1969
yılında Türkiye'ye gelerek, Yalova'daki Dağıstanlı Güney
köyünü gezen ''Benim Dağıstan'ım''ın yazarı ünlü ozan
Rasul HAMZAT, biz muhacirlerle ilgili izlenimlerini
yazarken şöyle başlıyor söze:
Yolunu şaşıran balıkçılar, atını yitiren biniciler,
vatanını terk edenler! Yaşantınız nicedir? Yolunu şaşıranlardır ancak, vatanını terekedenler ve
bizi en güzel tarif eden yine bir anavatan şairi oluyor.
Ey dağlı ağacından kopan
Buralara düşen eski dal
Seni sulayan hangi su?
Vatan vatan dedikçe
Yüreğiniz nasıl, kalbiniz nice?
Yaşantımızı, bizi sulayan suyu ve kalbimizi soruyor.
Dağılmış bir milletin, günlük yaşam kavgasına dalmış,
asimile olmaya mahkum bir görünüm içersinde yaşantımız.
Bizi bir vatan suyu sulamadığı için, güç birliğinden
yoksun, içerisinde yaşadığımız ülkelerin çeşitli
eğitimleriyle sulanan bir yaşantımız var.
113 yıldır uyuyan Çerkes toplumunu uyandırmak için,
Vatan, vatan diye kalpleri atanlar da var ve onların
çıkartmaya çalıştıkları mütevazi yayınlar. Kimimiz o
düşünceyi pek ilkel bulup yardımım esirger, çoğumuz
böyle bir sorundan habersiz, umursamaz. Bir kısım,
durumlarımız sarsılmasın diyenler ise: ''Yayınlamış
olduğunuz yazıların bazılarında kasıtlı yalanlar ve
bölücü, yıkıcı cümleler görülmektedir'' diye olanca
hareketlerini yığdırıp sabote etmekten geri kalmazlar.
Biz muhacirleri bir tek kaynak sulasa, kendi suyumuz
sulasa böyle çelişik ideallerin insanı olmazdık. Bir
muhaceret şairi olan Hapae, bu durumu mısralarına şöyle
döküyor:
Sen cümle halkların özgürlük militanı
Kendi halkından başka
Herkesi düşünürsün
Sen yok olma hürriyeti ile hürsün.
Bu gibi yazıları bölücülükle itham edenlerle ve vatan
diyenlerle karşılaşan Dağıstan milli şairi bizim için
neler düşünüyor:
''Dağıstan bina edilirken yerine uymayan taşlar,
rüzgarın ağaçtan kopardığı yapraklar, pandura (telli bir
halk enstrümanı) uygun düşmeyen teller, iyi Dağıstanlı
olmak istidadında olanlar, bu imkanlardan yararlanmamış
olanlarla epey görüşmemiz, konuşmamız oldu...
Bunlar bana Dağıstan oyunlarını oynadılar. Fakat
çaldıkları davul başkalarına aitti. Bunlar bizim ekibe
alınabilirlerdi. Fakat bunlar bir buçuk milyonluk
Dağıstan arasında sayılmazlar.''
(Kuzey
Kafkasya Dergisi s. 36, sy. 1-2).
Nart
Savsur'un Yamçı'nın beşinci sayısında : ''İçinde
bulunulan blokların çıkarları doğrultusunda
şartlandırılan kuşaklar için Sovyet Rusya bir öcü gibi
gösterilmiştir'' şeklindeki yazısını eleştiren bir
Kafkas Derneği'nin idare heyeti üyesi: ''Anti-konıünist
propagandayı benimsemiyorsunuz. O zaman komünizmin
övülmesi mi gerekirdi'' diyor.
Bir asırdan beri yayınladığımız kitap ve mecmualarda
-Kafkasya Kültürel Dergi ve Kamçı gazetesi hariç- geriye
dönük, maziyle övünen yayınlarda bulunduk. Türkiye'de,
Arap ülkelerinde, Almanya ve Varşova'da son yarım
asırdır yaptığımız yayınlarda, devrin politikasına veya
Avrupa'da yardım görülen yabancı devletlerin
politikalarına uygun komünist düşmanlığım işledik.
Kafkasya'dan göçü, komünizme bağlayanlarımız bile oldu.
