1976
yılında bir konuğumuz vardı Ankara'da. Adı Hani.
Adigelerin Abzegh boyundan. Yehutle ailesinden.
Yaşam öyküsü kısaca şöyle:
1943 yılında Ürdün'de, Vadissir kasabasında doğdu.
Babası Yehutle Mevlud öğretmendi. Bu yüzden ilk ve
orta öğrenimini çeşitli köy, kasaba ve kentlerde
sürdürdü. 1963 yılında lise öğrenimini Amman'da
tamamlayarak Ürdün Tarım Bakanlığı'nda bir göreve
atandı.
Anayurdundan uzaklaştırılmış her Çerkes gibi Yehutle
Hani'nin yüreğinde de bir Anayurt özlemi, bir
Kafkasya silueti vardı ama yaşam koşulları bu
siluetin berraklaşmasını, netleşmesini engelliyordu.
Kafkasya hakkında doğru, güvenilir bilgiler
sağlanamıyordu bir türlü. Merak
ve özlem duyguları giderek kabarıyor, ancak
Kafkasya'dan, oradaki düzenden söz etmenin korkulu
duvarlarına çarpıyordu.
Böylece geçen orta öğrenimden sonra Tarım
Bakanlığı'ndaki görevinde çalışırken Ürdün'deki Çerkes
dernekleriyle de daha yakından ilgilenme olanağı buldu.
Şimdilerde bizde olduğu gibi, o zaman Yehutle Hani için
de en büyük merak Kafkasya'ydı. Kafkasya'dan bir şeyler
duyabilmek, gidip gelenlerle görüşüp konuşabilmek büyük
bir zevkti. Tabii gidip gelenlerin sayışı parmakla
sayılabilecek kadar azdı.
Ürdün'de Sovyetler Birliği Elçiliği'nin açılmasından
sonra Kafkasya ile ilişkiler de doğal olarak başladı.
1966 yılında Ürdün Çerkes Yardımlaşma Derneği ile Nalçik
Üniversitesi arasında öğrenim ve kültür alışverişine
ilişkin bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma ile Yehutle Hani
de üç arkadaşı ile birlikte Kafkasya'ya gidebilme
olanağı bulmuş oluyordu.
1968 yılında Moskova'ya gitti. Bir yıl orada Rusça
öğrendi. Sonra Nalçik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği
Fakültesi'nde okumaya başladı. 6 yıl Kafkasya'da kaldı.
1975 yılında Nalçik Üniversitesi'nden İnşaat Mühendisi
olarak mezun oldu ve ailesinin bulunduğu Ürdün'e döndü.
Birkaç yıl Ürdün'de çalıştıktan sonra yerleşmek üzere
anayurduna, Kafkasya'ya dönme kararında olduğunu
bildiren Yehutle Hani ile Kafkasya gözlemleri ve
izlenimleri hakkında yaptığımız ve banda aldığımız bir
sohbeti aşağıda sunuyoruz. Birkaç yıl Kafkasya'da
yaşamış bir muhacirin anlattıkları, umarız ki,
muhacerette var olma çabası içindeki okuyucularımız için
de ilginç ve yararlı olacak, anayurdumuz ve oradaki
yaşam hakkında daha ayrıntılı ve güvenilir bilgiler
verecektir.
Yamçı: Kafkasya'ya gitmeden önce Ürdün'deki
yaşamınızdan kısaca söz eder misiniz? Bu dönemde
Kafkasya hakkındaki bilgileriniz, görüş ve
düşünceleriniz genel olarak nasıldı? Kafkasya ile
ilgilenmeniz, özellikle orada öğrenim yapma fikriniz
nasıl doğdu ve gelişti?
Yehutle: Ortaokul ve lise sıralarındayken
Çerkeslikle ilgili çalışmalara yeterince
katılamıyordum. Okul bitince kendimize yönelik
çalışmalara daha iyi katılabileceğim umudundaydım.
Gerçektende öyle oldu. Liseden sonra Kafkas Kültür
Dernekleri'ne girdim. Ürdün'de Kafkas kültürü ile ilgili
çalışmaların az çok yürütülmeye çalışıldığı yerler bu
kültür dernekleriydi. Bu derneklerin çalışmalarına
katıldım. Bu arada Tarım Bakanlığı'nda bir işe de
girdim. Beş yıl kadar hem bu işte, hem derneklerde
çalıştım. Özellikle bu yıllarda yeni kurulmuş olan,
kurucularını ve üyelerini genellikle gençlerin
oluşturduğu ''Çerkes Dayanışma Derneği''nde bulundum.
Kafkasya'ya gitme arzum özellikle bu dönemde arttı.
Çoğumuzun olduğu gibi benim için de merak konusuydu
Kafkasya. Özellikle ortaokul ve lise sıralarında.
Sovyetler Birliği'nden, Kafkasya'dan, oranın düzeninden
söz etmek kolay değildi bu günlerde, korkulu bir şeydi
bu. Dolayısıyla da Kafkasya'daki durum hakkında pek
doğru ve yeterli şeyler bilinmiyordu.
Bu sırada sözünü ettiğim Çerkes Dayanışma Derneğinde
yavaş yavaş bu konulardan da söz edebilir olmaya
başladık. Sovyetler Birliği Elçiliği ile ilgilenmenin
yararlı olacağını düşündük. Sefarete gittik, tanıştık,
sohbet ettik. Böylece Ürdün'deki durumumuz, duygu ve
düşüncelerimiz, arzularımız Kabardey-Balkar
Cumhuriyeti'ne, Nalçik'e ulaştı ve Ürdün'den,
Suriye'den, Türkiye'den beşer kişiyi davet edip orada
okutabileceklerini, okutmak istediklerini öğrendik ama
Sovyetler Birliği ile ilişki kurmanın korkululuğu yine
vardı. Buna rağmen merak ve arzularımız bu olanağı
cazipleştirdi. Benim işlerim de, durumum da elverişli
idi. Zaten fazla istekli de çıkmamıştı. Bu yüzden oraya
gitmek ve öğrenim yapmak bana da kısmet oldu.
Yamçı: Ürdün'deki derneklerden söz etmiştiniz.
Bunlar hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz? Kaç
dernek var Ürdün'de ve çalışmaları ne durumda?
Yehutle: Üç dernek var şimdi Ürdün'de. İkisi daha
çok sporla uğraşıyor. Birer spor kulübü gibi
çalışıyorlar. Biri ise ''Çerkes Yardımlaşma Derneği''.
Bu derneğin hemen her Çerkes köyünde bir şubesi var, bir
de Amman merkezinde kadınlar şubesi var.
Yamçı: Çerkes Dayanışma Derneği'nden söz etmiştiniz.
Bu dernek şimdi ne oldu acaba?.
Yehutle: Çerkes Dayanışma Derneği bir süre bağımsız
olarak çalıştı. Sonra şimdiki Çerkes Yardımlaşma Derneği
ile birleşti.
Yamçı: Peki bu dernek şimdi daha çok ne tür
faaliyetlerde bulunuyor?
Yehutle: Çerkes Yardımlaşma Derneği, Ürdün'de
Çerkeslerin hemen hemen bütün işleriyle, sorunlarıyla
ilgili diyebiliriz. Devlet yasalarına uygun olmak
şartıyla yapılacak yeni bir çalışma varsa, toplanmak,
görüşmek, tartışmak, çeşitli konularda karar almak
gerekiyorsa, herhangi bir olay olursa, dış ülkelerden;
örneğin Kafkasya'dan bir konuk gelirse dernek hep
organizatör durumunda oluyor. Yardım edilmesi gereken
bir Çerkes söz konusu ise bu görevi yine dernek
yürütüyor. Öte yandan Çerkes dili, edebiyatı, töresi,
tarihi vb. konularda yapılacak her türlü çalışmalarda
dernek ilk önce baş vurulacak merci ve en önemli
yardımcıdır.
Yamçı: Ürdün Devleti bu dernekleri ve çalışmalarını
nasıl değerlendiriyor?.
Yehutle: Çerkes dernekleri, Ürdün'de kurulmuş tüm
derneklerin hemen hemen en eskileri. Örneğin bu Çerkes
Yardımlaşma Derneği otuz beş yıl kadar önce, yani
1940'larda kuruldu. Kuruluşlarında devletin herhangi bir
olumsuz tavrı söz konusu değildi. Şimdi de böyle bir
tavır görmüş değiliz.
Yamçı: Ürdün Radyosu'nda da zaman zaman Çerkes
müziği çalınıyor. Bu nasıl sağlandı? Çerkesler için
ayrılmış bir program söz konusu mu?
Yehutle: Evet. Haftada bir bazen on beş
dakikalık, bazen yarım saatlik, hatta bir saatlik
programlarımız oluyor. Bu daha çok bizim program
hazırlayabilmemize bağlı oluyor.
Yamçı: Yani daha uzun süreli programlar
hazırlanabilse serbestçe yayınlanabilir, engellenmez
diyebilir miyiz?
Yehutle: Evet. Sanırım daha uzun süreli programlar
da yayınlanabilir radyoda ama tabii uzun süreli program
hazırlamak kolay olmuyor.
Yamçı: Sizin lise öğrenciliğiniz sırasında ya da
bitirdiğiniz yıllarda Ürdün'de Çerkesce okuma-yazma
çalışmaları var mıydı?
Yehutle: Hemen hemen yoktu. Okuma-yazma bilenler
çok azdı. Onlarda kendi çabalarıyla öğrenmişlerdi.
Okuma-yazma çalışmaları derneğin işi olmamıştı henüz.
Yakın zamana kadar Çerkesce okuma yazma ya da eğitim
çalışmalarını yürüten bir kurum da yoktu. Şimdi ise
Amman'da Çerkes Yardımlaşma Derneği'nin Kadınlar Şubesi
böyle bir okul açtı. Hatta bu yıl mezun da verdi bu
okul. Bir nevi özel anaokulu niteliğinde.
4-5 yaşlarındaki çocuklar orada hem normal
anaokullarının programlarını görüyorlar, hem Çerkesce
okuma yazma öğreniyorlar. Hatta bu yıl Çerkesce
okuma-yazma öğretmek üzere Kabardey-Balkar, S.S.C.B.'den
bir bayan öğretmen de gelecekti. Daha doğrusu geldi, bir
ay kadar kaldı, incelemeler yaptı, geri gelmek üzere
Nalçik'e döndü.
Yamçı: Böylesi bir okula devlet nasıl izin verdi?
Yehutle: Bunun devletle pek ilişkisi yok. Her
türlü ihtiyaçları dernekçe karşılanıyor. Ayrıca biraz
önce de belirttiğim gibi bir özel anaokulu niteliğinde.
Benzer okullardaki program aynen uygulanıyor. Örneğin
Arapça, İngilizce vb. dersler okutuluyor, fazladan bir
de Çerkesce var. Yani devletin tasvip etmemesini
gerektirecek bir neden yok.
Yamçı: Bu ana okuldan sonra Çerkesce eğitimin
sürdürülebileceği bir ilkokul var mı ya da düşünülüyor
mu?
