Eylül
25'den 6 Ekim’e kadar geçen zaman içinde
Karaçay-Çerkessk Özerk Bölgesi, Dağıstan ve Çeçenistan
Özerk Cumhuriyetleri ile Stavropol kentinden olan bir
grup yazar ve gazeteci Türkiye'yi ziyaret etmişti.
Abazin ozan Lağuıç Cemalettin de bu grupla beraberdi. Bu
yazı onun Türkiye günlüğüdür.
25 Eylül
Bu günü yaşamım süresince hiç unutamayacağım. Güneş
de benim gibi aceleci bugün, erkenden güler yüzü ile
Moskova kentinin yapılarını, bulvarlarını, meydanlarını
çabucak aydınlattı. Geceden çöken sisten bir iz bile
yoktu. Otobüse binip hava alanına giderken, geçtiğimiz
yayalar ve arabalar bize güle güle gidin der gibi, yolcu
eder gibi geldi bana.
Saat 10'u 25 geçe uçağımız havalandı, bizi engin
boşlukların üzerine yükseltti. Hoşçakal der gibi
Moskova'nın üzerinde bir tur attıktan sonra bir kurşun
hızıyla rotasına yöneldi ve bulutlara daldı. Bir iki
dakika içerisinde yırtılmış kumaşlara benzeyen bulutlar
altımızda, çok aşağılarda kaldı. Yumuşak bir el hareketi
ile yığılmış gibi görünen bulut kümelerine yukarıdan
bakıyorduk. Yarım saat sonra bulutlar kayboldu. Şimdi
altımızda uzanan uçsuz bucaksız topraklarda, köyler,
kentler maket gibi görünüyor. İşte Harkov üzerinden
geçiyoruz. Yaşamın vatlığını belirten fabrika ve
yaklaşıp uzaklaşan tren katarlarının dumanlarını
görüyorum. Kırlar başka bir alem, yukarıdan bakış
bambaşka bir güzellikte. Sürülmüş büyük tarlalar,
çiftlikler, koruluklar parça parça yeryüzünde. Yama gibi
duruyor. İşte Dnyepropetrovsk, daha sonra Yalta
üzerinden geçiyoruz. Yalta'dan geçerken deniz kıyısında
plajlardaki insanları bile seçebildik. Karşı kıyı da
böyle plajlar görülmüyor, her yer ıssız bir görünümde,
yakından hiçbir köy görmedim önceleri, daha sonra
görmeye başladığımız köylerde evler yere yapışmış gibi
basılı, toprak içerlere doğru grileşmekte sanki doğayı
bir kil kaplamış gibi... ''Hiç bir evin üzerinde çinko
veya kiremit yok, ne garip'' diye düşünürken başka
köyler göründü. Onların da, derin vadiler arasına
serpiştirilmiş uyukluyor gibi bir görünümleri var.
Kısacası Karadeniz kıyısından Ankara'ya kadar pek büyük
bir yerleşme merkezi göremedik.
Saat 13.20'de Türk başkenti Ankara'ya ulaştık. Uçağımız
enine kenti aşarak hava alanına yavaşça indi. Ben ilginç
bulduğum her şeyi iyice inceleyebilmek için gözlerimle
çevreyi tarıyordum. Hava alanında bizi ''Radar''
firmasının yetkilileri karşıladı. Otobüsün penceresinden
baktığımda, bir grup erkeğin çok dikkatli bize
baktıklarını gördüm. Bunlar hakkında aklıma gelen
ihtimallerin sonradan doğru çıktığını daha sonra
anlatacağım.
Hava alanı ile Ankara arasında 28 kilometre mesafe var.
Yolun geçtiği yerleri ilgi ile izlerken çok kısa zamanda
otele ulaşmışız. Bu otel de çok ilginçti. Aynı yapıda
iki ayrı kapıdan işleyen iki otel var. Biz ''Yeni''
otele yerleştik. (Diğeri Cihan Palas.) Otellerin ikisi
de birer kardeşe aittir. Otellerin kapısı çok yakın
birbirine, bir müşteri göründüğünde her iki otelin
adamları kendi otellerine gelmeleri için dil döküyorlar.
Ticari rekabetin sonucu bu davranışlar. Bu benim ilgimi
çekti.
