''Yamçı'''yı çıkaracağınızdan şahsen haberim
olsun isterdim. Olmadı, yine de gücenmiş değilim. En
içtenlikli başarı dileklerimi yollarım. Gerek
''Kafkasya'' gerek diğer yayınlarda sürekli hatalar
yapıldı. Ben elimden geldiğince hatalardan arınmayı
savundum. Ama başarılı -tam anlamda başarılı- olduğumu
söyleyemem.
Hatalar düzeltildiğinde bile sanki inadına inadına
hatalar savunuldu. Örneğin bilmemekten ötürü,
''Kaskasya''daki
(No: 39-42)
''Adigey'in
Kısa Tarihçesi''nde
(s. 85)
Adige, Karaçay-Çerkessk ve Kabardey-Balkar'ın resmi dili Rusça'dır, denildi. Ancak
''Kafkasya''nın 44.sayısında
(s. 2)
ve 48.sayısında
(s. 13)
Adigece'nin de kendi alanında resmi dil olduğu
belirtildi. Belge de gösterildi. Özerk bir ülkedeki
özellikle Adigeler için olduğuna göre, elbette Adigece
özel değil, resmi dil olabilirdi. Mantık da böyle
buyurur. Bu konuda şifahen ve yazılı olarak İ. Aydemir'e
durumu açıkladım, yazı yazdım. Belki politik
sakınca mı ne görüldü, gerçek yayınlanmadı. Yine aynı
hataların ''Nartların Sesi''nde
(s. 14),
hiç hata yapmaması gereken biri aracılığıyla
tekrarlandığını gördüm.
M.
Lermotov, çağının demokrat bir kişisidir. Ancak, Puskin'e,
Lermontov'a ve Tolstoy'a ''Nartların Sesi''nde dil
uzatıldı. Oysa ''Kafkasya''nın 39-42 sayısında bu
kişilerin Adigelere karşı demokratça tutumları
yazılmıştı
(s. 94, 134, 140, 141).
Okunmadığından, araştırma yapılmadığından, belki de
ilkel bir ırkçı anlayış ve gerici bir sağ politik
çizgiye takılıp kalmışlıktan ötürü, yanılgıları
yenebilmek mümkün olmuyor.
Derginiz yeni elime geçti. Kuşkusuz eleştirilerim
olacak. Aynı fahiş hataların işlenmemesi ve gerçeğin
halk önünde dile gelebilmesi için.
''Yamçı''nın göçte bir gereksinimi karşılamak için
çıktığı doğrudur, sevindirici bir durumdur. Dergi,
1970'teki ''Kamçı''nın uzantısı olduğunu saklamıyor.
''Kamçı'' ve inceleyebildiğim ''Yamçı'', kendi
çerçevesinde kabaca tutarlıdır. Ben bu kanıdayım. Yine,
elime geçen Kasım sayısının sağ çizgiyi yenemediği
düşüncesindeyim. ''Yamçı'' öncesi yayınların
derinlemesine ve bilimsel olarak değerlendirilmiş
olmasını dilerdim. Politik ve geleneksel güçlüklerin
bilincindeyim ama yine de yapılabilecekler vardır,
kuşkusuz.
''Yamçı'', Türkiye'de yayınlanmış ''Kafkas'', ''Yeni
Kafkas'', ''Kafkasya'', ''Birleşik Kafkasya'', ''Kuzey
Kafkasya'' gibi dergilerin şimdilik son halkasıdır.
Yamçı, bu durumu ve belki de tüm yayınları, ad
vermeksizin bir kalemde itelemekte, ''Yalnızca ulusun
geçmişini aydınlatmaya yönelen bu tür yayınlar,
bilimsel araştırmalara dayandırılmadığından gereken ilgiyi
görmemiş'' ve ''kişisel girişimler'' olarak kalmıştır
(Yamçı, s. 4), diyerek değerlendirmektedir. Çalışmaların
kişisel çizgiyi aşamamış olmasına diyeceğim yoktur.
Ancak, ''ilgi görmemeyi'' sırf kişiselliğe bağlamayı
yeterli bir açıklama biçimi olarak göremiyorum. Bu
anlayışa göre, Çunatıko Met İzzet'in yapıtlarını, Gen.