Yehutle: Henüz böyle bir okul yok ama Kabardey
Cumhuriyeti'nden gelen bayan öğretmenin çalışmalarına
göre özel bir ilkokul da açılabilir sanırım. Böyle bir
düşünce var.
Yamçı: Lise sıralarından beri Kafkasya'ya gitme
özleminin var olduğunu belirtmiştiniz. Daha sonra da bu
özleminizin etkisiyle gitmiş oldunuz. Acaba o zamanlarda
iki ülkenin, Ürdün ile Sovyetler Birliği'nin ilişkileri
nasıldı?
Yehutle: Doğrusu ilişkiler pek olumlu değildi. Hatta
hiç yoktu diyebiliriz. Zira Ürdün'de Sovyetler Birliği
Elçiliği de açılmamıştı. Dolayısıyla bizim de
Kafkasya'daki kardeşlerimizle herhangi bir ilişkimiz söz
konusu değildi. Ancak Sovyetler Birliği Elçiliği
açılınca ilişkilerimiz de yavaş yavaş başlamış oldu.
Benim gidişim de bundan aşağı yukarı dört yıl sonra
gerçekleşebildi.
Yamçı: Öyleyse siz Ürdün'den Kafkasya'ya ilk
gidenlerden mi oluyorsunuz?
Yehutle: Hayır. Benden önce gidenler vardı ama
onlar öğrenim için değil turist olarak gitmişler, on beş
gün, bir ay, iki ay gibi kısa sürelerle orada
kalmışlardı. Ben öğrenim için ilk gidenlerden oldum. O
zaman Ürdün'den iki kız, iki erkek olmak üzere dört kişi
gitmiştik.
Yamçı: Hangi yıl gitmiştiniz?
Yehutle: 1968 yılında. Aslında 1967 yılında
gitmemiz gerekiyordu ama o yıl başlayan Arap-İsrail
savaşı yüzünden gidememiştik.
Yamçı: Sizin bu gidişiniz Ürdün ile S.S.C.B.
arasındaki bir anlaşmaya mı dayanıyordu?
Yehutle: Hayır. İki devletin bir anlaşması söz
konusu değil. Ürdün'deki Çerkes Yardımlaşma Derneği ile
Kabardey Cumhuriyeti'nin ilişkileri sonucu gerçekleşti.
Öğrenim için davet edildik ve öylece gittik.
Yamçı: Doğrudan Kabardey-Balkar Cumhuriyeti'ne mi
gittiniz?
Yehutle: Hayır. Önce dil öğrenmek için bir yıl
süreyle başka yerlerde kaldık. Ben Moskova'da öteki üç
arkadaşımda Rostov'da kaldılar. Ben mühendislik öğrenimi
görmek istiyordum, arkadaşlarım da tıp öğrenimi...
Yabancı ülkelerden gelenler için Rusça öğretmek üzere
açılmış dil okulları var. Bu okullarda bir yıl süreyle
Rusça okuduk.
Yamçı: Rusça öğrenmekte güçlük çektiniz mi, zor bir
dil mi Rusça, ne dersiniz?
Yehutle: Çok kolay değil elbette ama dil
konuşulan ülkede daha kolay öğreniliyor. Sürekli
ilişkiler kolaylaştırıyor dil öğrenimini, bir bakıma
zorluyor.
Yamçı: Moskova'da kaldığınız bir yıllık süre içinde
en ilginç bulduğunuz bir gözleminizi ya da anınızı anla-tabilirmisiniz?.
Yehutle: Doğrusu orada hiç unutamayacağım
gözlemim, insanların yaşamı, Moskova'da yaşamdır,
yaşamın kendisidir diyebilirim. Türkiye'yi pek bilmem
ama Ürdün'deki yaşamdan çok farklı. Moskova'da ulaşım
yeraltında metro denilen taşıtla yapılıyor. Baştan başa
Moskova'ya dolaşıyor metro. Vagonlarına girince
kimilerini ayakta kimilerini oturur görürsünüz ama en
dikkatimi çeken yanı boş duran, bir şeylerle meşgul
olmayan, boşu boşuna çene çalan kimse göremezsiniz.
Herkes metroya biner binmez hemen gazetesini, dergisini
ya da kitabını okumaya başlar.
Bir gün orada yanımdaki koltukta oturan adamın elinde
Arapça bir kitap gördüm. Gözüm takıldı. Baktığımı fark
edince bana dönerek ''Okuyabiliyor musunuz?'' diye
sordu. Okuyabildiğimi, Ürdünlü olduğumu söyledim. Bu kez
Arapça konuşmaya başladı. Bir süre söyleştik. Arapçayı
fena konuşmuyordu. Nereden öğrendiğini sorduğumda:
''Herhangi bir okula gitmedim Arapça öğrenmek için, Arap
ülkelerinde de bulunmadım. Doğrusu iş yerinde de, evde
de hemen hemen hiç zaman ayıramıyorum. Diyebilirim ki
Arapçayı metroda öğrendim. Her sabah işe giderken ve her
akşam üzeri dönüşümde metroda geçen zamanımı yalnız
Arapça öğrenmek için değerlendiriyorum. Gördüğünüz gibi
yavaş yavaş öğreniyorum'' dedi. Gerçekten çok ilginçti.
Hemen hemen herkes böyle. Mutlaka bir şeyler okuyorlar
metroda. Zamanlarını boş yere harcamıyorlar. Örneğin
öğrenciler ders çalışmaktan yorulunca başka bir kitap,
hikaye, roman vb. okuyarak dinleniyorlar. Okumaya
böylesine düşkünler, iyice alışmışlar, zevk olmuş artık
bir bakıma okumak.
Yamçı: Gerçekten çok ilginç, Peki siz Moskova'da
yalnızdınız. Öteki arkadaşlarınız Rostov'da idiler.
Rusça da bilmiyordunuz. Zor gelmedi mi, sıkmadı mı sizi
dilini bilmediğiniz insanlar arasında bulunmak?
Yehutle: Moskova'da özellikle yabancı ülkelerden
gelen öğrenciler için açılmış bir yüksek okul var. Orada
Sovyet vatandaşları da okuyorlar ama çoğunluk yabancı
ülkelerden. O okulda Suriye'den ve Ürdün'den iki arkadaş
vardı. Onlarla arkadaşlığım oldu. Ayrıca Moskova'da
Nalçik'ten, Çerkessk'ten, Maykop'tan pek çok Adige de
öğrenim görüyordu. Onlarla da ilişkim vardı. Bu yüzden
hemen hemen hiç yabancılık çekmedim. Sanki eskiden beri,
çocukluktan beri tanıdığım arkadaşlarım arasında
gibiydim.
Yamçı: Moskova'da öğrenim masraflarınızı kendiniz mi
karşılıyordunuz?
Yehutle: Hayır, bizim öğrenim masraflarımızı
tümüyle Kabardey-Balkar Muhtar Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti karşıladı. Bu Moskova'da da Nalçik'te de
böyleydi.
Yamçı: Bir yurtta mı yoksa evde mi kalıyordunuz?
Yehutle: Öğrenciler için çok uygun yurtlar var.
Onlardan birinde kalıyordum.
Yamçı: Yurt ücreti ne kadardı acaba?
Yehutle: Yurtlar tümüyle ücretsizdir orada.
Öğrenciler herhangi bir yurt ücreti ödemezler. Ancak
çeşitli kırtasiye giderleri için ya da harç niteliğinde
olmak üzere ayda 1,5 Ruble gibi (30 TL. civarında)
sembolik bir para ödenir.
Yamçı: Bir yıllık dil öğreniminden sonra Nalçik'e
gidişiniz hakkında da biraz bilgi verebilir misiniz?
Yehutle: Bir yıllık dil öğreniminden sonra sınav
yapılıyor. Sınavı başaranlar nerede, hangi branşta
öğrenimlerini sürdürmek istiyorlarsa oralara giderler.
Ben Nalçik'te okumak istiyordum. Başlangıçta
doldurduğumuz formlarda bunu belirtmiştim. Nalçik'e
gittim ve Nalçik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği
Fakültesi'ne girdim.
Yamçı: Genel olarak Nalçik Üniversitesi, buradaki
öğrenim koşulları ve biçimleri hakkında kısaca bilgi
verebilir misiniz?
|
........
Yehutle Hani, Nalçik'te bir arkadaşıyla |
|
|
Yehutle: Nalçik Üniversitesi'nin dokuz
fakültesi var. Bütün fakültelerde 8.000'i sabah,
5.000'i öğleden sonra olmak üzere toplam olarak
tahminen 13.000 kadar öğrenci okuyor. Ayrıca bu
fakültelere bağlı olarak yılın belirli zamanlarında
fakülteye gelmek ve diğer zamanlarda dışarıda
kendi kendine hazırlanmak suretiyle (bir bakıma
mektupla öğretim gibi) okuyan 5.000 kadar öğrenci
daha var. Bu öğrenciler tıp fakültesi dışında öteki
fakültelerin hemen hepsinde okuyabiliyorlar. Yalnız
her fakülteye ancak o branşta bir işte çalışmakta
olanlar alınır. Örneğin zirai bir kuruluşta çalışan
bir kimse inşaat ya da makine mühendisliğinde değil,
Ziraat Fakültesi'nde okuyabilir. |
Yamçı: Sizin okuduğunuz fakültenin öğretim süresi ne
kadardı?
Yehutle: Öğretim süresi 5 yıl. Ancak ben son
sınıfta bitirmeden önce bir yıl süreyle öğrenciliğin
dışında kendi branşımda çalıştım. Böylece 6 yıl kalmış
oldum Kabadey'de.
Yamçı: Peki acaba fakülteyi bitirdikten sonra kalıp,
çalışmanız daha iyi olmaz mıydı yoksa bu mümkün değil
miydi?
Yehutle: Mümkündü tabii. Hatta bitirdikten sonra
da kalmam için çok ısrar etti arkadaşlarım. Fakat biz
başlangıçta okulu bitirince döneceğimizi belirtmiş,
taahhütte bulunmuştuk. Ayrıca gerçekten Ürdün'e dönmem
de gerekliydi. O yüzden döndüm. Birkaç yıl sonra
yerleşmek üzere kesin dönüşle tekrar gideceğim
Kabardey'e. Ayrıca ben mühendis olarak değil, mühendis
olmadan çalışmak ve bu durumdakilerin durumlarını daha
iyi öğrenmek istedim. Zira nasıl olsa artık mühendis
oluyordum.
Yamçı: Biraz da özel bir soru sormak istiyorum.
Gerek yaşam koşulları, gerekse toplumsal ilişkiler
açısından Moskova'da mı yoksa Nalçik'te mi daha
rahattınız?
Yehutle: Nalçik'te daha rahattım tabii. Çünkü bir
Adige ülkesindeydim. Sanki Amman'daymışım, kendi
köyümdeymişim gibi geldi, Moskova'dan sonra Nalçik.
Ayrıca Moskova'da da, belirttiğim gibi pek güçlüğüm
olmadı. Başlangıçtaki ufak-tefek dil güçlükleri
Nalçik'te hiç yoktu tabii. Nalçik'te hiç Rusça bilmesem
bile her ihtiyacımı Adigece karşılayabilirdim. Ekonomik
açıdansa hemen hemen hiç farksızdı ama Nalçik'te
konuktum ne de olsa. Kaldığım sürece bir konuk olarak
ağırlandım diyebilirim.