Öyle yemeğinden sonra Ankara kentini tanımak için
otobüsle yola çıktık. Bize anlatıldığına göre kentin
kurulduğu yer 5.000 yıldan beri yerleşme merkezidir.
Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde Sultanlık'ın
yıkılıp başkent olmasından sonra kent görünümü almaya
başlamıştır. Cumhuriyet'in temellerinin atıldığı 1922
yıllarına rastlıyor bu tarih...
Askeri ve sivil devlet daireleri çoğunlukla Atatürk
Bulvarı ve ona yakın çevrelerde kurulmuş. Parlamento
binası ve benzeri büyük yapılar bu caddeye yakın. Dr.
Reşit Caddesi’nden yokuşu çıkıp geriye bakınca Ankara
derli toplu, güzel bir kent görünümünde. Çankaya
tepelerinde Atatürk'ün oturduğu saray bulunuyor. Şimdi
müze olarak düzenlenmiş, aynı bahçe içinde şimdiki
başkanlık sarayı da görünüyor.
Daha sonra otobüsle Ankara caddelerini dolaştık. Gezimiz
bitip otele döndüğümüzde hava alanında bizi dikkatle
izleyen gruba rastladık. Hepsinin Rusça'yı çok iyi
konuşmaları ilginçti. Tanışma faslından sonra, gözlüklü
olanı bana yaklaşarak konuşmaya başladı;
- Anladığım kadarıyla sizin Karaçay dilini bilmeniz
gerekir.
Onun konuşuşu bana ilginç gelmişti, ayrıca bu denli
seçkin Rusça'sı beni şaşırttı ve kendisine sordum:
- Rusça'yı nereden öğrendiniz. Çok güzel konuşuyorsunuz.
Sorumdan memnun olup olmadığını anlayamadım, bana uzun
süre yanıt vermedi. Bir süre sonra konuşmak gereğini
duydu;
-
Ben,
Karaçay-Çerkessk Özerk Bölgesi’ndenim. 1938 yılında
Cıguatı yöresi yargıcı idim. Kubina ve Lookıt, köylerini
çok iyi bilirim. Bildiğim kadarı ile bu Abazin
köylerinde Karaçay dili konuşulur, bilinir, o köylerde
çok kaldım.
Siz hangi köydendiniz, diye hayretle sordum.
- Sarı Tuz Köyü'ndenim, dedi.
- Burada işiniz ne, nasıl geldiniz? Alınıp güceneceğini
bile düşünmeden tekrar sordum.
-
Savaşa katılmıştım, dedi. Başparmağı ile işaret parmağı
arasındaki yarayı savaşa katıldığının deliliymiş gibi
okşadı.
-
Savaştan önce, düzenin koyduğu hukuk kurallarını
uyguluyordunuz dedim, başka açıklamalar yapması için onu
teşvik edercesine. Hafifçe gülümseyip başka yanıt
vermedi. Bende daha çok soru sormaya gerek görmeden
sağımızda bekleyen şişmanca biri ile konuşmaya başladım.
O da bizim yörelerdendi. Marakıt’te (Güneşköy) doğmuş.
Savaş yıllarında buraya gelmiş.
Eylül 26
Gece uyuyamadım. Birazcık daldığımda da gündüz
gördüklerim, duyduklarım üzerinde düşünüyordum. Saat 5'e
doğru kentin tüm minarelerinden okunan ezan sesleriyle
uyandım.
1864'lerde halkımızın bölünüp yadellere göçmesinde bu
ezan seslerinin etkinliğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Bırakın diğer Kafkaslıları, yalnız Abazin halkından on
binlerce kişi buralara gelmiş, Peki, ne oldu dersiniz
bunlara? Çoğu henüz deniz üzerinde iken öldü. Sağ
kalanlar ise yarı yarıya bulaşıcı hastalıklardan ve
açlıktan öldü.
Anlatıldığına göre her gün yüzlerce ölü gömülürmüş o
günlerde. Cennet’tir diye geldikleri topraklar onlar
için Cehennem olmuştu.
-
Trabzon kenti kurulduğundan bu yana 2.500 yıl geçti,
diye konuşmuştu Kopsirgen Orhan. İstanbul
Üniversitesi’ni bitiren bu genç şöyle sürdürmüştü
konuşmasını;
- Bu 2.500 yılda Trabzon yöresinde kazılan mezarlar,
bizim halkımızın buraya çıktığı yıl kazdığı mezarlardan
daha azdır.