İ. Berkuk'un ''Tarihte Kafkasya''sını, ''Kafkasya''
dergisindeki ''Adige Edebiyatı'' ve ''Adigey'in Kısa
Tarihi''ni
(No. 39-42'de)
ve daha başkalarını
''bilimsel değildir'' dememiz gerekecektir. Oysa,
kanıtları sunulmadıkça ve doğrusu açıklanmadıkça
yöneltilecek iddialar birer ''kuru iddia'' olmaktan
öteye geçmez. Sayılan yapıtlarda hatalar ve eksiklikler
çok, pek çok olabilir. Ancak, bu dahi bu yapıtların
uydurma ve değersiz oldukları, anlamını vermez.
''Kafkasya''nın 44.sayısında verilen ''Adige Edebiyatı'nda
Eleştiri Sorunları'' (ki, asıl başlık adı ''Olgu Değil
Yalnızca, Toparlama...'') çevirisi yine değerli
eleştirmen Kazbek ŞEŞ'E'nin ''Adige Dramaturgisinin
Sorunları''na ilişkin başlanan çevirileri
(Kafkasya,
No. 45, 56, 48)
elbette küçümsenemez. Beygua Ömer'in
''Abhaz Mitolojisi Anaç mı?'' adlı yapıtı, kendi masal derlemelerini (''Tembot Kalesi'', ''Topal Fıçıcı ile
Tilki'', ''İhtiyarla Develer'', vb.) sanırım bir
çırpıda iteklenecek şeylerden değildir. Bunlar
halkımızın yaratılarıdır, bizler onları sadece yazıya
geçirdik ve belki de böylece ölmezlik kazandırdık.
Bundan övünme çıkarmayı küçüklük sayarım. Halklara ve
tüm dünya devrimci halklarına kişisel çıkar karşılığında
hizmet ettiğimi düşünen varsa, yanılıyordur ve bunu
açıklaması gerekir.
Çalışmalar, ''Yamçı'' da dendiği gibi, ''yalnızca
geçmişe ağırlık verdiği''
(s. 4)
şeklinde değerlendirilemez.
Ne
zaman ilerisi amaçlanmamıştır? Yazılanlar ne içindir?
İleride halkımız ve dünya insanlığı yararlansın diye
yazılmıştır yazılanlar...
'Kafkasya''nın 44.sayısındaki ''Adigeyli Göçmenler
ve Tutulacak Yol'', 48. sayıdaki ''Sorunlarımız Üzerine
Ciddi Araştırmalar ve Değerlendirmeler Gereklidir''
başlıklı yazılar okunsun.
'Dergi içi sansür''den geçen bu yazılar ileriye yönelik
çağrılarda bulunmuyorlar mı? ''(...) dün bir daha
yaşanmamak üzere geride kalmış ve şimdi yeni durumlar
doğmuştur. Dolayısıyla ''bugünün'' ve ''yarının''
sorunlarına ilişkin neler yapılabilir? Onlar üzerinde
durulmalıdır'' demiyor mu?
Söz
konusu yazılar, anayurda göçün değil, bulunulan
ülkelerde demokrasinin kurulmasının zorunluluğunu
yazıyorlardı. Adigelerin tüm halklar gibi, çağdaş
hukuka ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne kendi
ulusal özelliklerini korumak hakkı vardır. Türkiye bu
hakkı, anılan bildirgeye, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu'ndaki imzasına ve 1975 Helsinki Zirvesi'ndeki
taahhüdüne göre, tanımıştır. Suriye ve Ürdün için de
durum böyledir. Birleşmiş Milletler, 1975 Bondung
konferansı ve en son 1975 Lima'daki ''Bağımsız
Ülkeler'' konferans metnine göre, bu iki ülke
azınlıkların hukukuna saygıyı kabul etmişlerdir.
