''Var olmalı mı, olmamalı mı'' sorusu, bugün Çerkes
toplumu için, hatta hiçbir toplum için geçerli bir soru
olamaz. Zira var olma isteği, bu sorunun alternatifsiz
tek cevabıdır. Bilinçli olarak özgür iradesiyle kendi
yokluğunu onaylayan herhangi bir toplum ya da bir ulus
düşünülemez. Böyle olunca ulusal varlığı tehdit eden her
tehlikeye, asimilasyoncu olgu ve politikalara karşı
mücadele, kaçınılmaz bir görev olmaktadır.
Ancak bu görevin en kısa sürede, halkın topyekun
katılmasıyla en etkin biçimde yerine getirilmesi, soruna
en tutarlı bir çözüm bulunabilmesi ''geçerli'' sorulara
verilecek ''güvenilir'' cevaplarla mümkün olabilecektir.
''Ne yapmalı'', ''nasıl yapmalı'', ''ne zaman yapmalı'',
''kimlerle yapmalı'' vb. sorular, genel olarak, basit
bireysel sorunlardan tutun da en karmaşık toplumsal
sorunlara değin hemen her sorunun çözümünde
başvurulabilecek ''geçerli'' sorular olmaktadır. Bu
sorulara verilebilecek ''güvenilir'' cevaplar, gerek
çalışmaların doğru planlanmasında, gerekse uygulamanın
her aşamasında hareketi yanlışlıklardan, sapmalardan
koruyabilecek, doğru bir çizgi üzerinde sağlıklı bir
gelişmeye yardım edebilecek önemli yol göstericilerdir.
Ne var ki, her türlü peşin yargıdan sıyrılmadıkça bu
''geçerli'' soruları sorabilmek de, bunlara
''güvenilir'' cevaplar bulabilmek de mümkün değildir,
''geçerli soru'' ve ''güvenilir cevap'' ilişkisi,
yansız, bilimsel yaklaşımın bir yansıması, bir bakıma
diyalektiğin ifadesi olmaktadır. Bu yüzden sorunun
bilincine varan, içtenlikle ve iyi niyetle çözüm arama
çabasında kararlı olan kişi veya kuruluşların her türlü
peşin yargıdan sıyrılarak konuyu serinkanlılıkla ele
almaları, her aşamada bu türlü ''geçerli'' sorulara
''güvenilir'' cevap bulmaları başarı için kaçınılmaz bir
zorunluluktur.
Bu anlamda biz, gerçekten karmaşık ve kendine özgü somut
koşulları bulunan Çerkeslik sorununda sözünü ettiğimiz
''geçerli'' soruları kendi kendimize yeterince ve
gereğince sorduğumuz, ''güvenilir'' cevaplar bulduğumuz
savında değiliz. Ancak böyle bir yaklaşımın önemini
vurgulamak istediğimizi, bu yolda içtenlikli, demokratik
bir arayış içinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Öncelikle Çerkeslik sorununa ilişkin olarak bugüne değin
belirmiş bulunan çözüm önerilerini ya da yaklaşım
biçimlerini, kabaca da olsa Çerkes toplumunun somut
koşullarıyla birlikte kısaca gözden geçirmekte yarar
vardır.
1) ''Yüzyıllardır karakterinin gereği olarak
eşsiz mücadeleler vermiş, dünyaya parmak ısırtan
savaşlar yapmış olan kardeşlerimiz, (Kafkas Türkleri)
kaderin cilvesiyle yenilmişler ama esareti asla kabul
etmemişler, Rus ve komünizm esaretine tahammül
edemeyerek buralara, kardeşlerinin arasına gelmişler,
buralarda özgürlük içinde yaşamaktadırlar. Fakat
maalesef Kafkasya'daki kardeşlerimiz bugün, komünist Rus
mezalimi ve esareti altındadır. Rusya'yı yıkmak,
komünizmi yok etmek ve oradaki kardeşlerimizi de
kurtarmak tek amacımız ve görevimiz olmalıdır. Bir gün
Allah'ın yardımıyla Rusya yıkılacak ve Kafkasya'da ay
yıldızlı Türk bayrağı dalgalandırılacaktır.'' biçiminde
özetlenebilecek ve sembolize edilebilecek olan
anti-sosyalist ve anti-Sovyetik bir görüş bilinmektedir.