İkinci günün tamamını Ankara'ya ayırmıştık. Önce Hitit
Kültürü’nü sergileyen 1928 yılında açılmış müzeyi
gezdik. Çok zengin bir müze, Gördüğümüz tüm yapıtların
çok eski bir geçmişi var. Daha sonra kentin merkezinde
yükselen kaleyi gezdik. Bu hisarın eski Ankara'nın
savunulmasında belli ki değeri pek büyüktü. Ankara
halkının yazlık dinlenme yeri olan küçük baraj gölünü de
gezdik. Aynı gün gördüğümüz en ilginç yapıt Atatürk
Mozolesi (Anıt Kabir) idi. Atatürk'ün ölümünden sonra 93
ülkenin katıldığı bir mimari yarışma düzenlenmiş ve bu
yarışma sonucu bir İngiliz, bir Fransız bir de Türk
başarı sağlayabilmiş. Yarışmayı kazanan Türk proje
üzerine 1944-1955 yılları arasında tamamlanmış.
Ankara'da birçok Çerkes'e rastladık. Kafkasyalılar için
yayınlanan ''Kafkasya'' dergisi varmış. Biz bu derginin
yönetim yerini ziyaret ettik. Halkımızın Türkiye'de
yaşayan aydınlarının buluşup konuştuğu, tartıştığı
derneği de gördük. Orada birçok Çerkes kız ve
delikanlısı ile tanıştık. Bu gençlerin tek amacı
Anayurtları ile öz kültürleriyle daha sıkı ilişki
kurabilmek ve bir gün anayurduna dönebilmektir. Kendi
sorunlarını, kendi kültürlerini tartışıyorlar bu kültür
evinde...
Bizi oraya götüren Kafkas Dergisi'nin redaktörü İzzet
Aydemir akıllı, temkinli, Çerkes kültürüne inanmış bir
insan. Çıkarttığı dergi ülkenin yasalarına ters
düşmeyecek biçimde, politika üstü, salt Çerkes
Kültürü'nü işleyen bir yayın organıdır. Her sayısında
Abazin şiirlerinden, masallarından, öykülerinden birine
yer verilmekte. Ankara'da bulunduğumuz günlerde gurup
halinde fotoğrafımızın dergiye basılması, Çerkes
geleneklerine uyan konukseverlik örneği olmuştur. Kısaca
bu dergi şimdilik Türkiye'de yaşayan halkımızın gözü,
kulağı, sesi, tek yayın organıdır. Bunun dışında
''Kamçı'' adında bir gazeteleri daha var, ne yazık ki
şimdilik bir süre çıkamayacakmış.
Gazete ve dergiden söz açılmışken halkımızın Türkiye'de
yaşayan kesiminin kültürel durumuna da değinelim birkaç
sözle.
Halkımızın kendi anadili ile okuma yazma hakkı yok bu
ülkede. Bir zamanlar sokakta anadilleri ile konuşmaktan
çekindikleri bile olmuş. Ana dille okuma yazma konusu
üzerine Apsuwa kızı Mahinur Ceylan'ın sözleri çok
ilginçtir; ''Ben Apsuwa (Abhaz) dili ile okuma-yazma
öğrendim. Yaz tatilinde köye gittiğimde yanımda
taşıdığım Apsuwaca kitaplardan söz açtım. Dedem bana
inanmadı bile; ''Apsuwaca kitap olabileceğine inanmam
sen koskoca yaşlı dedeni aldatıyorsun'' dedi.''
Mahinur'un anlattığına göre; Apsuwaca kitapları okumaya
başlayınca, koca ihtiyar gözyaşlarını akıtarak çocuk
gibi ağlamış. Bu sözler halkımızın Türkiye'deki kültürel
durumunu yansıtmak için yeterlidir sanırım. Bu
nedenledir ki, kime rastlasan kitap, gazete istemektedir
bizden. Anadille kültür yaratmak şöyle dursun; çoğu
Çerkes aile, yasal zorlamalarla Türkçe soyadları almış.
Şimdilerde yavaş yavaş herkes kendi soy ismi ile
değiştiriyormuş bu isimleri.