Yamçı: Nasıl bir kent Nalçik, kısaca tanrtır
mısınız?
Yehutle: Nalçik modern şehir ilkelerine göre
geliştirilmiş güze! bir kent. Coğrafi yer bakımından
bütün Sovyetler Birliği'nde önde gelen dinlenme
kentlerinden biri. Moskova'da bir teşhir salonu ya da
müzesi var. Burada kurulmuş, geliştirilmiş en güzel
kentlerin planlan, maketleri teşhir ediliyor. Nalçik
düzeyindeki küçük kentlerden hemen hiç birine yer
verilmemiş orada ama Nalçik maketi Leningrad kentinden
sonraki yerde teşhir edilmiş. Öyle sevilen, beğenilen
şirin bir dinlenme kenti işte. Ayrıca tüm Sovyetler
Birliği'nin en temiz kenti. Sanırım ağaçlığı, çiçekliği,
parkı ve doğal güzellikleriyle en başta gelir. Özellikle
Nalçik parkı en büyük ve en güzel parklardan biri.
Nalçik parkındaki ağaçlar genellikle özel olarak
dikilmiş, yetiştirilmiş ağaçlar değil. Doğal olarak
yetişmiş. Giderek ormanla birleşiyor zaten. Yaz-kış
her mevsim yeşilliğini yitirmeyen bir doğa kenti.
Çevresi dağlarla hilal gibi çevrili, geniş, düz bir
arazi üzerine kurulmuş Nalçik, rüzgarlara kapalı sakin
bir kent.
Yamçı: Bu Nalçik sözünün kökeni hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Yehutle: Orada bu sözcüğün, fiziki coğrafyası
bakımından küçük nal anlamındaki ''Naltsıuk'' ya da
toprağının kırmızı ve yapışkan olması yüzünden nal söken
anlamındaki ''Nalşik'' (Nalşiç-Nalş'ek-Nalş'ec)
sözcüğünden türemiş olabileceği öne sürülüyor,
Yamçı: Şimdi oradaki yaşamı, düzeni daha iyi
anlayabilmek için küçük bir çocuğu ya da bebeği ele
alalım. Büyüyünceye kadar yapması gerekenleri,
yapabileceklerini, kısaca yaşamını gözden geçirelim. Ne
dersiniz?
Yehutle: Tabii, iyi olur. Ürdün'de yaygın bir
anlayış vardı, sanırım burada da vardır. ''Orada doğan
çocuk, artık babasının ya da ailesinin değildir, devlet
alır, devletin çocuğu olur bir bakıma. Devlet dilediği
gibi yetiştirir. Hatta anasını, babasını, ailesini bile
tanımaz'' gibi. Bu anlayışta gerçek payı yok değil ama
bu gerçek saptırılmış. Durum şöyle: Çocuk doğdu. Nerede
doğacaktır? Ya doğum evinde ya da hastanede hekimlerin
kontrolünde. Doğumdan sonra bir süre daha hekim
kontrolünde, özel bakım altında, hastanede ya da doğum
evinde kalır çocuk, anasıyla birlikte. Sonra taburcu
edilir, evlerine dönerler ama böylece bitmez. Artık o
aile o bebeğini hiç hastalanmasa bile her ay hastaneye
götürüp sağlık kontrolünü yaptırmak zorundadır.
Götüremeyecek durumda iseler, hasta falan iseler bunu
hastaneye bildirirler. Doktor eve gelerek kontrolünü
yapar. Her ay bu yapılmazsa bir yazı ile aile uyarılır
ve cezalanacağı bildirilir. Gerektiğinde
cezalandırılırlar da. Tabii bu ceza para cezası olur.
Çocuğun sağlık kontrolünün her geciktirilişinde ya da
ihmal edilişinde para cezası artar. Hatta hapsedilmek
bile söz konusu olabilir. Yani devlet çocuk sağlığını
korumayı bir görev olarak üstlenmiştir. Doğumdan
itibaren bir yıl süre ile anne -çalışıyorsa- işine
gitmez, izinli olur ve normal maaşını da alır. Bir yılın
sonunda anne artık işine başlamalıdır. Bu takdirde
çocuklarına bakacak kimseleri yoksa, bu gibi çocukların
bakımını yapmak üzere eğitilmiş elemanların bulunduğu
''yasla'' adı verilen bebek bakım yurtlan vardır. Anne
ya da baba sabah işlerine giderlerken çocuğu bu yurda
bırakırlar, akşam üzeri dönüşte alırlar. Bu gibi yurtlar
bir hayli çeşitlidir, çocukların yaşlarına göre
düzenlenmiştir. Giderek bir anaokulu olur. Çocuk yedi
yaşına kadar buralarda kalabilir. Ailesinde bakabilecek
kimsesi varsa buralarda hiç bulunmayabilir de ama yine
de belirli zamanlarda sağlık kontrolü yaptırmak şarttır.
Yedi yaşından sonra çocuk ilkokula girmek zorundadır.
İlkokullar on yıldır. Bu süre içinde çocuk okuluna
gider, ders bitince evine döner.
Yamçı: Peki çocuk ilkokulda Adigece ne kadar
okuyabilir? .
Yehutle: Kentlerde çocuklar ilkokulun birinci
sınıfından itibaren altıncı sınıfa kadar Adigece
okurlar. Bunun yanında Rusça da okurlar. Geri kalan dört
sınıfta dersler Rusça'dır. Köylerde ise
birinci-sekizinci sınıflarda Adigece okutulur. Geri
kalan iki sınıf Rusça'dır. Önceleri bu sınıflarda
okutulan derslerin tümü Adigece idi. Giderek
Üniversitelere girme olasılığının (Rusça'ya bağlı
olarak) arttırılması düşünülmüş ve Rusça'ya biraz daha
fazla ağırlık verilmiş.
Yamçı: İlkokulu bitirince artık öğrenim yapmak
istemeyen, hayata atılmak isteyen bir genç için ne gibi
olanaklar vardır?
Yehutle: Böyle bir kimse için çeşitli meslek
okulları var. ''Teknikum'' denilen bu okullarda, hangi
mesleği seçmek istiyorsa o bölüme girer. Bu Teknikum'lar
mesleklerin özelliğine göre bir ve dört yıl arasında
değişen farklı sürelerle eğitim yaparlar. Hangi branşı
seçerse o bölümü bitirir ve hayata atılır. Ne kadar çok
süre eğitim görülürse ilerleme olanağı o ölçüde artar,
ilkokuldan sonra hiç öğrenim görmeden çalışma hayatına
atılmak da mümkün. Bu takdirde vasıfsız işçi olunur. İş
yerinde tecrübesi arttıkça yükselir, vasıflı işçi olur.
Beş derecelik bir iş ve maaş düzeyi uygulanıyor.
İlkokuldan sonra hiç okumadan herhangi bir işte
çalışmaya başlayan vasıfsız işçi 1. derece ile işe
başlar. Vasıf kazandıkça, üretime katkısı arttıkça
derece yükselir. En üst derece 5. derecedir.
Yamçı: Peki, ilkokulu bitiren delikanlı, hemen
hayata atılmak istemez, bu teknik okullara da gitmek
istemezse, yüksek öğrenim görmek isterse ne yapar?
Yehutle: O zaman hangi üniversitenin, hangi
fakültesinde okumak isterse oraya başvurur. Belirtilen
günlerde 4 dersten sınava girer. Biri yabancı dildir,
ötekiler Rusça ve branşla ilgili derslerdir. Kazanırsa
fakültede okumaya başlar. Fakülteyi bitirince mesleğinde
çalışır. İsterse doktora yapmak üzere üç yıllık bir süre
ile mezuniyet sonrası üst eğitim görür. Bunu da
bitirirse o fakültede veya benzeri bir fakültede
asistanlık yapar. Yenilikler, icatlar yapabilir,
kitaplar yazabilir ve giderek yükselebilir. Asistanlık
süresi üç yıldır. Sonra doktora gelir. Bu doktora
yapanın çalışmasına ve yeteneğine bağlıdır. Doktora pek
kolay olmaz. Sonra da profesörlük gelir.
Yamçı: Askerlik konusunu da bize anlatır mısınız?
Yehutle: İlkokulu bitirenler askerlik çağına
gelince er olarak askere giderler. Askerlik süresindeki
başarıyla 30 erin, 60 erin komutanı gibi terfiiler
alabilirler. Hatta teğmen rütbesine erişebilirler.
Nalçik'ten üç arkadaşımız vardı bu rütbeyi almış.
Askerlikten sonra fakülteye geldiler, birlikte okuduk.
Fakülteyi bitirince de teğmen rütbesiyle askere gidiyor
zaten. İki yıllık askerlik süresinde daha üst rütbelere
ulaşmak olanaksız tabii, kısa bir süredir bu.
Normal askerlik süresi iki yıldır. Fakat askerlik çağına
gelmiş bir delikanlının, mesleği icra ettiği iş
yerinden, kendisine bu işte ihtiyaç bulunduğu
bildirilirse askerliği tecil edilir. Ayrıca üniversite
bitirmiş bir kimsenin teğmen rütbesiyle fakülteden mezun
olduğunu söylemiştik. Askerlik yapmadığı halde
üniversitedeki eğitimle teğmen rütbesine ulaşan bir
kimse, eğer ordu o meslekteki elemanlara ihtiyaç duyarsa
iki yıl süreyle askere alınır. Şayet o meslekten
elemanlara ihtiyaç yoksa o kimseyi askere almazlar.
Hangi biçimde olursa olsun, 28 yaşından sonra askere
alınmayan kimseler artık bu yaştan sonra askere
alınmazlar, muaf sayılırlar. Ancak gerek askerlik
görevini yaparak, gerekse yaş haddinden muaf olanlar
belirli zamanlarda; (iki yılda bir) kısa süreyle;
örneğin bir iki ay gibi, askere alınırlar, yeni
teknikleri, silahları ve taktikleri öğrenirler, bu yolla
rütbelerini yükseltirler, üsteğmen, yüzbaşı vb. olanlar
da vardır. Yani kendi işinde çalıştığı halde bu kısa
devreli bütünleme eğitimlerine katılmak suretiyle terfi
edilebilmektedir. Bu da yine ordunun ihtiyaç duyduğu
meslekler ya da branşlar için geçerlidir.
Yamçı: Yani, örneğin Adige dili ve edebiyatı
bölümünü, filoloji bölümünü bitirince durum nasıl olur?
Yehutle: Orduda teknik elemanlar, savaşçılar
dışında da sınıflar vardır. Cephe gerisi hizmetler,
yöneticiler vb. gibi... Böylesi okullardan mezun olanlar
bu sınıflarda çalışırlar. Eğer bu sınıflarda elemana
ihtiyaç varsa askere alınırlar, yoksa alınmazlar ama
yine de bu sınıflarda öğretilmesi gereken yenilikler
olursa bunları kavratmak için belirli zamanlarda sözünü
ettiğimiz kısa devreli eğitime tabi tutulurlar. Bu kısa
devreli eğitime alınma periyotları kesinlikle belli
değildir. Yani her yıl, ya da her iki yılda bir gibi
belirlenmiş değildir. Bulunan yeniliklere ya da bir
takım yeniliklerin icadına bağlı olarak ayarlanır. Her
yıl olabilir, bir kaç yılda bir olabilir.