Kendi içinde baştan sona tutarsızlıklarla dolu bulunan
bu görüş, gerçekte bir ekonomik
temelin yansımasıdır.
Şöyle ki:
İnsanlık tarihinin belirli bir aşamasında, bu aşamanın
bir gereği olarak üretim araçlarının özel mülkiyeti
doğmuştur. Bu özel mülkiyet uygulamasının bir sonucu
olarak, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip
olmayan, yaşamak için emeğini değerlendirmekten,
çalışmaktan başka çaresi bulunmayan yığınların bu
durumlarını fırsat bilen ve onların çalışmaları
sayesinde hiç çalışmadan mutlu ve müreffeh bir yaşam
sürmenin tadını almış haramzade asalaklar oluşmuştur.
Bunlar çeşitli yollarla geniş topraklar, büyük servetler
edinmiş toprak ağaları, han-hamam-apartman sahipleri,
fabrikatörler, büyük tüccarlar vb.dir. Bu haramzade
asalaklardan oluşan ekonomik sınıfın adı kısaca
burjuvazi, tekelci kapitalizm ya da emperyalizmdir.
Burjuvazi kendi asalak düzenini
koruyabilmek, daha da geliştirerek sürdürebilmek için,
üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan, yani
yaşamak için kendi öz emeğini değerlendirmekten başka
çaresi olmayan yığınların içinde bulunduğu bu
çaresizliği ve bilinçsizliği istismar edegelmiş, bu
dengesiz ve adaletsiz durumun ''bir kader'' olduğunu,
''böyle gelmiş, böyle gideceğini'' ''beş parmağın bir
olmadığını'' vb. söyleyegelmiştir. Oysa bu dengesiz
durum, insanlıkla birlikte varolagelmemiştir. Tarihin
belirli bir aşamasında ortaya çıkmıştır ve bir
aşamasında da kesinlikle ortadan kalkacaktır. Bu bir
''kader'' de değildir. İnsanlar arasında ortaklaşa
üretim, ortaklaşa tüketim ve bölüşüm olanakları var
olmuştur, yine de var olacaktır. ''Beş parmağın bir
olmadığı'' savı da, ilk bakışta doğru gibi gelen bir
uydurma, gerçeği yansıtmayan yüzeysel bir görünümdür.
Zira beş parmak dışarıdan farklı görünmesine rağmen,
temelde farklı değildir; sabanın, çapanın, orağın sapını
birlikte kavramakta, direksiyonu birlikte tutmaktadır.
Yani iş hayatının her aşamasında her parmak çalışmakta,
kendi görevini yürütmektedir. Hiçbiri diğerini
sömürmemektedir. Ürettiklerini, yani insan vücuduna
kattıklarını ihtiyaçları oranında ortaklaşa
tüketmektedir. Biri işveren-diğeri işçi, yani biri
çalıştıran-diğeri çalışan değildir. Hepsi birden
çalışmakta, ortaklaşa üretmekte ve ortaklaşa
tüketmektedir.
Ancak burjuvazi, bunları kendi asalak düzenlerini
koruyabilmek, geliştirerek sürdürebilmek için
çarpıtmakta, böylece olayları derinlemesine
kavrayabilecek düzeyde eğitilmemiş emekçi yığınları
yüzeysel görünümlerle aldatmaya, uyutmaya ve pasifize
etmeye çalışmaktadır. Çünkü emeği ile geçinenler, bu
haksız ve adaletsiz durumun insanlık boyunca varolagelen
bir kader olmadığını, tarihin belirli bir aşamasında
meydana gelmiş olduğunu, bir aşamasında da yok
olacağını, bunun için soruna sınıfsal açıdan yaklaşmak
gerektiğini bir kez anladı mı, artık bu asalak düzeni
kesinlikle değiştirebilecek güçtedirler. Bu yüzden
burjuvazinin kendi asalak düzenlerini korumak,
geliştirerek sürdürmek için buna benzer yapay, yüzeysel
görüş ve sloganlar uydurması sınıfsal çıkarının doğal
bir gereğidir.