27 Eylül
Ankara'dan Pamukkale'ye gitmemiz gerekliydi. Erkenden
yemek yiyip otelden çıktık. Daha kapının dışında idik
ki, çınar boylu, kalıplı bir genç, aydınlık, güleç yüzlü
güzel bir genç ''Lağuç Cemalettin siz misiniz?'' diye
bana yaklaştı. Daha ismini söylememişti, ancak bu denli
güzel Abazince konuşan bu delikanlıyı kucaklamadan
edemedim. Anladığım kadarıyla bizim Ankara'da olduğumuzu
söyleyip onu otele gönderen Abaza İbrahim'dir. Abaza
İbrahim ise aslen Abazin kökenli olup Kabardeyleşmiş bir
aileden. Kabardey köyünde oturdukları için Abazince
bilmiyor. Çerkes halkı için gözünü budaktan esirgemeyen
bu zayıf, ince yapılı genç hem okuyor hem de çalışıyor.
-
Bir
yıla kadar Abazince’yi öğrenebileceğimi ileride görürsün
diyor gülerek. Biz kucaklaştığımız uzun boylu gence
dönelim yine.
- Benim ismim Özdemir Özbay'dır. Yismeyllerdenim, diyor.
Konuşuyoruz onunla, Yismeyllerden kimseyi tanıyıp
tanımadığımı soruyor. Ona, kişisel olarak hiçbir
Yismeyl’le henüz tanışmadığımı, ancak Yismeyllerin
Nalçik yörelerinde kalabalık bir soy olarak
oturduklarını söylüyorum.
-
Ben
Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Şimdi staj yapıyorum ve
seminer tezimi hazırlıyorum. Bir engel çıkmazsa
Fransa’ya gidip doktoramı tamamlamak istiyorum. Daha
sonra birçok Çerkes genci gibi, yaşamımı anavatana
dönmek için şekillendireceğim, diyor ve ekliyor; Her
şeyim ile vatanıma bağlıyım. Bir çiçeği yerinden söküp
yabancı bir saksıya koyarsan tutar mı? Gözlerinden
dökülen elmas parıltılı gözyaşlarına kendimi tutamayıp
ben de katılıyorum. Onun bu kutsal dileğinin en yakın
zamanda dernekteki toplantıda söz etmişlerdi. Daha önce
Kopsirgen Orhan'ın, Jir Hamid ve bana yazdığı
mektuplarla da tanımıştım, bu sevimli kardeşimi, Onunla
kol-kola otobüse biniyoruz. Diğer Çerkes gençleri de
yanımızda...
Bu genç gurup otobüsümüz kentten çıkana dek bizi
uğurladılar. Otobüsten inince de birbirimizi görmeyene
dek ellerini salladılar.
Aynı gün altı saatten fazla yol aldık. Çok köy ve
kentten geçtik. O gün yolumuzun geçtiği yörelerde hiçbir
yeşilliğe rastlayamadık. Toprak örtüsü yoktu, her yer
çırçıplak. Akşamüzeri Pamukkale'ye ulaştık. Burası
nispeten daha yeşil bir örtü ile kaplı. O gece
ağırlandığımız, yerleştiğimiz yer ilk çağlardan kalma
bir Roma yapısıydı. Şimdi bir kaplıca merkezi olmuş.
Çevremizde blok taşlardan yapılı eski anıtsal yapıları
görünce, ilk çağlara gidip, o çağlar da yaşıyorum
sandım.
28 Eylül
Yola
çıkmadan eski Roma kalıntılarını gezdik. Çok ilginçti
buralar. Bize kılavuzluk eden Yavuz isimli Türk
delikanlısı bundan sonra gezeceğimiz yerlerin daha
ilginç olduğunu söyledi. Haklı da çıktı. Öğleye doğru
ilk çağ kenti Efes’e ulaştık. 9 kilometre uzunluğunda
bir kalıntı. Ege denizi kıyısında Bülbül dağı
eteklerinde kurulmuş. Milat’tan önce 3'üncü yüzyılda
Makedonyalı İskender'in generali Litimahus'la başlar bu
kentin tarihi. Büyük ana caddesi Ege Denizi'ne
yöneliktir. Öğleden sonra gece kalacağımız Kuşadası
kentine gittik. Burada on bin kişi yaşarmış.