Yamçı: Anladığımız kadarıyla ilk ve orta okulu
bitiren bir kimse askere gitmeden, çalışma hayatına da
atılmadan sınav vererek üniversiteye girebilmekte ve
üniversitede de askerlik dersleri görmekte ve teğmen
rütbesiyle mezun olmaktadır. Bir de üniversite öğrenimi
görmeden askere gidip askerlik süresince teğmen
rütbesine kadar yükselebilenler bulunmaktadır ve
bunların askerlikten sonra üniversiteye girmeleri de
mümkün olmaktadır. Askerliğini yapmış, teğmen rütbesine
değin yükselmiş bir kimsenin üniversitede ve sonrasında
durumu nasıl olmaktadır?
Yehutle: Bu durumdakiler üniversitedeki askerlik
ders ve eğitimlerinden muaf olurlar. Üniversiteyi
bitirdikten sonra da askere alınmazlar. Ancak kısa
devreli eğitimlere tabi tutulabilirler. Onlar zaten
teğmen rütbesine gelmişlerdir ve fiili askerlik
hizmetlerini de bitirmişlerdir. Mesleklerinde çalışmaya
başlarlar.
Yamçı: Başka bir soru sormak istiyorum. İlkokulda
veya daha önce çocukların kabiliyetlerini ölçme ve en
kabiliyetli bulundukları branşlara yöneltme, dolayısıyla
da farklı eğitime tabi tutulma söz konusu olabilir mi?
Yehutle: Elbette... İlkokul sıralarında bu tür
çalışmalar yapılmakta ve kabiliyetler saptanmaktadır.
Eğer olağanüstü yetenekler bulunursa bunlar kendi
kabiliyetleri doğrultusunda daha çok eğitilmektedirler.
Örneğin 18 yaşında iken Moskova Üniversitesi'nde
Matematik Fakültesi'ni bitirmiş bir genç vardı. Normal
olarak bu yaşta orta öğretim bitirilmektedir ama bu
çocuk matematik dalında üstün yetenekli idi. Onu orta
öğretimde boşuna oyalamadılar. Bir süre, daha ileri
düzeyde matematik dersi okuttular ve orta öğrenimini
tamamlamadan üniversiteye aldılar. Bu çocuk profesör
olduğunda 27-28 yaşlarında idi. Bunun gibi üç dört kişi
vardı duyduğum. Ancak kendileriyle tanışmadım.
Yamçı: Üstün yetenekli bir çocuğun 10-12
yaşlarında üniversiteye alınması mümkün oluyor demek?
Yehutle: Evet, tabii. Bu yaşa bağlı değil.
Üniversitedeki eğitimi izleyebilmesine, o yükü
kaldırabilecek durumda olmasına bağlı. Orta öğrenim
gerçekte normal yetenek ve zeka düzeyindeki çocuklar
için programlanmıştır. Üstün yeteneklerin onlar arasında
harcanması doğru olmaz. Yetenekli olduğu branşta
ilerleme, gelişme olanağı verilir, öteki derslerden muaf
tutulur. Önemli olan kendi branşındaki kitapları okuyup
anlayabilecek duruma gelmiş olmasıdır.
Yamçı: Demek ki, bir çocuk önce birleştirilmiş
ilk ve orta öğretim diyebileceğimiz on yıllık bir temel
eğitimden zorunlu olarak geçiyor. Sonra isterse hemen iş
hayatına atılabiliyor. İsterse Teknikum denilen meslek
okullarına, isterse üniversiteye girebiliyor.
Yehutle: Evet, öyle. o, Teknikum'da okuyanlar da
mezuniyetlerinden sonra isterlerse üniversiteye de
girebilirler. O zaman üniversitenin ilk iki sınıfından
muaf tutulurlar, yani 3. sınıftan okumaya başlarlar.
Yamçı: Biraz da doğumdan itibaren annenin
durumundan söz edelim.
Yehutle: Eğer daha önceden bir işte çalışıyorsa (ki,
çalışma zorunluluğu yoktur ama buna rağmen şehirlerde,
çalışmayan, boş oturan kadınların sayısı pek azdır.)
doğumdan sonra anne bir yıl süreyle ücretli izinlidir.
İşine gitmez, bir yıl süreyle ücretini normal olarak her
ay alır. Daha önce bir işte çalışmıyorsa onun durumu
önceki gibi devam eder.
Doğumdan bir yıl sonra anne işinin başına döner,
çalışmaya başlar. Artık bebek bir yaşındadır. Eğer
evinde bebeğe bakabilecek kimsesi varsa mesele yoktur.
Ancak bakacak birileri yoksa 3 yaşını bitirinceye kadar
çocukların bakımlarının yapıldığı ''Yasla'' denilen
yuvaya verebilirler. Bu takdirde sabahleyin, bebek
yuvaya götürülür. Bütün gün uzman bakıcıların
nezaretinde, bir anne çocuğuna nasıl bakmalı, neler
yapmalı ise, öyle bakılır. Akşam üzeri iş dönüşü anne ya
da baba çocuklarını alır, evlerine getirirler. 3
yaşından sonra ''Detski Sad'' dedikleri bir nevi ana
okulu ya da çocuk bahçesi gibi bir kuruluşa
verebilirler. Burada çocukların seviyelerine göre yavaş
yavaş eğitim de verilir. Pedagogların yönetimindedir
buraları. Çocuk yavaş yavaş hayata hazırlanmaya
başlanır. Yine sabahleyin götürülür, akşam da alınır.
Yamçı: Bu yuva veya anaokulunda ücret durumu
nasıl oluyor?
Yehutle: Doğrusu bunu iyi bilmiyorum. Sanırım
aile cüzi bir ücret ödüyor. 5 - 6 Ruble'yi geçmez
sanırım ama miktarını tam bilemiyorum.
Yamçı: Kadınların çalışmak zorunda olmadıklarını
ama buna rağmen çoğunun çalıştığını söylemiştiniz. Bunun
nedeni sizce nedir?
Yehutle: Kadının çalışması yasal bir zorunluluk
değil kesinlikle. Kimseye neden çalışmadığını sormazlar.
Hatta çalışmadığı için toplumca ayıplanması, kınanması
bile söz konusu değil ama tabii bir evde birden fazla
çalışan, para kazanan bulunursa bu iyi değil mi? Parayı
sevmeyen kimse yoktur dünyanın hiç bir yerinde. Bu bir
etken. Ayrıca kadınların çalışacağı işler genellikle
daha kolay işlerdir. Bir bakıma çalışmaya teşvik edici
tedbirler vardır diyebiliriz. Aslında kadınlar her türlü
işte de çalışabilirler. Bu kadın işi değildir denilemez
hiç bir iş için. Daha çok para kazanmak isteyen
kadınlar, erkeklerin çalıştığı daha ağır işlerde de
çalışabilirler. Ancak hangi işte çalışırsa çalışsın
kadınların 60 kg.'dan fazla yük kaldırmayı gerektirecek
bir işte çalışmaları, ya da kadınların 60 kg.'dan fazla
yük kaldırmaları kesinlikle yasaktır. Zira 60 kg.'dan
fazla yük kaldırmak kadının sağlığı için zararlıdır.
Bundan işyeri direktörü sorumludur. Ayrıca anne, bebek
bir yaşını doldurduktan sonra onu Yasla'ya vermek
istemez de evde kendisi bakmak isterse o zaman çalışan
anne iki yıl süre ile her gün sabah bir öğleyin bir,
akşam bir saat olmak üzere üç saat izin alabilir. Yani
normal mesaiden 3 saat daha az çalışır, 5 saat çalışır.
Yamçı: Kadınlar daha çok hangi işlerde
çalışırlar?
Yehutle: Yüksek öğrenim görmüş kadınların çoğu
doktordur ya da eczacıdır, kimyagerdir, öğretmendir.
Onun dışında mağazalardaki satış elemanları,
tezgahtarlar vb. hemen tümüyle kadındır. Lokantalarda
aşçılar, hatta garsonlar genellikle kadındır. Kadın
fabrikalarda da çalışır. Hatta inşaatta da çalışır.
Ancak inşaatlarda daha çok sıva ve badana-boya gibi
işlerde çalışırlar. Tabii inşaat işçiliği, daha çok para
kazandıran işlerdendir. Şoför olarak çalışan kadınlar da
var. Servis otobüslerini kullanan, traktör sürücülüğü
yapan kadınlar da gördüm. Taksi şoförü olarak çalışanlar
da var. Örneğin Nalçik'te böyle taksi sürücüsü olarak
çalışan iki Adige bayan tanıyorum. Kısacası bayanlar da
erkekler gibi diledikleri işlerde çalışabilirler. Kimse
''bu bayan işi değildir, çalışamazsın'' diyemez. Ağır
yük kaldırmayı gerektiren işler hariç.
Yamçı: Gerek çalıştıkları işler gerek yaşam
koşulları ve düzeyleri bakımından köylerde yaşayanlarla
kentlerde yaşayanları karşılaştırabilir miyiz? Kentlerde
daha çok mağazalarda, fabrikalarda, lokantalarda ve
öteki devlet dairelerinde çalışıyorlar ya da şoförlük
yapıyorlar. Biraz önce taksi dediniz de onun üzerine
hatırladım. Bu taksiden elde ettiği gelir, kar ya da
zarar sürücüye mi ait oluyor?
Yehutle: Hayır. Taksi de devletin. Şoför orada
aylık ücretle, maaşla çalışır. Kar etse de zarar etse de
önemli değil şoför için. O yine maaşını alır. Tabii daha
fazla gelir sağlaması halinde bu takdirle karşılanır,
duruma göre ödüllendirilir, prim filan da verilebilir.
Yamçı: Bir de köylerdeki yaşam üzerinde duralım
isterseniz. Köylerde yaşayanlar daha çok hangi işlerde,
hangi şartlarla çalışıyorlar? Şehirlerdeki gibi mi?
Nasıl farklılıklar var?
Yehutle: Köylerde Kolhoz denilen kolektif üretim
örgütlenmeleri var. Köyün bütün toprakları geniş bir
çiftlik biçiminde birleştirilmiş. Tarım, hayvancılık,
her türlü üretim köylülerin kolektif beraberliği ile
yapılır. Burada da kadın-erkek ayrımı yok. Kadınlar da
isterlerse her işte çalışabilirler. Örneğin traktör
sürücülüğünden Kolhoz başkanlığına değin her türlü işte
kadınlar da bulunabilirler. Herhangi bir branşta
eğitim görmüş kadınlar kendi branşlarında çalışırlar.
Ziraat mühendisi, teknisyen, doktor, veteriner, makine
teknisyeni, mühendisi, makine operatörü vb...
Yamçı: Bu Kolhoz konusunda biraz daha açıklama
yapabilirisiniz? Nedir Kolhoz'un statüsü ve özellikleri?