Burada, kabul edilenlerin işlerliği söz konusu
edilebilir. İşte bunun için mücadele gereklidir. Bu
mücadele demokrasiyi getirici mücadeledir. ''Yamçı'',
durum bu iken ''Helsinki Zirve Birleşiminin'' çıkarcı
çocuğu ''detante''... demektedir. Burada söylenmek
istenen nedir? Çin ve Arnavutluk dışında aynı yapıyı
paylaşacak ülkeler var mıdır? Bu sorular yanıtsız
kalmamalıdır...
'Yamçı''nın bazı yanlış eğilimlerine de kısaca
değinmek isterim: ''Dünya Halk Kurtuluş Hareketleri'',
''Muhaceretteki Adige Halkı''
(Yamçı, s. 2),
''Türkiye'deki Adige Ulusu''
(s. 28), ''Kendi
Topraklarında, Kendi Kaderini Tayin Eden Toplum''
(s. 2, 8)...
Yüzyılımızda, ''halk kurtuluş hareketleri'' yoğunlaşmıştır:
Güney Yemen, Vietnam, Kamboçya, Laos, Ilne (Bissau), Mozambik, Angola, vs. bu yoldan
kurtuldular. Angola'da MPLA, Endonezya istilacılarına
karşı Timor'da FRETİLİN, Faslı ilhakçılara karşı
Sahra'da POLİSARİO, İran ve İngiliz Birliklerini
kullanan Umman'daki Sultan Kabus yönetimine karşı DOFAR'lı yurtseverler kurtuluş savaşları
vermektedirler. Bu tabloya daha başka ülkeler
yurtseverleri de eklenebilir. (Bask -ETA, Kuzey İrlanda
- İRA, vb.) Filistin Kurtuluş Hareketi ile Kıbrıs
Halkları'nın mücadeleleri de en önemlilerindendir. Tüm
bu hareketler tekelleşen, çürümekte olan ve can çekişen
kapitalizm demek olan emperyalizme, yani dünya
halklarını sömüren ve baskı altında tutturan
uluslararası tekellerin egemenliğine karşı
verilmektedir. Emperyalizm, en gerici, en söven, en
terörist kapitalist unsurların açık diktası olan faşizmi
her yerde desteklemekte ve ayakta tutmaktadır.
Emperyalist dünyadaki ülkelerin kiminde burjuva
demokrasisi (ABD, İngiltere Fransa, Almanya, İsveç,
vs.), kiminde de faşizm ya da faşizan geri terörist
diktatörlükler (İspanya, Brezilya, İran, Ürdün, vs.)
vardır. Türkiye, arada yer alır, yani burjuva
demokrasisini kurma mücadelesi içerisindedir. Bir yanda
elli küsur yıllık egemenliği sürdürme peşindeki sağ ve
şoven güçler (kapitalist unsurlar, toprak ağaları,
çoğunca müttefikleri teokratik çevreler, sivil-asker
üst bürokratik kesim), öte yanda da sol ve demokratik
kesim (işçiler, ilerici, sosyalist ve demokrat
aydınlar, köylülerin uyanmakta ve demokratik hak
talebinde bulunan yoksul kesimleri, etnik grupların
ulusal bilinçli kesimleri, vb.) arasında mücadele
sürmektedir. Şu gün için ilerleyen demokratik kesimdir.
Şu
tanımlamadan da anlaşılacağı gibi ''Halk Kurtuluş
Hareketi'', ilerici, sol olmak, yani anti-emperyalist ve
anti-faşist olmak zorundadır. Anti-emperyalist ve
anti-faşist mücadeleyi en geniş bir halk tabanına
oturtmak için geniş bir yurtsever güçler birliği (halk
cephesi) oluşturulmaktadır. Bu birlik ya da halk cephesi
her milliyetten ve sınıftan yurtseveri ittifakına alır.
Cepheyi sosyalistler (işçi sınıfı sosyalistleri) sevk
eder, yani başı çeker. İşçi sınıfı sosyalistlerinin
önderliğinde olmayan bir cephe, cephedeki diğer sınıf
ve tabakaların şu ya da bu biçimde burjuvazi ve
emperyalizmle uzlaşması tehlikesini içerir. Örneğin,
1919-1920 yıllarında devrimcilerin, yani halktan
kişilerin önderliğindeki Çerkes Ethem, Demirci Mehmet
Efe, Sarı Edip Efe, milis (halk kurtuluş) kuvvetleri,
önderliği elde bulunduran ve emperyalizmle uzlaşan
burjuva güçlerince tasfiye edilmiş, 1921'den başlayarak
faşizan-ırkçı yönetim oluşturulmuştur.