Akşam yemeği için sofraya oturduğumuzda guruptaki
arkadaşımız Çeçen yazan Aydemir Abuzar'ın doğum günü
olduğu hatırlatılıyor. Ege Denizi kıyısında oturup bir
de böyle mutlu bir yıldönümü yaşarsan, günü sönük
kapamak olur muydu? Sofrada bu doğum günü nedeniyle
güzel konuşmalar yapıldı, herkes yazar arkadaşımızı
kutladı.
29 Eylül
Bugün İzmir'e gidecektik. Oraya gitmeden önce üç antik
kent gördük. Önce Priyen Kenti'ni gezdik. Daha sonra
Didim'i inceledik. Bu kentin öyküsü de diğer antik Grek
kentlerinin tarihine benzemektedir. Ayakta kalan çok
yapı var burada. En son da Milet Harabeleri'ni gezdik.
Bu kentin kurulduğu yeri işgal eden Alexandre
Makedorsky'in (Makedonyalı İskender) generali
Litimahus'tur. Büyük ve kalabalık bir kültür merkezi
imiş önceleri. İlk para basılan kenttir burası. Demokrit,
Herakleitos, Euripides, Sokrates gibi ünlü düşünür ve
yazarların yaşadığı bu kentin, bilim çevrelerinde hala
saygınlığı vardır. İmparatorun gözdesi güzel Aspasya'da
bu kentte yaşamış.
Ortalık kararmışken İzmir'e ulaştık. Osman Paşa
Caddesi'nde bulunan ''Karya'' oteline yerleştik. Bu
kentin yaşı da beş bin yıla yaklaşıyor. Milattan önce 3.
yüzyılda Makedonyalı İskender Ordusu'nun işgaline
uğramış. General Litimahus tarafından yapılan kaleden (Katiifekale)
bakınca İzmir ayaklar altında görünüyor. Bu kale 1922
yılında Yunan bayrağı dalgalanırmış. O yıl Yunanlardan
kurtarılan bu güzel kent genç cumhuriyetin sınırları
içerisine alınmıştır.
1 Ekim
Sabah kahvaltısından sonra antik bir kent olan
Bergama'yı gezdik.
Öğleden sonra İzmir'e döndüğümüzde otelde bizi bekleyen
Çerkes gençleri İle karşılaştık. Gırcın Kemal adlı genç
Abazin olduğunu, ancak kentte büyüdüğü için anadilini
bilmediğini sıkılarak anlattı. Arkasından da şöyle dedi.
''Yeter ki damarlarımda dolaşan kan Çerkes kanı olsun,
dilimi geç de olsa öğrenebilirim''. Bu durumda olan
yalnız bu genç değildir. Yeni yetişen genç kız ve
delikanlılar bu durumu büyük bir eksiklik, utanç nedeni
sayıyorlar. Bu nedenle de anavatana dönmek istiyorlar.
Adige öğretmen Bağ Ayhan ve Suriye'den İzmir’e okumaya
gelen Çerkes Nihat Bidanuk;
-
En
büyük dileğimiz vatana dönmektir dediler. Bu insanlar
yabancı ülkelerde bu bilince ulaşmışlar. Konuşma ve
tartışma konulan ise anavatana nasıl dönüleceği
konusudur.
2 Ekim
Bu
gün 360 kilometreden fazla yol almamız gerekli. Bu
nedenle sabah erkenden yola koyulduk. Akşamdan önce, o
gece konaklayacağımız Bursa kentine ulaştık. Bu kentin
yerleştiği Uludağ etekleri Karaçayevsk kentini anımsattı
bana. Bu dağ tanrı Zeus'un yaşam yeri imiş. O zamanlar
adı da Olemp imiş. En yüksek doruklarda tanrıların düğün
dernek yeri varmış. Bursa pek büyük bir kent değil,
nüfusu 267 bin. Osmanlı İmparatorluğu çağında 50 yıl
devlete başkent olmuş. Altı Sultan’ın mezarı bu kentte
bulunuyor. Burası şimdi kaplıca kentidir. Yaşlı Bursalı
bir Apsuwa'ya sordum.
-
Bu
denli güzel bir toprağa Türkler sizi nasıl yerleştirdi?