Bu haramzade asalaklar için bireylere kesinlikle
başkalarını sömürme hakkı vermeyen, işsizliği yok eden,
mümkün mertebe nüfusun hepsini uygarlık
nimetlerinden ortaklaşa yararlandırmayı öngören her
görüş ve sistem kötüdür, tehlikelidir. Böylesi görüş ve
düşünceleri savunanların susturulması, bu görüş ve
düşüncelerin yayılmasının önlenmesi kaçınılmaz bir
zorunluluktur.
Bu doğal zorunluluğun bir sonucu olarak burjuvazi, kendi
düzenlerini haklı göstermek, sömürüye imkan vermeyen bir
düzenin kötü olduğunu yaymak için nasıl ki emekçileri
avutuyor, uyutuyorsa, emekçilerin çıkarına olan düzenin
uygulandığı yerlerle ilişki kurmalarını önlemeye
çalışıyorsa, etnik grupları da bu doğrultuda etkilemek,
etnik özelliklerini yitirmelerini, asimile edilmelerini
sağlamak isterler. Bir coğrafi sınır içinde yaşamakta
olan çeşitli etnik grupların tek bir dil ile konuşup
anlaşabilir hale getirilmelerini, yani hakim ulusun
öteki azınlıkları asimile etmesini isterler. Çünkü böyle
bir ortamda fabrikatörler ürettikleri malları, daha az
bir masrafla tanıtabilir, daha etkili ve ucuz bir reklam
olanağı bulurlar. Dolayısıyla da hangi etnik gruptan
olurlarsa olsunlar emeği ile geçinenleri daha kolay
sömürebilirler, onları sosyalist düzenden daha kolay
tecrit edebilirler. Bu yüzden de bir coğrafi sınır
içinde yaşayan insanların hepsinin tek bir ulus
oluşturduğunu, bu ülkede başka bir ulusun, ulusal
azınlığın var olmadığını iddia ederler. Bunun doğru
olmadığını ileri sürenleri de çıkarttırdıkları
yasalarla, doğrudan doğruya devlet gücüyle susturmak
isterler ama yine bu düzenin iç çelişkileri sonucu
vermek zorunda kaldıkları bazı sınırlı demokratik haklar
nedeniyle yasalar onları susturmak için yetmez duruma
geldiğinde besledikleri komandolarla, kaba kuvvetle
susturmak isterler.
Bugün Çerkesler üzerinde gözle görünen açık baskılar,
kaba kuvvet uygulamaları görülmüyorsa, bu, burjuvazinin
uydurduğu yalan-yanlış sloganların halkımızı uyutmaya
şimdilik yetmesinden, Çerkes halkının kendi ulusal
çıkarları doğrultusunda yeterince bilinçlenememiş,
burjuvazinin aldatmaca ve tuzaklarından henüz
kurtulamamış olmasındandır. Aksi halde zamanla yasal
baskılar, kaba kuvvet uygulamaları gözle görülür biçimde
gündeme girecektir ama her şeye rağmen sonunda bilinçli
kitlelerin haklı ortak mücadeleleri başarıya
ulaşacaktır.
Yazımızın başında bir cümle ile özetlediğimiz
anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş, haramzade
asalakların, kendi asalak düzenlerinin sürdürülmesine
önemli ölçüde katkıda bulunmak üzere icat ettikleri,
işbirlikçileri ve öteki olanaklarıyla
yaygınlaştırdıkları bir görüştür. Gerçeklere, bilime,
Çerkes toplumunun ve öteki tüm azınlıkların çıkarlarına
tümüyle aykırıdır.