Yehutle: Köylerde iki tür kuruluş olabilir. Biri
Kolhoz, diğeri Sovvhoz, Kolhoz, köyün topraklarının,
insan gücünün, her türlü olanaklarının
birleştirilmesiyle oluşturulan üretimi, yönetimi tümüyle
köylüye ait bulunan, devlete bağlı olmayan, bir bakıma
özerk diyebileceğimiz bir örgütlenme biçimidir. Köylüler
bu ortak olanakların en iyi şekilde değerlendirilmesini
sağlamak üzere gerek planlamada, gerek yönetimde
bilgisine ve becerisine güvenilen kimselerden bir
yönetim kurulu seçerler.
Yamçı: Kimler, nasıl seçilir bu yönetim kuruluna?
Yehutle: Bu yönetim kuruluna o köyde yaşayan
herkes kadın olsun erkek olsun seçilebilir. Tabii daha
çok üretim organizasyonu, yönetim organizasyonu,
işletmecilik, ziraat vs. dallarda eğitim görmüş
kimselerden, daha doğrusu o köyün coğrafi konumuna göre
daha çok ne tür işer, ne tür üretimler yapılıyorsa,
bunları en iyi şekilde yönetebilecek, eğitim görmüş
kimselerden seçilirler. Kolhoz'un bir başkanı olur,
köyün üretim dallarına göre o dallardaki uzmanlardan da
yeteri kadar yardımcısı olur. Yönetim kurulu bunlardan
oluşur. Bunlar tıpkı buradaki muhtar seçimleri gibi
köylülerin oylarıyla seçilirler, bir tayin filan söz
konusu değildir. Yönetim kurulu köylüye karşı
sorumludur. Her türlü planlama, yönetim vs. görev ve
yetkisi artık, yönetim kuruluna aittir. Yönetim kurulu,
köyün muhtaç bulunduğu, traktör, biçer-döver, sulama,
çapalama, hasat makineleri, ilaç, gübre ve tohum vs. her
türlü araç ve gereci köyün yani Kolhoz'un hükmi
şahsiyeti adına devletten satın alır. Her yıl bunların
bakım ve onarımları, iş görmez hale gelenlerin yerine
yenilerinin alınması vb. işler yönetim kurulunun
görevidir. Köylüler bu yönetim kurulunun planlarına göre
kolektif olarak ekerler dikerler, sularlar, gerekenleri
çapalarlar ve hasat ederler. Sonra bu ürünlerden
köylünün ihtiyaçları çıkarılıp köylülere dağıtılır.
Artan ise yine köyün, yani Kolhoz'un hükmi şahsiyeti
adına devlete satılır. Elde edilen paradan araç-gereç
temini, bakım-onarım vb. giderler çıkarılarak köyün
bütçesine verilir, artan da yine köylülerce paylaşılır.
Sovvhoz ise tümüyle devlete bağlı bir kuruluştur. Burada
çalışanlar, kentlerde olduğu gibi ücretle, aylık maaşla
çalışırlar. Üretimin az veya çok olması, kar veya zarar
etmesi çalışanlar için önemli değildir.
Yamçı: Gerçekten çok yararlı bir açıklama oldu bu.
Burada, durum daha farklı bir biçimde tanıtılmış,
propaganda edilmişti. Buna göre gerek Kolhoz gerekse
Sovvhoz, bireylerin kesinlikle hak ve irade sahibi
olmadıkları devlet kuruluşlarıydı. Devlet, köylüleri bu
kuruluşlarda bir köle gibi çalıştırır, sonunda da birer
lokma ekmek verir geçerdi, böyle anlatılıyor, böyle
biliniyordu. Ancak şimdi açıkça anlaşıldı ki, Kolhoz
tümüyle köylünün kendi serbest iradesiyle oluşturduğu ve
üzerindeki hakların tümüne köylünün sahip olduğu bir
üretim birimidir. Sovvhoz ise, köylünün yeterince verim
sağlayamadığı, dolayısıyla de zarar gördüğü
Kolhoz'ların, köylünün yararına olarak normal bir geçim
standardını garanti etmek üzere devlete
devredilmesiyle devlet tarafından işletilen ve genel
olarak kentteki iş-ücret uygulaması kapsamına alınan
başka bir üretim birimi olmaktadır.
Şimdi bu Kolhoz işletmesi ile ilgili bir durum sormak
istiyorum. Örneğin bir Kolhoz'da çalışan iki erkek ve üç
kadından oluşan bir aile düşünelim.
Bir de yine 5 nüfuslu başka bir aile düşünelim, yalnızca
aile reisi çalışmaktadır. Bu iki ailenin Kolhoz
üretiminden aldıkları pay aynı mı olur?
Yehutle: Hayır ... Burada aile olarak değil,
çalışan bireyler olarak pay söz konusudur. Çalışabilecek
durumda olduğu halde çalışmayanın çalışan gibi pay
alması elbette söz konusu olamaz. Ancak ikinci ailenin
fertleri yaşları küçük olduğu veya sağlıksal nedenlerle
çalışamıyorlarsa ve çalışan aile reisinin geliri bu 5
kişilik ailenin geçinmesi için saptanmış standart
gelirden az ise aradaki fark devlet tarafından ek
tazminat veya ödenek olarak karşılanır. Kafkasya'da yaşı
ne olursa olsun her birey için asgari olarak ayda 50
Ruble gelir öngörülmüştür. Buna göre ikinci ailenin
reisinin aylık kazancı 250 Ruble'den aşağı olursa
aradaki fark devletçe ödenir ve aylık para 250 Ruble'ye
çıkartılır. Gerçekten de 250 Ruble 5 kişilik bir ailenin
normal geçimini rahatlıkla sağlayabilmektedir.
Yamçı: Bu ücretler Kolhozlarda da aylık olarak mı
ödenir?
Yehutle: Bu Kolhoz!un durumuna göre değişir.
Aylık olarak ödenmesi de mümkündür, her ay belli bir
avans verilerek kalan kısmın hasat sonunda toptan
ödenmesi de mümkündür. Bu, Kolhozda üretilen ürünlere,
buna göre Kolhoz'u oluşturan köylülerin kararlarına
bağlıdır.
Yamçı: Bir Kolhoz bünyesindeki köylüler Kolhoz'da
günde 8 saat süre ile çalışmaktalar. Bunun dışında
kendilerinin ayrıca özel bir iş tutma haklan var mıdır?
Kolektif mülkiyet dışında kişisel mülkiyetleri de var
mıdır, varsa nelerdir?
Yehutle: Elbette Kolhoz'da 8 saatlik mesaisini
aksatmadıkça geri kalan zamanını herkes dilediği gibi
değerlendirir. Köylerde genellikle herkes kendisinin
özel olarak yaptırdığı evde oturur. Özel olarak ev
yaptırmayı külfetli bulanlar ise devletten konut
isteyebilir. Devlet onların konut ihtiyacını
karşılamaktadır. İster özel konutunda, ister devletin
inşa ettiği konutta otursun her ailenin 2,5 hektar kadar
özel bir bahçesi vardır. Kolhoz'daki 8 saatlik mesai
dışında herkes bu bahçesinde dilediğini yapabilir, sebze
ve meyve yetiştirebilir. Tavuk, hindi kaz gibi kümes
hayvanı besleyebilir, eti ve yünü için koyun
besleyebilir, sütü ve yağı için inek veya manda
besleyebilir.
Bu bahçe içinde kendi emeği ile ürettiği her şey
kendisinindir. Dilediği gibi değerlendirebilir. İsterse
devlete satabilir, isterse halk pazarlarında perakende
olarak satabilir, isterse turfanda sebze ve meyvelerini
ve öteki ürünleri uzaklara (Sibirya gibi) götürüp
istediği fiyatla satabilir.
Yamçı: Bu 2,5 hektarlık bahçede üretebildiğiyle
geçinebilen, Kolhoz'a katılmak istemeyenler olabilir mi
veya bu bahçe ailenin geçimini sağlayabilir mi?
Yehutle: Evet... Kolhoz'a katılmayan, sırf bu
bahçesindeki ürünlerle geçinebilen aileler de var. Ancak
bu, yasalara göre değil Kolhoz yönetiminin, dolayısıyla
Kolhoz'u oluşturan köylülerin iradesiyle olur. Kolhoz'a
katılmak istemeyen kişinin bu tür önerisi köylülerce
kabul edilmeyebilir. Çünkü temel ilke kişisel kalkınma
değil, topyekun, kolektif kalkınmadır. O tek aile de
Kolhoz'ca sağlanan her türlü olanaktan (yol, su,
elektrik, otobüs, tren, tramvay, uçak, Tv., kulüp,
tiyatro, okul, hastane gibi her türlü alt yapı tesis ve
hizmetlerinden) yararlanmaktadır. Bu nedenle Kolhoz'u
oluşturan köylüler Kolhoz'a katılmak istemeyenlerin
isteklerini kabul etmeyebilirler veya bazı katkılarda
bulunmak şartıyla kabul edebilirler. Tamamen halkın,
köylünün iradesine, kararına bağlıdır. Yalnız Kolhoz'a
katılmadan, özel işinde çalışanlar da var. Şahsen ben
böylesine rastladım.
Yamçı: Kolhoz yönetimi ile ilgili olarak
cumhuriyetler arası farklılıklar var mı acaba? Örneğin
Kabardey, Çerkessk ve Adigey'de durum nasıl?
Yehutle: Hayır... Hepsi aynı statülere bağlıdır.
Ancak Kolhozlar yıllık gelir ve verimlilik bakımından
farklı olabilirler. Bu Kolhoz'un durumuna ve planlı
çalışmalarına bağlıdır. Örneğin tüm Sovyetler Birliği
içersinde Kabardey'in bol ve kaliteli üretim, plan
hedeflerini gerçekleştirme ya da aşma bakımından bir
üstünlüğü var. Plan hedeflerini gerçekleştiren veya aşan
Kolhozlara ve böylesi Kolhozların çok olduğu cumhuriyet
veya özerk bölgelere madalyalar verilir. Bu madalyalar o
yönetim ünitesinin bayrağına, amblemine de işlenir.
Kabardey bayrağında böyle dört madalya vardır, sonra üç
madalya ile Ermenistan gelir.
Yamçı: Her ünite kendi üretim planını kendisi
yapıyor ve ülkenin genel kalkınma planını oluşturuyor.
Plan hedeflerini gerçekleştiremeyenlerle,
gerçekleştirebilenler veya aşanlar arasında farklar
olmuyor mu? Örneğin plan hedefini aşan bir ünitenin ne
gibi avantajları oluyor, yalnızca madalya mı kazanıyor?
Plan hedefine varamayanlar nasıl zarar görüyorlar veya
geçimlerini nasıl sağlıyorlar?
Yehutle: Plan hedefini gerçekleştiren ya da aşan
üniteler daha çok üretim yaptıklarından bunu sağlayanlar
tabii ki daha büyük pay alırlar, daha rahat yaşarlar.
Ayrıca ülke ekonomisine daha çok katkıda bulundukları
için de takdir edilirler, ödüllendirilirler.