- Neden yerleştirmesinler, bizler de az baş-belası
değiliz hani, sözleri üzerine gülüp şakalaştık.
Bursa'da Sultan 1. Mehmet'in türbesini de gezdik. Sultan
1. Mehmet taht kavgası yüzünden üç kardeşinin ölümüne
sebep olmuş. Kardeşlerinin ölümünü isteyen birinin,
halkına göstereceği sevgi ve sevecenliği varın siz
düşünün. Dünyaya ne çok 1. Mehmet gelmiştir. Halkının
kanını içen, şimdi bile ne çok 1. Mehmetler vardır
yeryüzünde.
3 Ekim
Sabah saat 7:00’de yola çıktık, öğleden sonra saat
14:00’te İstanbul'un kenar mahallelerine ulaştık.
Gözümüzü dışarıdan ayıramıyordum. Başımı otobüsün camına
dayayarak dışarıyı seyrederken Bosfor'a ulaştık. ''Selam
İstanbul, selam Bosfor.'' Bu kenti ikiye ayıran Asya ile
Avrupa' yı ayıran Bosfor selam.'' ''Zavallı halkımı gel
gel aldatmacaları ile bölen ayıran Bosfor, selam.''
Feribotla karşıya geçen otobüsümüz, ''Keban'' isimli
otelin önünde durdu. Kopsirgen Orhan'ı görebilecek miyim
diye etrafıma bakınarak otobüsten indim ama bu Orhan
olabilir diyeceğim kimse yok ortada. Birazcık
bozulmuşçasına kala kaldım derken, küçük, esmer,
gözlüklü biri bana yaklaşarak.
-
Ben
Kopsirgen Orhan’ım, dedi.
Kucaklaştık. Karşılaşmanın, görüşmenin sevincinden kol
kola üniversite kapısına kadar geldiğimizi neden sonra
anladık.
-
Geride bıraktığımız halkımız nasıl, diye sordu. Bu ilk
sorusu oluyordu.
-
Herkes iyidir. Selamlarını iletmemi istediler, dedim ve
geleneklerimize uygun biçimde tekrar tokalaştık.
- Vallahi rüya gibi, ta oradan çık gel, buluşalım,
inanamıyorum hala, dedi sevinç içinde.
- Ben de İstanbul’a geldiğime inanamıyorum dedim.
Şakalaştık gülüştük.
- Bildiğin gibi, İstanbul’da kalıyorum. Hukuk
Fakültesi’ni bitirdim, gazetecilik okuluna kaydımı
yaptırdım. Eğitime gece devam edeceğim, gündüzleri ise
avukatlık yapacağım. Daha önümde askerlik de var.
İstanbul sokaklarında dolaşıp konuşurken akşam oldu. Çok
geçmeden derneğe gittik. Salonun içi tıklım tıklım insan
dolu. Türkiye'de bulunan kardeşlerimiz Kafkasya'dan
gelenlere kucak açıyor. Yaşlı erkekler, hanımlar, genç
kızlar, delikanlılar, her yaşta insan. Tanışma
töreninden sonra orada bulunan en yaşlı kişiye söz
verildi. Sıcak bir konuşma ile hoş geldiniz dedi. Bizim
tarafımızdan da Çeçen yazarı Mamakaev Mohamet,
içtenlikle bir konuşma yaptı. Daha sonra grup grup
yerleştik aralarına, çaylar içildi, derin konuşmalara
daldık. Çeçenler bir grup olmuş bir köşede Çeçence
konuşuyorlar. Adigece bilenler yine gruplaşmış, Dığuj
Kurmen ve Akh Ali arkadaşımızı aralarına almışlar.
Apsuwalar ve Abazinler de bir grup olmuşuz hemen
konuştuklarımız arasında saygıdeğer büyük Beygua Ömer de
bulunuyor. Bir hayli yaşlı, okumuş, akıllı bilgili bir
büyüğümüz. Türkçe yayınlanmış kitapları var. Bu günlerde
Apsuwa dili üzerine yaptığı çalışmaları büyük bir kitap
biçiminde bastırmış. Abazin ve Apsuwa halkları ve diğer
Kafkas halkları hakkında çok soru sordu. Yaşamımızı,
kurallarımızı büyük bir ilgi ile dinledi.