Bu görüş tüm Kafkasyalıları (burjuvazinin asimile
politikasının sonucu olarak) Türk saymaktadır.
Böylelikle Türkiye'deki Çerkesleri, Türk olmaya
özendirmek, zorlamak ve kolaylıkla Türkleştirmek,
asimile etmek istemektedir. ''Kafkasya'da ay yıldızlı
Türk bayrağını dalgalandırma'' motifi bunun en açık
kanıtlarındandır. Oysa Çerkesler Kuzey Kafkasyalıdır ama
ne Türk'tür ne Arap'tır ne de Rus'tur. Bunların her biri
gibi ayrı bir ulustur ve onların sahip olduğu ulusal
temel haklara sahiptir. Ne var ki, muhacerette bu ulusal
temel hakları gasp edilmiş, o hakları kullanma
olanaklarından yoksun bırakılmıştır.
Görülüyor ki bu anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş
gerçekte Çerkeslerin ulusal varlıklarını sürdürmelerini
içeren bir çare değil, tam tersine Çerkesleri bir an
önce yok etmek isteyen, daha şimdiden onları Türk sayan
ve toplumumuzun varlığına tümüyle ters gelen bir
görüştür.
Bu görüşü savunanlar Çerkesleri çok iyi tanımaktadırlar.
Onların Türk olmadığını da çok iyi bilmektedirler ama
prensipleri; Çerkesleri överek, pohpohlayarak,
sırtlarını sıvazlayarak kullanmaktır. Tarihte bunun pek
çok örneği vardır. Onların çıkarları doğrultusunda iyi
hizmet eden, başarılar kazanan Çerkeslerin ''Türk
kahramanı'' sayılmaları, onların işine yaramayacak bir
davranışta bulunanların ya da o doğrultuda başarı
kazanamayanların ''hain Çerkes'', ''pis Çerkes'' vb...
olarak ilan ve tescil edilmeleri uygulayageldikleri
asimilasyon politikalarının, kapitalist dünya
görüşlerinin, çağdışı barbarlıklarının ve pis şoven
duygularının bir sonucudur.
Bu görüşü savunanlar Çerkeslerin komünizmden
kaçtıklarını yaymaya çalışırlar. Amaçlan, hem Çerkesleri
anayurtlarından soğutmak tümden koparmak, böylece burada
tezgahladıkları asimilasyon politikalarının etkisini
arttırarak kolayca Türkleştirmek, hem Kafkasya'daki
düzeni kötüleyerek yığınları şartlandırmak ve kendi
asalak düzenlerinin ömrünü biraz daha uzatabilmektir.
Oysa Çerkesler komünizmden değil, bir bakıma bugünkü
Türkiye'nin düzenine benzeyen Çarlık Rusya'sının
baskılarından kaçmışlardır. Hatta kaçmamışlar,
1864'lerdeki yarı-köleci, yarı-feodal toplum yapımızdan,
İslam dinini yeni benimsemiş olmanın verdiği taze
heyecandan yararlanan Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık
Rusya'sı gibi emperyalist emeller besleyen iki ülkenin
tuzaklarına düşürülerek anayurtlarından koparılmış,
uzaklaştırılmışlardır. Kısacası Çerkesler, komünizm
dolayısıyla anayurtlarını terk etmiş değillerdir. Büyük
Göç, Sosyalist Devrim'in gerçekleştirildiği 1917
yılından tam 53 yıl önce 1864 yılında başlamıştır.
Kapitalist ekonominin bir yansıması olan, Çerkes
toplumunun çıkarlarına tümüyle ters bulunan ve yazımızın
başında özetlemeye çalıştığımız bu anti-sosyalist ve
anti-Sovyetik görüş, ekonomik yönünü kamufle eden iki
ayrı akım olarak karşımıza çıkmakta ve toplumumuzu kendi
öz ulusal çıkarlarına ters yönde etkilemektedir.