Şimdilerde, Türkiye'de, demokratik kesim, burjuva
demokrasisini kurmak için anti-faşist mücadele veren
sosyal demokrat politikanın savaşımını vermektedir.
Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele
verilmemektedir.
Anti-emperyalist mücadele, yalnızca
işçi sınıfı sosyalistlerinin gündemindedir ve bu kesim
şimdilik örgütlenme safhasındadır. Aynı zamanda
anti-emperyalist olmayan bir hareket, her zaman için
emperyalizmle işbirliği içindedir demektir.
Ancak
faşist güçlere karşı her çeşitten demokratik hareket
desteklenebilir. Bu desteğin sınırını faşizmle
mücadele belirler. Gerçek anti-faşist mücadele işçi
sınıfı sosyalistlerinin önderliğinde verilir. O halde,
halkın gerçek kurtuluşu için işçi sınıfı sosyalizmine
asla düşman gözüyle bakmamak, onunla İttifaktan ve onun
kitle hareketlerinde başı çekmesine karşı çıkmamak
gerekir. Aksine bir tutum, halkın demokratik
mücadelesine sırt çevirmek, emperyalist ve faşist
güçlerin işbirlikçisi durumuna düşmek demektir.
Her
tür hakim ulus şovenizminin ve hatta azınlık
şovenizminin bile emperyalizm ve faşizm tarafından
alabildiğince körüklendiği günümüzde, sosyalist
önderliği kabul etme zorunluluğu, hayati bir önem
taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfı sosyalistlerinin
örgütsel denetimi altında bulunmayan bir ulusal
hareket, kolaylıkla sağ-milliyetçi çizgiye
kayabilmekte, sosyalistlere cephe alabilmekte ya da
bazen yenilgiye de yol açabilmektedir. 1919-22 Türkiye
Kurtuluş Hareketi ve son Gen. M. Mustafa Barzani
önderliğindeki Kürt hareketi, iki değişik örnektir.
Birincisinden sözetmiştik. Irak Kürdistan'ında M.
Barzani, ABD, İran ve İsrail desteğinde sağ-milliyetçi
bir çıkışla Kürt hareketini çöküntüye uğratmıştır, hareketin çökmesi için emperyalizmin
desteğini çekmesi
yetmiştir. Bu da gösteriyor ki, emperyalizmle uzlaşarak
başarıya, halkın eşitliğe ve bağımsızlığa ulaşabilmesine olanak yoktur.
İspanyol halklarının, özellikle Baskların mücadelesi,
işçi sınıfının ve dünya demokratik çevrelerinin
mücadele gücünü arttırmıştır. Sonunda emperyalizmin
yedek güçleri Franko faşizmi sarsılmış ve Franko'nun
ölümünden sonra da yeni kraliyet yönetimi işçi
kitlelerinin direnişi karşısında gerileyerek ödünler
vermek zorunda kalmıştır. Bu mücadelelerden güçlenmiş
olarak çıkabilen demokratik güçlerin İspanyol Faşizmi'ni
kısa zamanda devirebileceği kanısı artık dünyaca
paylaşılmaktadır.
Yine sömürge halklarının kurtuluş mücadeleleri sonucu
Salazar'ın Portekiz Faşizmi zayıflamış buna karşın
sömürge halkları ve Portekiz demokrat güçleri
kuvvetlenmiştir. Sonunda sömürge halkları (Angola,
Mozambik, Gine, vs.) bağımsızlığa Portekiz halkı da
burjuva demokrasisine kavuşmuştur.
Günümüzde birçok Avrupa halkı (Bask, Breton, Korsikalı,
Gal, Kuzey İrlanda, vb.), Asya halkı (Kürt, Filistin,
İran halkları, vs.) mücadelelerini sürdürmektedir.