Plan hedefini gerçekleştiremeyenlere gelince; eğer makul
bir nedenle, zorunlu bir nedenle olmuşsa (sel, afet,
yangın vb.) devlet anların o yıl ki ihtiyaçlarının
hepsini karşılıksız olarak karşılar. Böyle makul bir
neden yok da iyi yönetememekten, tembellikten vb.
kusurlar yüzünden plan hedeflerine varılamamışsa devlet
onlara karşılıksız bir şey vermez. Ancak borç kaydıyla
verir. Daha sonraki yıllarda bu borç ödenir. Bir
Kolhoz'un plan hedeflerini gerçekleştirememesi sürekli
oluyorsa o zaman halk Kolhoz'u devlete devreder ve
devlet onu Sowhoz olarak işletir.
İşletme kusurları yüzünden plan hedeflerine
varılamamışsa yöneticiler azledilirler. Kolhoz'un
yöneticilerini cumhuriyetin ya da eyaletin başı azleder.
Eğer bir cumhuriyetin veya eyaletin üretim birimlerinin
hepsi veya çoğu bu durumdaysa tümüyle o cumhuriyet veya
eyalet plan hedeflerini gerçekleştirememiş demektir. O
zaman o cumhuriyetin, eyaletin yöneticileri
değiştirilir.
Yamçı: Muhaceretteki Çerkesler, özellikle
Türkiye'deki Çerkesler olarak biz yakın zamana kadar
anayurtla doğrudan doğruya ilişki kuramadık.
Anadilimizle okuyup yazamıyoruz. Bu nedenle de anayurtla
yeterince yazışamıyoruz. Daha çok bireysel, fiziksel
olarak yaşamımızı sürdürme, geçinebilme çabası
içindeyiz. Dolayısıyla anayurt hakkındaki bilgilerimiz
de hep bizim dışımızdaki kaynaklardan gelmedir. Bunlar
ya Sovyetler Birliği'nden kovulan veya kaçanlar, orayı
kötüleyerek para kazananlardır ya da varlıklılardan
oraya gidip gelenlerin yine kendi çıkarlarına göre
yaptıkları değerlendirmelerdir. Daha çok içinde
bulunduğumuz devletin politikasına uygun olduğu ölçüde
bilgiler edinilebilmektedir. Bu yüzden de anayurt ve
oradaki düzenle ilgili bilgilerimiz sağlıklı değildir.
Anayurt ve oradaki düzen merak konusudur.
En çok merak edilen konulardan biri de din konusudur.
Söz konusu sağlıksız bilgilere göre Kafkasya'da din,
dini hayat yoktur. Devlet buna izin vermemektedir. Bu
konudaki gözlemlerinizi, bilgilerinizi anlatır mısınız?
Yehutle: Benim gördüğüm kadarıyla Kafkasya'da,
tüm Sovyetler Birliği'nde bir din kısıtlaması, inanç
yasağı söz konusu değildir kesinlikle. İnanç serbestliği
vardır.
İsteyen istediği dini benimseyebilir, isteyen hiçbir
dine mensup olmayabilir. İnanç ve inançsızlık konusunda
kimse birbirini hor göremez, kınayamaz.
Kafkasya'da örneğin evlenmelerde Adige düğünü, molla
tarafından nikah kıyılmadan başlatılmaz. Molla İslam
dini kurallarına göre nikahı kıyar. Sonra düğün
başlatılır. Cenaze sırasında da dini törenler eksiksiz
tatbik edilir. Şahsen ben birçok cenaze töreninde
bulundum. Hepsinde dini gerekler yerine getirildi. Bir
Arap ülkesinde, Ürdün'de doğmuş ve büyümüş olmama,
Arapça bilmeme rağmen o mollaların okudukları duaları,
yaptıklarını şahsen ben bilemem, yapamam.
Dönüşümden bir iki ay önce bizim akrabalarımızdan yaşlı
bir kadın vefat etmişti. Köyde oturuyordu sağlığında.
Ben de katıldım köyde cenaze törenine... Hatta yakın
ilişkilerim vardı onlarla, akraba idik. Mezara koyanlar,
defnedenler arasında ben de bulundum. Tıpkı Ürdün'deki
gibiydi teçhiz, tekfin ve defin işlemleri.
Ölen bu kadının kız kardeşi Nalçik'te yaşıyor. Ben
Kafkasya'dan döndüğümde 56-57 yaşlarındaydı, 9 yaşından
beri hep oruç tuttuğunu, hiçbir ramazanı kaçırmadığını
söylerdi. Sık sık evine giderdim, Nalçik'te kaldığım 6
yıl zarfında... Hatta Ramazanlarda çoğu kez onların
evinde kalırdım. Sahuru iftarı beraber yapardık.
Namazını da pek aksatmazdı. Buna benzer yaşlı kadın ve
erkekleri de çok gördüm ama gençler pek
heveslenmezlerdi. Yaşlanınca bilmem ne yaparlar...
Kısacası kesinlikle din ve inanç özgürlüğü vardır orada.
Cami meselesine gelince; sosyalist devriminden önce de
Kafkasya'da büyük kubbeli, minareli camiler yoktu. Cami
olarak yapılan genişçe bir evde kılınırdı namazlar.
Şimdiki camiler de böyle. Her köyde bir veya iki cami
var. Camisiz köy yok diyebilirim Kafkasya'da... Tabii
kubbesiz, minaresiz. Cami yapımını devlet üstlenmiyor
orada da. İbadet yerlerini halk kendisi yapıyor.
Yamçı: İmamları var mı acaba, varsa nasıl
yetişiyorlar?
Yehutle: İmamları var ama imamlık mesleği yok.
Yani meslek olarak imamlık yaparak geçimini sağlayan
yok. Namaz kıldırabilen, nikah kıyabilen, cenaze
kaldırabilen mollalar var. Bunlar devletten bu hizmetler
için bir maaş filan almazlar. Ancak halk kendi arasında
para toplar ve mollaya verir. Bu mollalar daha çok dini
bilgilerini önceden bu işlerle uğraşmış, bilen
yaşlılardan öğrenirler. Kafkasya'da ayrıca din eğitimi
yapan bir okul yok. Genellikle öğrenenler özel olarak
bilen yaşlılardan öğrenirler ki yaşlıların çoğu bu
bilgileri bilirler. Ayrıca Türkistan'da bir dini
bilgiler enstitüsü var. Orta okuldan sonra din eğitimi
verir. İsteyenler o okula da gidip öğrenim görebilirler.
Yamçı: Şimdi de genel durumumuz ve sorunlarımızın
çözümü için özel bir soru sormak istiyorum. Siz Ürdün'de
doğmuş ve büyümüş olarak Ürdün'ü, Suriye'yi, hatta
İsrail'i de biliyorsunuz. Amerika'daki Çerkesler
hakkında da bilginiz vardır. Türkiye'ye geldiniz,
gördünüz. Az çok buradaki durumumuzu da öğrendiniz.
Kafkasya'da 6-7 yıl süre ile bulundunuz. Çerkes halkının
geleceği ile ilgili görüşleriniz, kanaatleriniz
nelerdir?
Yehutle: Teker teker ele alırsak şunları
söyleyebiliriz. Öncelikle Kafkasya'daki Çerkesleri
düşünelim. Onların bu günkü hak ve olanaklarıyla yok
olmaları kesinlikle söz konusu değil. Tam tersine daha
da gelişecek, güçleneceklerdir. Eğer bir gün dünya
çapında azınlıkların doğal olarak çoğunluk içinde
eriyebilecekleri bir durum söz konusu olursa ancak o
zaman onların da yok olacağını düşünebiliriz. Bu günkü
koşullarda sayısal bir mukayese yaparsak; muhaceretteki
Çerkesler 50-100 yıl sonra yok olacaklarsa;
Kafkasya'dakiler onlardan 500-1000 yıl sonra yok
olabilirler. Muhaceretteki Çerkeslerin durumu çok
farklı. Ulus deyince bir kültür birliği, bir dil
birliği, bir tarih birliği, bir yurt birliği gelir akla.
Bunlar olmadıkça, hatta bunlardan biri eksik oldukça o
ulusun varlığını sürdürmesi mümkün olmaz. Adigece
unutulmuşsa artık Adigelik de kaybolur. Tarih bilinmezse
ve yaşanmazsa geleceğe yönelik sağlıklı bir ulusal yaşam
sürdürülemez, etkilenilir ve ulusal yaşamdan
uzaklaşılır. Anayurt olmazsa, orada yaşanmazsa bulunulan
ülkelerde yok olmak mukadderdir. Böyle olunca benim
kanımca muhaceretteki Çerkesler er veya geç mutlaka yok
olacaklardır. Bu bir yaşam kuralıdır. Böyle olunca
ulusal varlığımız sürdürülmek isteniyorsa yeni doğan ve
doğacak olan kuşakların Çerkes kalması isteniyorsa bence
tek yol bir yurt birliğine kavuşmaktır.
Muhaceretteki duruma gelince; burada yapılan iyi işler
hep içinde yaşanılan ülkenin, hakim ulusundur, kötü
şeyler ise yapanın üzerinde kalır. Muhacerette hep iyi
şeyler yapmaya çalışmak gerekir. Kişi olarak
yükselebilmek, kabul edilmek için bu şarttır, o zaman da
yapılan iyi şeyler hep o ülkeye, hakim ulusa ait sayılıp
kaybolacaktır, dolayısıyla o iyi şeyleri yapanlar da
onlar içinde eriyip gidecektir. Kötü şeyler yapılırsa
yine kötü şeyler yapmış olarak yok olup gidilir. Yani
muhacerette yok olmak esastır. Dolayısıyla yok olmamak
için tek çare anayurda dönüş olmaktadır.
Sonra anayurdumuz benimsenmeyecek kötü bir yer de değil.
Tam tersine Kafkasya gerçekten güzeldir. Hatta en
güzeldir. Bu gün nerede yaşıyor olursa olsun, hiçbir
Adige Kafkasya'dan daha güzel bir yerde yaşıyor olamaz.
Şahsen ben bir çok yer gezdim, gördüm, duydum,
biliyorum. Ama Kafkasya'yla kıyaslanabilecek hatta
benzetilebilecek güzellikte bir yer görmedim. Fizik
olarak, verimlilik olarak en güzel, ulus için, ulusal
varlık en elverişli tek yer diyebiliriz, Kafkasya için.
Yaşamlarına gelince kesinlikle kötü değil.
Muhacerettekilerden çok iyi değilse kesinlikle kötü
değil. İnsan için önemli olan yaşamaksa, yarına daha
güvenle bakabilmekse, hastalanmamak yada hastalanınca
kolaylıkla tedavi olabilmekse, kişisel yeteneklerini
geliştirebilmek, insanlığa katkıda bulunabilmekse,
tatmin olabilmekse bugün bunların hepsi var Kafkasya'da
ve insanlar daha rahat, daha mutlu, daha üretken ve daha
doygun. Yarınlarından insan olarak da ulus olarak da
eminler.
Yamçı: Anladığımız kadarıyla sizin görüşleriniz
de muhaceretteki Çerkeslerin, Çerkes olarak
kalabilmelerinin mümkün olmadığı, insan olarak insanca
yaşam için de, ulus olarak varlığımızı dilediğimiz gibi
geliştirip sürdürebilmemiz için de tek çıkar yolun
anayurda dönüş olduğu noktasında yoğunlaşıyor.