Bütün bu propagandalar bize ne getirdi? Bizi
anavatandaki soydaşlarımız -o tip yayınlarda bulundukça-
bakın hangi gözle görüyor:
''Türkiye'deki bazı milliyetçiler vaktiyle Kafkasya'dan
çıkanlarla birlikte komünizm aleyhinde faaliyetlerini
yoğunlaştırmak amacıyla,...'' diyerek devam ediyor
yazısına, Dağıstan Devlet Üniversitesi Felsefe Kürsüsü
Profesörü M. Abdullayef.
(Kuzey
Kafkasya Dergisi, s. 40,
sy.2)
Vatanı olmayan uluslar ayakta kalamazlar. Bizim yok
olmamız için kendi öz toprağımızda toplu yaşamamız
gerekir. Bizim muhacerette yaşadığımız ülke adedi pek
çok. Biz bu ülkelerde bugüne dek eriyerek dilimizden ve
harslarımızdan uzaklaşmışız. Bundan sonra da bu karışım
ve koşullar, yok oluşumuzu getirecektir. Kurtuluşumuz,
bir halk olarak onurla varlığımızı devam ettirebilmemiz,
vatanımıza dönerek oradakilerle bütünleşmekle mümkün.
Kafkasya'nın tamamen boşaltılmamış olması,
toparlanabilmemiz bakımından büyük bir avantaj.
Oradakilerin birer özerk cumhuriyet kurabilmelerini de,
rejimlerinin bir mahsulü olarak görmeliyiz. Oradakilerin
ifadesiyle şimdiki rejimde rahat etmişler. Çarlık rejimi
devam etseydi, ne onlar o hakları alabilir, ne de bizde
bu umutlar uyanırdı. Hal böyle iken ve varlığımızı
sürdürebilmek için dönmeliyiz derken, eskisi gibi
durmadan onların idare sistemlerini kötülemekle elimize
ne geçecek?
Rejimler zamanla değişir. Değişmeyen ise anayurdunda
oturan halklardır. Halk bütünlüğünü korur ve dağılmazsa
varlığını sürdürebilir.
Dedelerimiz vaktiyle bir hata yaparak ülkelerini terk
etmişler ve bu göç yarım asır boyunca devam etmiş.
Bilhassa Batı Kafkasya tamamen boşaltılmış. Terk
edenlerin çocukları ise gittikleri ülkelerde bu
dağınıklık ve çözülüşleri ile bugünkü erime süreci
içinde, çok geçmeden, bir hatıra bile bırakmadan yok
olup gidecekler. Yamçı dergisinin çıkmasına neden, işte
bu sebepler ve halkın geleceğini hazırlamaya katkıydı.
''Çerkes Toplumu Üzerine Notlar'' ve ''Hedefte Birleşen
Yollar'' isimli hikaye yukarıdaki temayı işlemek için
kaleme alınmıştı.
Eğer Sivaslı bir Çerkes delikanlısının dediği gibi sol
ve komünizmi öven yazılar olsaydı, dergi çoktan
kapatılırdı. Ayrıca Nart Savsur 6. sayıda: ''Ne halklara
özgürlük sloganı, ne de Altaylardan Tuna'ya kadar Turan
tekerlemesi bizim için bir çözüm yoludur, ilk bakışta
cazip gelse dahi derinlemesine bir inceleme her iki
yaklaşımın ütopik olduğunu gösterir. Başkalarının
toprağındaki bir özgürlükte benim gözüm yok'' demesi
dahi düşüncelerimizi apaçık ortaya koymaktadır.
Bir asır boyunca meselelerimize derinlemesine
inilmemesi, Yamçı gibi ulusal amaçlı bir dergiyi bile
pek çoğumuza yadırgatmıştır. Onlardan birisi olan Emir
Marşan, Sivas'tan gönderdiği bir mektupta, tecavüzkar
ifadeleri sık sık kullanmış. Beşinci sayıdaki Uzunyayla
ile ilgili yazıyı eleştirip (!) ''Uzunyayla köyleri
Türkiye'nin Cennet'idir.'' diyerek Uzunyayla köylerinin
iyi taraflarını anlatmaya çalışmış.
