofrasına (1анэ) tek bir yemek çeşidi konurdu.
Bu işin bir yönüydü. İkinci yön ise, yemek değiştirilecek
olduğunda sofranın da değiştirilmekte olduğuydu. Bundan
çıkarılması gereken şey, birinin bir önceki yemeği isteyemeyeceği
ve geleneği bozamayacağı gerçeği idi. Sofradaki yenmemiş yemek
sofra ile birlikte geri götürülür, ikinci bir yemek başka bir
sofra üzerinde getirilirdi. Bu tür bir sofra usulü/geleneği
yüzlerce yıllık geçmişi olan bir sürecin, bir birikim ve deneyimin
ürünüydü. Birbirine uygun olmayan yemekleri geri çevirmek de uygun
sayılmaz ve geri götürülmesinin söylenmesi uygunsuzluk olurdu.
Bugünkü sofralara konan, kural ve gelenek gözetmeyen değişik
yemekler, istenseler bile, asla Adige sofralarında yer
alamazlardı. Yemekten alıp almamak, yani yemekten yiyip yememek
kişinin kendine kalmıştı, ancak sofra ve yemek geliş sırası evin
hanımına ait olan bir yetki, bir görev idi.
Adigelerin yemek yeme kültüründe bulunan ana özellik ve kibarca
tutum, ne denli yemek getirilmiş, götürülmüş olursa olsun,
hepsinden birer lokma olsun alıp “teşekkür ederim, açlığımı
giderdim” (“уятэпсмэ, мэлэк1ал1эр згъэупэбжьагъэба”) diyerek
sofradan kalkmak olurdu.
Tıka basa doymuş olarak sofradan kalkmak Adige geleneğine ters
düşen/ayıp sayılan bir davranıştır.
Şimdi başka bir özelliğe de değinelim. Adige ailesi içinde
uygulanan sofra geleneği de farklıydı, aile içinde birlikte yemek
yiyecek durumda olanlar gruplara bölünüyorlardı. Bölünme erkek ve
kadın olarak ayrılmıyordu. Baba ile oğlun, ağabey ile küçüğünün,
amca ile çocuğun, kaynana ile gelinin, yaşlı nine ile genç kızın
ve benzerlerinin aynı sofrada yemek yemeleri geleneğe aykırı idi.
Sonuç olarak bir aile için tek bir sofra kurmak, Adige geleneğine
aykırı düşüyor, birden çok sofra kurmak gerekiyordu. Adige sofrası
da bu yemek yeme usulüne göre düzenlenmişti. Yuvarlak Adige
sofrası, çocuklar dışında, üç kişiden fazla kişinin oturamayacağı
bir boyutta idi.
Sofra türleri
Adige sofrası düzenleme amacına göre farklılıklar gösterirdi.
1) Aile içi sofra.
2)
Hayır sofrası.
3)
Konuk sofrası.
4)
Yol azığı.
5)
Tarla yemeği (meş usır/мэщ1усыр)
6)
Genç sofrası.
7)
Düğün sofrası.
8)
Ölü adına çıkarılan sofra (Хьадэ1ус 1анэр).
9)
Ç’epşe sofrası (К1эпщэ 1анэр).
10)
Çeşdes sofrası (Чэшлэс 1анэр).
Evin çalışan erkeğinin yemeğini yemek üzere her öğün eve gelmesi
olanaksızdı. Bu bakımdan herkesin uyduğu ulusal kurallar
vardı:Erkek, işi nedeniyle, yemek vakti bulunduğu yerdeki ailenin
tuz ve kaçamağı (щыгъу-п1астэ) ile öğününü karşılardı. Bu durum
Adige konuk ağırlama geleneği kapsamı içinde yer alıyordu. Yemek
vakti gelen kişi o aile tarafından ağırlanırdı. Ancak böyle bir
amaçla fazladan bir yemek de hazırlanmazdı. Adige kadını kaçamak
(п1астэ) suyunu kaynatıp kaçamak ununu dökmeye başladığında,
Tanrı'ya (Tha’ya) yalvarırdı: “Ya Rabbi, bu nimette payı olanı tez
elden gönder, hayırlı bir yemek olsun, nimete güç/şifa kat!”
diyerek.