-
Anadilde üretilen bir edebiyatımızın oluşu onun gün
geçtikçe gelişmesi benim için mutluluk kaynağı oluyor
dedi. Beygua Ömer'in çalışma sahası yalnızca dil
değildir. Ozandır aynı zamanda. Sohum'da yayınlanan ''Alaşara-Aydınlık''
edebiyat dergisinde zaman zaman şiirleri
yayınlanmaktadır. Türkiye'de yaşayan halkımız onu çok
iyi tanır.
-
Burada yaşayan bizler, dilimizi, geleneklerimizi
kaybetmemek için uğraşıyoruz. Ancak yazamazsan, yeni
kuşakları anadili ile eğitemezsin, bırakın
kaybettiklerimizi elimizdekileri de tutamayız.
- Yo, kaybetmeyeceğiz elimizdekini, diyor Orhan. Neden
kaybolsun anavatanda dil işleniyorsa, okunup yazılıyorsa
bu kaynak tükenmez.
- Biz anavatanda yaşamın rahat güzel olması veya
olmamasını düşünmüyoruz. Ne olursa olsun vatanda
yaşamaktır isteğimiz. Yaşam her yerde var. Bir dilim
ekmek her yerde yenilir ve bulunabilir ama önemli olan
bu ekmeği ağız tadı ile yiyebilmek. Bu nedenledir ki,
onları bu yabancı topraklara getiren atalarını hiç
affetmiyorlar. O akşam sine sine, doya doya tanıştı,
konuştu herkes. Ondan sonra folklor gösterileri başladı.
Çerkes müziği birden salonu doldurdu. Mızıka çalanı
aradım, meğer bizim Orhan değil miymiş? Mızıkadan
dökülen Çerkes halk müziğini duyunca, Çeçen yazar
Aydemir Abuzar yerinde duramaz oldu. Ortaya çıkıp bir
güzel oynadı. Onu Dağıstanlı Hacı Hamzotov izledi. Dığuj
Kurmen ise en uzun oynayan oldu. Orhan'ın müziğine
dayanamayıp kalkıp ben de oynadım.
- Hey, şöyle büyük güzel bir Çerkes mızıkası olsaydı
elimde, nasıl çalardım, diyordu Orhan.
4 Ekim
Öğleden sonra tekrar İstanbul'u gezdik Saraylar,
camiler, müzeler…
Tüm gün İstanbul'da kaldık. Akşama doğru otele döndük
geç saatlere dek genç kızlar ve delikanlılarla sohbet
ettik. Kopsirgen Orhan, Apsuwa Kızı Mahinur Ceylan,
Apsuwa delikanlısı Ardeşan Abgımba ve daha birçok Çerkes
genci vardı yanımda. Vatandan vatana dönüşten söz açtık
yine.
5 Ekim
Bugün kahvaltıdan sonra iki Türk yazan ziyaret etti
bizi, Türk ve Sovyet edebiyatlarından, gelişmelerinden,
etkilenmelerinden söz açıldı. Konuşuldu uzun süre. Daha
sonra Marmara'daki Prens Adaları'na gittik vapurla.
Bosfor'da yine vapur gezintisi yaptık. Adalar’da
faytonla gezdik. Oradan dönünce de İstanbul’daki
kızlarımız, gençlerimizden başka bir grupla doyum olmaz
konuşmalar yaptık.
6 Ekim
Saat 7'den önce kızlarımız, delikanlılarımız yine
geldiler. Oradan ayrılana dek bir dakika olsun bizi
yalnız bırakmadılar. Saat 12'de otobüse bindik. Yola
koyulurken Abgımba Ardeşan ve Kopsirgen Orhan'ın
gözlerinden akan yaşları yaşamım boyu unutamayacağım.
-
Güle
güle, en sıcak sevgilerimizi, selamlarımızı iletin
halkımıza.
Hava alanında uçağa binip havalanana kadar el
salladıklarını izledim. Boğazıma tıkanan acıyı yuttum
yudum yudum.
-
Hoşça kal İstanbul, Hoşça kal Türk Yurdu, Hoşça kalın
sevgili gençler.
- Selam Moskova, benim değilken şimdi özüm olan, kaderim
olan Moskova selam, dedim. Moskova'nın ışıklan
görününce. |