Bunlardan yurtlarının önemli bölümlerini kaybeden ve
sürülen Filistin ve Kıbrıs halkları Lima Konforansı'nda
ve Birleşmiş Milletler'de kesin destek bulmuş ve
saldırgan güçleri tel'in ve tecrit ettirmişlerdir.
İlhakçı Fas ve Endonezya Güvenlik Konseyi'nden destek
bulamamışlardır.
Bu
durumlar emperyalizmin gerilemekte olduğunu
göstermektedir. Yukarıdaki açıklamalar sanırım anti-emperyalist ve anti-faşist olmayan bir ''Halk Kurtuluş
Hareketi''nin söz konusu edilemeyeceğini belli
etmektedir.
Belki Türkiye'deki gibi halkın örgütlenme düzeyinin
nicel ve nitel olarak düşük boyutta (ebatta olduğu, yani
henüz tam hazırlıklı olmadığı ülkelerde ne
yapılmalıdır? Bu durumda yapılması gereken gerici
güçlerle uzlaşma yada gerici güçleri kızdırmama
politikası gütmek değildir. Herhalde, en iyi tutum,
boşuna oyalanmak yerine, halka eğilmek, onun demokratik
örgütlenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulunmaktır.
''Yamçı'', bu çizgiyi kavrar ve savunursa hizmeti büyük olacaktır.
Unutulmamalı, demokratik kitle çalışmaları, ancak
başı işçi sınıfı sosyalistleri çektiğinde başarılı ve
ömürlü olabilir. Şimdiye değin yapılanların ''ilgi
görmemesinin'' temelinde bu gerçek yatmaktadır
kanısındayım. O halde işçi sınıfı sosyalistlerini Adige
ve Abazalar içerisinden tecrit etmek için mücadele eden
gericilere karşı, halkın demokratik hakları savunma
doğrultusunda amansız mücadele verilmelidir ve
verilecektir de!
''Muhaceretteki Adige Halkı'' saçma bir deyimdir,
tutarsızdır. Türkiye, Suriye, Ürdün gibi ayrı ayrı
ülkelerde yaşayan Adige ulusal azınlık topluluklarını
''tek bir halk'' olarak görmek gerçekçi dayanaklardan
yoksun bir saçmalıktır. Halk bir ülkede veya bir ülkenin
bir kesiminde yaşayan ve üretime katkıda bulunan insan
topluluğudur. Halk birbiri ile üretimsel bağını
sürdüren insan topluluğudur. Anılan ülkelerin Adigeleri
arasında aynı soydan gelmiş ve aynı kültür kökenine
dayanmış olmak dışında hangi ortak ilişki vardır?
Örneğin Suriye'nin Golan bölgesinde Adige asıllı bir
halk topluluğu vardır. Ancak bu halk topluluğu, Hama,
Humus, Münbiç'te yaşayan Adige ulusal toplulukları ile
Suriye'de aynı bir ''etnik grup'' oluşturur. Bu etnik
grup asla Suriye'den, Suriye çoğunluk halk kesiminden
ayrı ve bağımsız bir halk oluşturmaz. Yalnızca
Suriye'de azınlıkta kalan dağınık bir ''Suriyeli Adige
Ulusal Kesimi''ni oluşturur.
'Türkiye'deki Adige Ulusu'' ise, bilimsel tanımlamaya
uygun düşmeyen ''gülünç'' bir deyimdir, tutarsızdır.
Sormak gerekir? Bu ulus Türkiye'nin hangi belirli
köşesinde yaşamaktadır? Peki Adigeler bir ilde olsun
çoğunlukta mıdır? İkisi de değil....
Adigelerin belki de Pınarbaşı dışında genel nüfusunun
yarısına yakın bir nüfus oluşturduğu ilçe de yoktur.
Belki de bazı bucak çerçevesindeki idari bölümlerde ve
Adige köylerinde bir Adige çoğunluğu vardır. Bu
çoğunluklar da birbirinden uzak mesafelerde olmak üzere
dağınık kümecikler biçimindedir. Yani, çoğunluğu köy,
çok uçuk bir kısmı da bucak ünitesi ile sınırlı Adige
etnik rezervlerinden söz edilebilir. Dolayısıyla
Türkiye için bir ''Adige ulusu ya da halkı'' değil, çok
sayıda ''ulusal topluluk'' ya da ''cemaat'' mevcuttur.