Köylerinde, sadece ilkokullarının çatısında kiremidi
olan, içme suyunu kuyulardan temin eden, sulanır
arazileri ve yeşilliği neredeyse hiç bulunmayan bu
köylerin neresi Cennet'tir? Okuma-yazma oranı çok düşük,
üniversite öğrenimi görmüş çocukları pek az olan bir
yöreden daha geri kalmış bir bölge olur mu? Ankara'nın
Dikmen ve Akdere'sinde, Kayseri ve İstanbul'da gecekondu
mahallerinin Uzunyayla Çerkeslerince oluşturulmasının
sebebini, Hatko Guşan tenkide uğrayan yazısının sonunda
çok güzel ifade etmiş:
'Şehir ve ekmek... Yoksulluktan yok oluşa gidiştir bu,
muhacerette...''
Bidanıko'nun Kafkasya gezisi izlenimlerini bir
propaganda aracı olarak gören ve orayı, oradaki rejimin
övüldüğünü sananlar var. Ancak hiçbirisi, o olduğu gibi
gösterilen durumları sayın Marşan gibi müstehzi bir
ifadeyle karakterize etmemişti. İlk tahsillerini kendi
ana dilleriyle yapıp bir edebiyat yarattıklarını, oradan
gelen alfabe ve kitapları görerek, gelişen fevkalade
musikiyi plaklarını dinleyerek ikna olanlarımız, gerçeği
kavrayanlarımız pek çok. Kendi kendilerini idare
ettiklerini, geçim derdi diye, sağlık derdi diye,
öğrenim derdi diye bir problemlerinin kalmadığını bu
devirde bilmeyen kalmadı.
Asırlık bir ihmalin, halkımızı kendi benliğinden
uzaklaştırışını, Almanya'ya çalışmaya giden
hemşehrilerimizden dinlemiştim. Her ülkeden gelen
Çerkesler Münih'te bir dernek kurmak istemişler.
Türkiye'den gidenler, ''Türk Kafkas'' ismini derneğe
vermek isteyince, Arap memleketlerinden gelenlerin
itirazlarıyla karşılaşmışlar. Onlar, ''Türk
olmadıklarını, o isimdeki bir derneğe gelemeyeceklerini,
kendilerinin kuracağı ''Arap Kafkas'' derneğini
bizimkilerin benimseyip benimsemeyeceklerini''
sormuşlar. Neticede sadece Kafkas ismiyle derneklerini
kurmaya karar vermişler. Bizim kan birliğimizin mevcut
olduğunu iddia edenler, kaderin başka başka ülkelerde
yerleştirdiği Çerkesleri nasıl inandıracaklar bu kan
bağına?
Kraldan çok kralcı olanlarımıza Hapae şöyle sesleniyor:
Sen Balkan şehirlerinde asker
Gün olur aklın eser
Kendininki dursun varsın
Türk dilini arıtırsın.
Orijinlerini tanıyamamışlar için Ziya Gökalp şöyle der:
''İnsan milliyetini cehaletle tanıyamamışken, sonradan,
taharri ve tahkik vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat, bir
fırkaya girer gibi, sırf iradesiyle şu yahut bu millete
intisap edemez.''
(Türkçülüğün Esasları sy. 20)
Yine
Alpaslan Türkeş, memleketin içersine serpiştirilmiş
bizim gibiler için: ''Kalbinde başka bir ırkın gururunu
taşımayan ve kendisini samimi olarak Türk hisseden ve
Türklüğe adayan herkes Türk'tür.
(9
ışık, sy. 15)
Lügatlar ulus sözcüğünü: ''Dil, kültür, duygu, ülkü ve
düşünce birliğiyle birbirine bağlı, vatanları bir olan
insanların oluşturduğu sosyal bir topluluk'' olarak
tarif eder.
''Din ve kan birliği''nden bahseden sayın Marşan, sen
bir Çerkes ana ve babadan doğmuşsan, dilinle törenle,
harsınla farklı bir yapın varsa; Türkeş'in dediği gibi,
ya kendi ırkının gururunu taşımayacaksın veya Gökalp'in
dediği gibi, ne olduğunu araştırıp öğreneceksin.