Öyleyse anayurda dönüş nasıl gerçekleştirilebilir, bunun
için bizler neler yapmalıyız? Anayurttaki
kardeşlerimizin bu konudaki eğilimleri, görüşleri
nasıldır, neler yapabilirler? Bu konuda ne dersiniz?
Yehutle: Anayurtta pek çok Çerkesle tanıştım,
sıkı ilişkilerim oldu kaldığım 6-7 yıl içinde.
''Anayurdunuza gelmeyin'' diyen hiç olmadı. Tersine
hemen herkes dönmemizi önerdi. ''Evimizin kapısı her
zaman açık, iki odamız varsa birini size veririz''
dediler. Anayurttaki Çerkesler bizim dönüşümüzden
kesinlikle memnun olurlar. Bunun için ellerinden gelen
her şeyi yapmak isterler.
Benim izlenimim hep böyle oldu. Ürdün'den ve Suriye'den
Kafkasya'ya dönmüş olan pek çok kişi ve aile gördüm
orada. Kafkasya'dakilerin bunlardan hep memnunlukla söz
ettiklerine tanık oldum. Herkesin onlara kolaylık
gösterdiğini, her yönden yardımcı olduklarını, sıcak bir
ilgi duyduklarını gördüm. Oturacak ev, çalışacak iş gibi
konularda muhaceretten dönenlere öncelikler ve bir
bakıma ayrıcalıklar bile tanıyorlar. Bunlar
Kafkasya'daki kardeşlerimizin dönüşümüz hakkında
eğilimlerini ve isteklerini gösterir sanırım.
Ne yapmalıyız, sorusuna gelince... Her şeyden önce
somut durumumuzu, sorunlarımızı bilinçli olarak
kavramalıyız. Bugünkü koşullarımızı, geleceğimizin ne
olabileceğini düşünmeliyiz. Buralarda kalmanın bize
neler getireceğini. Anayurda dönüşümüzün neler
kazandıracağını kavramalıyız. Bunlardan sonra anayurda
dönüşü kabul etmeyen pek fazla kimse olacağını
sanmıyorum. Sonra bugün ''Çerkes'im'' diyoruz. Bunu
somut olarak belgeleme, ispatlama imkanına sahip
değiliz. Çerkesce konuşuyoruz ama bu yeterli olmaz, bir
başkası da Çerkesce öğrenebilir. Biz Çerkes olduğumuzu
belgeleyebilmeliyiz. Kafkasya'da varsa akrabalarımızı
bulmalı, ilişki kurmalıyız. Akrabamız yoksa tarihi
olarak orada bulunduğumuz yerleri saptamalı, tanıyanlar,
arkadaşlar bulmalıyız. Zira vaktiyle orada yaşamış bir
Çerkes ailenin çocukları, torunları olduğumuzu
ispatlamamız bize oraya dönüş hakkı sağlayacaktır. Aksi
halde, oraya her gitmek isteyenin kabul edilmesi söz
konusu olamaz.
Kafkasya'daki kardeşlerimiz bu konuda bize nasıl
yardımcı olurlar konusuna gelince: Bu konuda asıl iş
bize düşer. Onların yapabileceği şeyler, dönüşümüzü arzu
ettiklerini belli etmektir, orada iş bulmaktır, konut
bulmaktır, her konuda yardımcı olmaktır. Biz dönüş için
hazırlanmalı bunun için ihtiyaçlarımızı saptamalı ve
gerekenleri onlardan istemeliyiz. Biz bir şeyler
istemeden onların kendiliklerinden bize bir şey
vermeleri, yapmaları nasıl mümkün olabilir? İstemeliyiz.
İster isek ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır,
verebileceklerdir. Örneğin biz Ürdün'den, anadilimizle
okuma yazma öğrenmek istediğimizi, yardımcı olmalarını
istedik. Bir öğretmen adayı gönderin eğitelim,
yetiştirelim dediler. Bir genç kız gönderdik. Fakat o da
öğretmenlikten çok hekim olmayı yeğledi ve orada tıp
fakültesine girdi kaldı. Bunun üzerine Nalçik'ten bir
öğretmen kız gönderdiler. Ürdün'e geldi gerekli
gözlemlerini, ön araştırmalarını yaptı. Bir iki ay sonra
öğretim yılı başında tekrar gelmek üzere Kafkasya ya
döndü. Bu öğretmen küçük çocukları Çerkesce eğitmek
yanında sanırım öğretmenlik yapabilecek eleman
hazırlamaya da çalışacak..
Demek istiyorum ki; biz durumumuzu, ihtiyaçlarımızı,
amaçlarımızı saptarda onlara iletirsek ellerinden gelen
her şeyi yapabileceklerdir. Zira bizim durumumuzu,
yapmak istediklerimizi, amacımızı onlar durup dururken
nereden bilsinler.
Yamçı: Anayurda dönüş konusunda başka kaygılar ve
merak konuları da var. Örneğin Sovyetler Birliği bizi
kabul eder mi, niçin eder ya da etmelidir veya niçin
etmez ya da etmemelidir gibi? Bunun yanında kabul ederse
burada sahibi bulunduğumuz ufak tefek mallar ve eşyalar
var. Bunları paraya çevirip götürebilmemiz mümkün olur
mu gibi? Bu konulardaki görüşleriniz nelerdir.?
Yehutle: Bence Çarlık Rusya'sı döneminde bilinen
baskılar ve nedenlerle anayurdunu terk etmek zorunda
kalmış bir halka mensup bir ailenin çocukları olduğumuzu
ispatladığımız ve yok olmamak için anayurda dönmek
istediğimizi resmen ve fiilen gösterdiğimiz takdirde,
ulusların, halkların asimile edilmelerine karşı olan bir
düzeni, sistemi gerçekleştirmiş bir ülke olarak
Sovyetler Birliği'nin bu isteğimizi kabul etmemesi için
bir neden olmaz. Ancak, dediğim gibi ilk girişim bizim
görevimizdir. Ayrıca bildiğimiz kadarıyla bir bireyin
kendi malları üzerinde kesinlikle tasarruf hakkı vardır.
Ne isterse yapabilir. Kesin dönüşe karar vermiş bir
Çerkes elbette malı ve parasıyla birlikte oraya
gidebilecektir. Bu parayı da, başkalarını çalıştırarak
daha çok kazanma, başkalarını sömürme aracı olarak
kullanma dışında dilediği gibi kullanabilir, dilediğini
satın alabilir, dilediği gibi harcayabilir. Çünkü kesin
dönüş turist gidişinden farklıdır, farklı statülere tabi
olur.
Son bir örneği anlatayım. Benim Nalçik'ten ayrılmamdan
bir ay kadar önce Suriye'den Fevzi STAS isimli bir
gümrük memuru ailesiyle birlikte Kafkasya'ya dönmüştü.
Kızlı erkekli 10 çocuğu vardı. Yani ailece 12 kişilik
bir nüfus oluyordu. Bir oğlu bir yıl önce dönmüş, bir
işte çalışmaya başlamış, tek kişi için, bekarlar için
yapılan küçük konutlardan birine de yerleşmişti
Nalçik'te. Ailece dönünce babasına da geniş, büyük bir
ev verdiler. Yani şimdi biri küçük biri büyük iki evleri
var. Bunlar Suriye'deki evini, mal ve eşyalarını
satmıştı. Bir Mercedes arabayla gitmişti. Parasını da
beraberinde götürmüş, onunla oradaki evini döşemişti.
Şimdi de oğluna bir araba almak istiyordu ben oradayken.
Kendi parasını götürmesine kimse karışmadı, engel
olmadı.
Yamçı: Tek tük aileler halindeki dönüşlerde iş
bulmak da, konut temin etmek de, muhaceretteki maddi
varlığını birlikte götürmek de güç olmayabilir ama acaba
yüzlerce, binlerce nüfusluk bir toplu dönüş söz konusu
olursa durum nasıl olur?.
Yehutle: Bu durumdaki dönüşler daha önce de oldu.
Örneğin Ermeniler böyle büyük kafileler halinde
anayurtlarına döndüler, Lübnan'dan Ürdün'den hatta
sanırım Türkiye'den de gidenler oldu. Bunlar halen orada
yaşıyorlar, işlerini de evlerini de buldular. Önemli
sorunlarla karşılaştıklarını da sanmıyorum. Ayrıca bugün
Kabardey- Balkar Cumhuriyeti'nin bir yıllık geliri,
ürünü gerektiğinde bu günkü nüfusunu beş yıl süreyle
geçindirebilecek durumda. Çalışacak eleman eksikliği,
yokluğu yüzünden yapılamayan pek çok iş var orada. Yani
iş bulamama gibi, aç ve açıkta kalma gibi bir sorunla
kesinlikle karşılaşılabileceğini sanmıyorum. Zira orada
genellikle her türlü ev eşyaları, ihtiyaç maddeleri çok
ucuzdur ve buradan göç edenlerin götürebilecekleri 3-5
bin Dolar'lık paralarla bile orada pek çok şey satın
alınabilecektir. En azından her şeyiyle eksiksiz bir ev
döşenebilecektir, ayrıca 10 nüfuslu bir aile en azından
bir kaç ay, hatta bir yıl süreyle geçinebilecektir bu
parayla.
Yamçı: Türkiye'de genel olarak Çerkesler köylerde
yaşarlar. Bir kaç yüz dönümü geçmeyen küçük toprakları
vardır. At, öküz, inek, koyun, keçi, tavuk gibi
hayvanları vardır. Geçimlerini kendi emeklerini de
katarak bunlardan sağlarlar. Böyle bir aile anayurda
dönerse acaba ne gibi güçlüklerle karşılaşabilir, yada
oradaki düzene uyum sağlamasında bir takım güçlükler
olabilir mi, neler olabilir?
Yehutle: Bu durumdaki bir çiftçi ailesi orada da
bir köyde yerleşir, çiftçilik yaparsa hemen hiç bir
güçlükle karşılaşmaz, her hangi bir uyum güçlüğü de
olmaz. Tersine oradaki yaşam çok daha kolay gelir ona.
Çünkü orada da bir Çerkes köyünde oturacaktır,
anlaşamayacağı, yabancı bir topluluk söz konusu
değildir. Buradaki gibi şafaktan gün batımına kadar
değil, sadece 8 saat çalışacaktır. Çiftçiliği, atla,
öküzle, kara saban veya pullukla, çapayla, kazmayla,
orakla, tırpanla değil motorlu araçlarla; traktörle,
biçer-döverle, mibzerle, çeşitli ekme ve dikme
makineleriyle çapa, sökme ve biçme makineleriyle
yapacaktır. Dolayısıyla burada ağır ve zor şartlarla
çiftçilik yapmaya alışmış bir kimse için orada
Kolhoz'daki çiftçilik çok kolay olacaktır. Başlangıçta
tek bir güçlük söz konusu olabilir: O da bu makinelere
alışmak, kullanılmasını öğrenmektir ki, bu da çeşitli
kurslar ve denemelerle çok kısa sürede
halledilebilmektedir. Böyle bir ailenin köyde Çerkesce
dışında bir dil öğrenme zorunluluğu veya ihtiyacı da
olmayacaktır.