Aynı şey Suriye, Ürdün ve İsrail için de söz konusudur.
Peki
böylesi durumlarda ulusal yönlü çalışmaları terk etmek mi
gerekir? Hayır, asla! Böyle bir şey söylemek
istemiyorum. Örneğin Kafkasya'da ''Karaçay-Çerkessk''te 12 bin Nogay, 25 bin Abaza ya da Dağıstan'da 17 bin
Tat birer ulus oluşturmuşlardır. Yine ''Kabardey'',
''Çerkes'' ve ''Adige'' kesimlerindeki Adigelerin her
biri birer ulus olarak örgütlenmişler, kendi örgüt ve
kurumları (yazar örgütleri, araştırma enstitüleri), yani
ulusal örgütlenmeleri ile ilişkiler kurdular ve bu
ilişkilerini aralarında sürdürmektedirler.
Türkiyeli Adigeler; dernekleri, dergileri, folklor
ekipleri gibi şeyleri ile kendi aralarında ilişki
kurmaya ve hatta bu ilişkileri Kafkasya, Suriye ve
Ürdün'deki gibi dünyanın başka yerlerinde yaşayan
soydaşları ile de kurmaya çalışmaktadırlar. Bunlar
koşulların zorunlu kıldığı şeylerdir ve demokratiktir,
işçi sınıfı sosyalistleri demokratik kaldığı sürece bu
tür çalışmaların karşısına çıkmazlar, desteklerler ama durum bu iken, 19. yüzyılda kolonyalizm, şimdi de
emperyalizm yüzünden darbe yiyen Adige halk
toplulukları, yani tek halk ya da tek ulus olmanın
koşulları oluşmamışken ''Göçteki Adige Halkı'' ya da
''Göçteki Adige Ulusu'' gibi terimler yanlıştır. Gayri
ciddidir. Yanılgılara götürür. Sorunu kavramak için
kitaplardan ve yayınlardan ''Ulusal Sorun''u incelemek
gerekir.
Dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar, Adigelerin
ya da her ulusal topluluğa (etnik asla) mensup
insanların kendi ulusal sorunlarını kendilerinin ele
alıp çözümlemeleri (en azından tutarlı demokratizme
uygun olarak çözümlemeleri), örneğin okullar açmaları,
ulusal örgütler ve kurumlar kurmaları, kendi anadilleri
ile öğrenim görmeleri aralarında örgütleri aracılığıyla
ilişkilerini sürdürmeleri demokrasinin bir gereğidir.
Bu gereğin yerine gelmediği yerlerde ya doğrudan bir
faşizm ya da aslında faşizan olan sözde bir demokrasi
vardır. O halde, ana sorun, milli baskıyı sürdüren şovenist yönetimlere karşı halkın her türden demokratik
mücadelesini desteklemek, kitleleri anti-şoven,
sosyalist ve laik esaslara göre hazırlamak gerekir.
Bugün, kitlelerin acil talebi, demokrasidir. Bu
nedenle, kitlelere demokrasiyi ve en başta demokrasinin
düşmanı olan faşizmi ve faşizmin kaynaklandığı
sınıfları anlatmak, tanıtmak zorunludur. Adigelerin
yüzlerce yıllık özlemi ve acil taleplerinden birisi
olan ''anadili ile öğrenimi'' gerçekleştirebilmenin
başkaca bir yolu yoktur. Bu mücadele, halkın demokrasi
için mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Başarı,
faşizmi yenecek güçler içerisinde Adigelerin de
örgütlü bir demokratik güç olarak yerini alabilmesine
bağlıdır. Bu yolda olmayan mücadele, anti-demokratik
düşmeye mahkumdur.
Durum bu iken, Kafkasya'da ''kendi kaderini tayin''
sloganı hem zamansız ve hem de kitleleri demokrasi
mücadelesinden saptırıcı bir slogandır ve ancak egemen
güçlere yarar.
Şimdilik bu kadar. Yeni yılınızı kutlarım.
|