Bunlar da yetmiyorsa, Türk edebiyatının en tanınmış
simalarından Yusuf Ziya Ortaç, ''Bir Çerkes
Delikanlısı'' başlığıyla Akbaba'da yayınladığı bir
makalede, Çerkesleri nasıl görüyor, dikkat etmek gerek:
''Ben Çerkez'im, diyor, ben Abaza'yım!
Çerkes!...Kalemin ucuna gelen ilk kolay sorulan soralım:
Sen Çerkessin, öyle mi delikanlı?... İşte Avrupa, işte
Asya, işte Afrika, işte, işte... Al şu dürbünü eline ve
bana bir nokta göster : üzerinde ''Çerkes'' yazan kaşık
adası kadar bir nokta!... Var mı yeryüzünde böyle bir
şey?
Haritayı bırak!... İşte milletlerin rüzgar rüzgar
uçuşan bayrakları... Şu Fransız, şu İngiliz, şu Yunan,
şu Habeş bayrağı!... İçlerinde adını
bilmediklerimiz, rengini tanımadıklarımız bile var...
Hani Çerkes Bayrağı?...
Bayrağı da bırak... Edebiyatsız millet, musikisi/ millet
olur mu? Bir tek Çerkes şairi, bir tek Çerkes
romancısı, bir tek Çerkes bestekarı gösterebilir
misin bana?... Hele sahnede Çerkes? O, Osmanlı
seyircisini güldürmek için ramazan geceleri yalnız
karagöz perdesine çıkabildi!
...
Bir genç, yedek subaylık ödeviyle gittiği köyü,
Atatürk'ün resimlerini yakarak aydınlatmağa kalkıyor. Ve
sorguya çekilince, suçunu iki kelime ile savunuyor:
Ben Çerkesim!
Demek ilkokul, orta okul, sanat okulu, o yıllar yılı
tahsil bir Abaza delikanlısına Türklüğü benimsetmeğe
yetmemiş, tarihsiz, zafersiz ve san'atsız Çerkesliğini
unutturamamış!
Bu Çerkes delikanlısı, milli varlığımız için ''Çerkes
Ethem'' çetesinden bile tehlikelidir.''
Burada bitiyor Yusuf Ziya Ortaç'ın, bizim kuşağın
üniversite gençliğini delirten yazısı.
Evet, bütün hak ve özgürlükleri gasp edilmiş, yok
olmalarını sağlamak için her türlü çareye başvurulmuş,
param parça, darmadağın dağıtılıp serpiştirilmiş, etnik
varlığı tümüyle inkar edilmiş bir halk için, o halkın bu
duruma düşmesinin sorumlularının sözcüsü durumundaki
Ortaç'ın sorularını cevaplamak kolay değil ama bu
halkın, anayurt temelinden kopmamış parçası, bu
soruların tümüne bizzat kendi yaşamı ile en güzel, en
yetkin ve en açık cevapları vermiştir. Anadilini
unutmayanlar, anadille okuyup-yazmayı öğrenenler ve
anayurtla ilişkilerini sürdürebilenler, kendilerine
yabancılaştırmamışlar ancak Çerkes halkını ve
uygarlığını, onları yok etmek isteyenlere de
tanıtabileceklerdir, yoksa kendilerini yok etmek
isteyenlerin seslerini daha da yükseltmek isteyenler
değil.
Ortaçtan daha evvel de, daha küçük sınıflarda, çok
işitmiştim arkadaşlarımdan, benzer sualleri...
Şimdi de çocuklarım aynı suallere muhatap... Çerkes
aydınları olarak ulusal görevlerimizi yapmadığımızdan,
dağınıklığımızdan, kraldan çok kralcı alışkanlığını
bırakamadığımızdan...
Ancak, ta o sıralar yemin etmiş olanlar da var, halkının
geleceği için üzerine düşen her görevi yapmaya ve her
şeye rağmen kendine yabancılaşmamış halkımız var. Çerkes
halkı var. Umutsuzluğa gerek yok.
CC Notu:
Yusuf
Ziya Ortaç'ın bu yazısına ilişkin bir makale daha
vardır. Okumayı arzu ederseniz
http://www.circassiancanada.com/tr/yorum/031_al_durbunu_eline.htm
linkini tıklayınız. |