Ancak şehirde bir iş tutmak isterse o zaman Çerkesce'nin
yanında Rusça'yı da öğrenme ihtiyacı doğabilir. Daha
önce belirttiğim gibi Rusça öğrenmek de orada nihayet
bir yıl içinde mümkün olabilmektedir. Kaldı ki oradaki
köyler şehirden farklı değildir, şehirdeki her imkan
köyde de vardır.
Yamçı: Çiftçilikle, tarımla uğraşan bir ailenin
durumu sanıyorum anlaşıldı. Buradaki bir devlet
memurunun, bir öğretmenin dönmesi halinde bunlar ne tür
işler yapabilirler Kafkasya'da?.
Yehutle: Tabii bunlar orada da şehirde yaşamak
isterlerse kuşkusuz kendilerine uygun birer iş
bulabileceklerdir ama bunların Rusça öğrenmeleri
gerekecektir genellikle. Örneğin ilk yıl bunlar yarım
gün bir işte çalışabilirler, yarım gün de Rusça kursuna
devam edebilirler. Sonra da asıl işlerine
başlayabilirler.
Ayrıca mevcut elemanın yeteneğine ve gücüne göre iş
vermeleri de söz konusudur. Örneğin Ürdün'den Semih
Thabsım Nalçik'e yerleştiğinde -ki Semih Ankara'da
Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirmişti, yani nihayet
bir bürokrat, bir memur olacaktı- ona uygun bir iş
buldular. Önceden Nalçik Üniversitesi'nde Arapça ve
Türkçe okutulmuyordu. Ancak Arapça ve Türkçe
okutabilecek bir eleman olarak Semih Thabsım döndüğünde
üniversitede Arapça ve Türkçe dersleri de okutulmaya
başlardı.
Demek istediğim buradan dönecek bürokratlar da öğretmen
veya memurlar da Kafkasya'ya döndüklerinde, bildikleri
Türkçe'yi, öteki yabancı dilleri ve burada kazandıkları
her türlü bilgileri, branş ve uzmanlık bilgilerini
değerlendirebilecekleri işler bulabileceklerdir.
Yamçı: Bizim toplumumuzda öteden beri
yerleştirilmiş fanatik bir Rus düşmanlığı var. Bu
düşmanlık Türk-Rus düşmanlığıyla ve giderek sömürücü
kapitalistlerin sosyalist düşmanlığıyla da
pekiştirilmiş. Bu nedenle şöyle bir soru da merak konusu
olabilir, sanıyorum. Bu gün Kabardey-Balkar
Cumhuriyeti'nde de, tümüyle Kafkasya'da da Ruslar
yaşamaktadırlar. Bunların birbirlerine karşı durumları,
ulusal olarak değerlendirmeleri ve yaklaşımları nasıl
oluyor? Yani Ruslar Çerkesleri bir yabancı olarak mı
görüyor ya da Çerkeslerin bu konudaki tavırları
nasıldır?.
Yehutle: Kafkasya'da Ruslar da yaşıyor tabii ama
düşman olarak değil, dostluk içinde yaşıyorlar. Rus
düşmanlığını yaşatan, insafsızca baskı ve zülüm yaratan
Çarlık Rusya'sına karşı birleşerek bu günkü düzeni
birlikte kurmuş ve yaşatmakta olmanın verdiği bir
dostluk, karşılıklı saygı ve güven çerçevesi içinde
yaşıyorlar. Rusların Çerkesleri istenmeyen bir yabancı
gibi görmeleri mümkün değil. Çünkü Çerkesler kendi
anavatanlarında yaşıyorlar, nasıl yabancı olabilirler?
Ancak Çerkesler Kafkasya'daki Rusları ekonomik
sebeplerle buralara gelip yerleşmiş yabancılar olarak
değerlendiriyorlar. Onlarla aynı ulustan olmadıkları
açık tabii ama bu anlayış bir Rus düşmanlığı anlamında
değil elbet. Karşılıklı olarak herkes birbirinin
insancıl, ulusal haklarına saygı duyduğu sürece bir
ulusal düşmanlık söz konusu olamaz. Kafkasya'daki durum
böyle bir anlayışın somut örneğidir.
Yamçı: Son olarak bir ricada bulunmak istiyorum.
Çerkeslerde adettir: Bir misafir geldiğinde, sofrada,
düğünlerde topluca yapılan işlerde huaho dediğimiz bir
dilek ve temenni konuşması yaparlar. Gerçi bu genellikle
işin başında yapılır ama biz sonunda yapsak da zararı
olmaz sanırım. Siz Kabardey'de böylesi pek çok huaho
dinlemişsinizdir. Konuşmamızı böyle bir huaho ile
bitirelim. Ne dersiniz?
Yehutle: Tabii memnuniyetle ama huaho yapmak hele
böyle büyük bir ulusal sorunla ilgili olarak huaho
yapmak benim haddim değildir ama duyduklarımdan birini
aynısıyla olmasa bile anlamıyla aktarmaya çalışayım.
Çünkü, aynısını tekrarlayamam.
Kafkasya'da pek güzel huaholar dinledim. Diyebilirim ki,
her biri veciz, derin içerikli birer edebiyat örneğidir.
Onları benim aynen tekrarlamam mümkün değil.
Biri bir gün şöyle bir huaho yapmıştı, bizimle de ilgili
olabilir, konuşma arasındaki bir bölümü anlatmaya
çalışayım. ''Bir zamanlar bir aile vardı. Irmağın hemen
kenarında güzel bir ev yapmış, mutlu yaşıyordu. Neden
sonra ırmak taştı. Evin duvarları da hasar gördü. Evi su
bastı, her taraf kir, pas, çamur, toprak doldu. Aileden
bir bölümü ''artık burada oturamayız'' diyerek ayrıldı
ve daha uzaklarda bir yerde yeni bir ev yaparak orada
yaşamaya başladı. Şimdi o su kenarındaki harabede kalan
güçsüz kimseleri de düşünmek gerek. Orada kalan yaşlı
ana-baba öylece bırakılamaz. Onlar tek başlarına evi
onarıp temizleyemezler. O aileden ayrılanların tekrar
geri dönerek o yuvayı yeniden kurmaları, yaşatmaları,
geliştirmeleri gerekir. Bir bakıma Çerkeslerin durumu da
buna benzer. Ayrılanların yeniden dönmeleri umut ve
bileğiyle'' vb...
Bu türlü huaholar çok yapılır. Tabii çok daha edebi ve
çok daha güzel anlatılır bu. Ayrıca daha da uzun ve
kapsamlıdır. Hemen bununla ilgili bir başka huaho
hatırladım şimdi. Şöyleydi: ''Irmak taştığında
kenarındaki toprakları da alıp götürebilir. Hatta
taşları da kırıp parçalayarak sürükleyebilir. Su kendi
yerine çekildiğinde toprakları yeniden toplayıp eski
yerine koyarak eski haline yeniden getirmek güçtür.
Hatta mümkün değildir. Çünkü kim bilir o topraklar
nerelerdedir şimdi, eriyip yok olmuş, başka topraklara
karışmış olabilir ama kırılan, parçalanan taşlar yeniden
getirilip su kenarında kalan parçasına yapıştırılabilir
ve yeniden eski haline getirilebilir. İşte Kafkasya'dan
ayrılan kardeşlerimizin toprak gibi eriyip yok
olmamaları, böyle taş gibi kendilerini koruyabilmeleri
ve bir gün yeniden bizimle, anayurtlarıyla
bütünleşebilmeleri umut ve dileğiyle kaldırıyorum
kadehimi.''
Kafkasya'da hemen her sofrada özellikle ulusal sorunun
konu olduğu sofralarda yapılan huaholarda bütün
insanların mutluluğu, dünya sorunları, barış gibi
konular yanında Çerkes sorunu da söz konusu edilir ve
hemen hemen hepsinde muhacerettekilerin yeniden anayurda
dönmeleri gerektiği üzerinde görüşler belirtilir, bundan
özlemle, umutla söz edilir.
Benim huahom de aynı doğrultuda olacaktır. Bir sonbahar
günüydü. Yağmurluydu hava, pencereden dışarıyı, doğayı
seyredip oturuyordum. Toprak ıslaktı. Penceremin
karşısında bir ağaç vardı. Ağacın dalından bir yaprak
düştü. Rüzgar yoktu, yaprak ağacın altında kaldı. Ağacın
altından geçen bir adam, o düşen yaprağın üzerine basıp
geçti. Yaprak toprağa gömülmüştü artık. Düşündüm; bu
yaprak biraz önce ağacın dalındaydı ve canlıydı.
Dalından düştü ve toprağa karıştı. Ancak ağaçtan uzak
değildi. Tam altındaydı. Şimdi o, toprakta çürüyüp yok
olacak ama heder olmayacaktı. Çünkü o, ağacın altındaki
toprak içinde yine ağaca gıda olacak ve koptuğu dalı
besleyecek, büyütecekti. Böyle bir zaman sonra ağaçta
yeni yapraklar, yeni meyveler bitecekti. Onlarda aynı
şekilde tekrar düşecekler ve ağaçtan uzaklaşmadıkları
sürece hep o ağacı besleyecekler ve belki de sırf yaprak
değil ağacın dalına, gövdesine de katılabileceklerdi.
Tıpkı bunun gibi anayurdundan kopan Çerkeslerin anayurdu
unutmayarak, oraya yeniden dönerek ağacın dalıyla,
gövdesiyle bütünleşmeleri umut ve dileğiyle bağlıyorum
sözümü.
Yamçı: Bugün Türkiye'de Muhacerette yaşılan
Çerkesler, sözünü ettiğimiz dalından kopmuş ve ağacın
kökünden uzaklaşmış birer yaprak gibi ayrı ayrı yerlerde
yok olmak, hatta kendi dallarına katkıda bulunmamakla da
tümden heder olmak durumunda. Ancak, inanıyoruz ki
Çerkes toplumu yok olmamanın, heder olmamanın yolunu
mutlaka bulacaktır. Eğer bulacakları bu yol tekrar
anayurda dönüş biçiminde gerçekleşirse o zaman hem
kendileri yok olmaktan, heder olmaktan kurtulacaklar,
hem de asıl kökleri olan anayurtlarına, ulusal
yaşamlarına, kültürlerine katkıda bulunabileceklerdir.
6-7 yıl Kafkasya'da yaşamış olarak sizin verdiğiniz
bilgiler kuşkusuz Çerkes toplumunun yok olmaktan, heder
olmaktan kurtuluşuna önemli ölçüde katkılarda
bulunabilecektir. Bu bilgilerden dolayı dergimiz ve
okuyucularımız adına içtenlikle teşekkür ediyor, yaşam
boyu başarılar, esenlikler diliyoruz.
Yehutle: Gördüklerimi, bildiklerimi bir ölçüde de
olsa Türkiye'deki kardeşlerimize duyurmak, iletmek
olanağı verdiğiniz için ben de teşekkür ederim ve
muhaceretteki Çerkes toplumunun yok olmaktan kurtuluşu
yolunda yapılacak tüm çalışmalarda başarılar dilerim. |