Her evde, her evin hanımı (бысымгуащэ), sofraya buyuracak
kişilerin hepsini içten karşılardı. Bu konuda farklı bir gelenek
de vardı. Adige yaşlıları, gençleri şöyle diyerek eğitirlerdi:
“Çüveninde koyacak unun yoksa sofra kurmaya kalkışma. Gelen konuğa
yedirecek yiyeceğinin olmaması günahtır!” Adige evine kim gelirse
gelsin, ne gibi bir işi olursa olsun, konuğa önce sofra götürülür,
ardından ne istediği sorulur, elden geliyorsa isteği yerine
getirilirdi.
Yemek vakti gelen konuğun kısmetiyle geldiği varsayılıyor,
alelacele, “konuk evine (хьак1эщ) vakti geldiğinde yemek
götürülür” denmezdi. Gelenek böyleydi ve herkes tarafından
uyulurdu. Ev sahibi (bısım) evde olmadığında, yerine biri
görevlendirilir, yemek vakti geldiğinde, konuğun elini yıkaması
için konuk evine ibrik ve leğen götürürdü. Ancak konuk elini
yıkayıp “ev sahibi dönünceye değin bekleyelim” diyecek olursa, ev
sahibesi sofrayı biraz bekletirdi. Normal bir bekleme süresinden
sonra sofrayı konuk evine gönderirdi. Niye derseniz, elini yıkamış
olan birini fazla bekletmek yakışık almazdı. Konuk, gelenek
gereği, “ev sahibini bekleyelim” demiş de olabilirdi.
Ancak, konuk, “Hayır, ziyanı yok, ev sahibini bekleyelim” diyerek
elini yıkamaz, ibrik ve leğeni geri çevirecek olursa, o zaman
konuğun kararlı olarak ev sahibini beklediği anlaşılır ve sofra
gönderilmezdi.
Ancak, konuğun ve ev sahibesinin beklentilerinin aksine, ev sahibi
dönmemiş ve yemek vakti de geçiyor olacak olursa, ev sahibesi
ibrik ve leğeni gönderir, konuk da itirazsız elini yıkar ve sofra
da konuğa götürülürdü.
Evin geçimini üstlenen erkeğe konuk sofrası sunulurdu. Ancak
gelenek olduğu üzere, evin erkeği bir başına sofraya oturmayı
sevmezdi. Acelesi yoksa, yiyeceği paylaşacağım biri gelmez mi
acaba düşüncesiyle, birilerini biraz bekleyip otururdu. Ev
sahibesinin bir çocuğu göndermesi durumunda, onu komşuyu yemeğe
çağırmaya yollardı.
Ne olursa olsun Tanrı'nın nimetini, thağelıcı (bereketi)
birileriyle paylaşmak isterdi. Bu konuda bir örnek öykü.
Bir öykü: Alt kademe Bjedugh beyi (pşı) Ah’ecegopş’ın
(Ахэджэгопщ), beyliğini yitirmiş biri olarak, yaşlığında, Kafkas
Savaşı sonrasında, K’emguy beyleri Boletokoların koruması altına
girmiş olduğu anlatılır. Ancak Ayteçıkoların köyüne değil, Farze
Irmağı sol yakasına yerleşir. Burada oluşan köye Pşıçev (Пщычэу)
adı verilmişti. Böylece yıllar yılları izledi. Bir gün beyin
evinde azık diye pek bir şey de kalmamıştı, tek bir yumurtayı
kaynatıp yumurtalık (к1энк1ап1э) içinde, konuk evine, beyin önüne
götürürler. Bey konuk evinden çıkmış, bahçe kapısında bekliyordu.
Hizmetçisi de (унэ1ут) peşin sıra çıkmış, bir iki adım gerisinde
duruyordu. Hayli zaman geçmiş, yumurta ile getirilen azığın
soğuduğu bir sırada, beyin bir anlık bakışına denk getirerek,
yaşlı hizmetkar beye şöyle der:
- Beyim (Зиусхьан), yemek seni bekliyor!
- Biliyorum ama bir başıma oturup nasıl yemek yiyeyim. Benimle
yemek yiyecek birilerini göremez miyim, dedi bey.
Bey, bir başına, birilerinden kaçırıyormuş gibi oturup yemek
yemeyi kendine yediremiyordu. Tek yumurta da olsa, Tanrı'nın
verdiği nimeti birileri ile paylaşmak istiyordu. Bu davranıştan
gelip geçenin beyle sofraya oturup durduğu gibi bir anlam da
çıkmaz. Ancak sofrasındaki yemeğin yarısını gelecek başkaları da
yesinler diyerek geri gönderirdi.
(Devamı var)
Not: Tire içindekiler çevirmene aittir. -HCY |