Bunlardan biri masum bir milliyetçilik olarak sunulmaya
çalışılan Türk şovenizmi, Türk ırkçılığı akımı, diğeri
de temiz bir inanç bütünü gibi gösterilebilen, gerçekte
ise Türk şovenizmine, dolayısıyla yine haramzade
asalaklara hizmet etmekten öte gitmeyen İslamcılık
akımıdır.
a) Milliyetçilik akımı
Milliyetçilik, Türkiye'de genel olarak; her insanın
kendi ulusunu, ülkesini sevmesi, onun gelişmesini,
yükselmesini istemesi, bu yolda çaba göstermesi vb.
olarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu yüzden de
milliyetçilik kalkanı elden ele kapışılmaktadır.
Doğrusu bu anlamdaki bir milliyetçilik anlayışı saygı
duyulabilecek bir anlayıştır. Zira gerçekten herkesin
kendi ulusunu, ülkesini sevmesi, kendi ulusunun ve
ülkesinin kalkınmasını, dünya üzerinde saygınlık
kazanmasını istemesi en doğal hakkı, bu yolda çaba
göstermesi de görevidir. Kimse ulusunu, ülkesini
sevdiği, yani ulussever ve yurtsever olduğu için
kınanamaz, tersine böylelerine saygı duyulur.
Doğaldır ki, bu anlamda ise Türk milliyetçiliğine de
saygı duyulur ama bu anlamdaki bir milliyetçilik
anlayışı, aynı hakları başka ulus ve milliyetlere;
Türkiye'deki Araplara, Çerkeslere, Gürcülere, Kürtlere
vb... Türk olmayan öteki uluslara ve ulusal azınlıklara
da tanımalıdır. Bu, söz konusu çağdaş, saygın bir Türk
milliyetçiliği anlayışının doğal ve zorunlu sonucudur.
Zira, kendi ulusal haklarına saygı duyulmasını isteyen
uluslar, başka ulusların haklarına da saygı
göstermelidirler. Başka ulusların haklarına saygı
duymayan ulus, başka uluslardan da saygı bekleyemez. Bu
anlayış içtenlikle benimsenmedikçe ve hayata
geçirilmedikçe insanlık, yüzyıllar öncesinde olduğu gibi
savaşlardan yıkımlardan kurtulamaz, barışa, özgürlüğe,
mutluluğa ve insanca yaşama olanaklarına kavuşamaz. Bu
yüzdendir ki devlet aşamasına gelebilmiş günümüz
ulusları çeşitli uluslararası anlaşmalar, sözleşmeler
imzalamakta, bildiriler yayımlamaktadırlar.
Bu anlamda Türkiye'deki Çerkeslerin ve öteki halkların
kendi uluslarını, anayurtlarını sevmeleri, kendi
anadilleriyle kendi öz kültürlerini işleyip
geliştirmeleri, kendi dilleriyle öğretim yapan okullar
açmaları, gazete, kitap, dergi vb., yayımlamaları,
çocuklarına kendi dilleriyle isim vermeleri,
hüviyetlerinde Çerkes olduklarının tescil edilmesi,
kısaca Çerkeslerin de bir ulus olarak kendi ulusal
yaşamlarını sürdürmeleri en doğal hakları olmalıdır.
Ayrıca bu Türk halkının da zararına değildir. Doğal
ulusal haklarına saygı duyulan Çerkesler ve öteki
azınlıklar Türk halkına daha çok saygı duyacak, barış
içinde bir arada daha rahat yaşayabileceklerdir.
Bütün bunlara rağmen 1977 Türkiye'sinde bile Çerkesler
ve öteki halklar bu doğal ulusal haklarına neden hala
kavuşamamaktadırlar?
İşte burada, masum bir Türk milliyetçiliği olarak
gösterilmeye çalışılan akım, gerçekte açıklamaya
çalıştığımız uygar saygıdeğer bir ulusseverlik ve
yurtseverlik anlayışı yerine, Türk'ten başka bütün
ulusları ve halkları eritip yok etmeyi, tüm uluslara,
tüm dünyaya egemen olmayı içeren, üstün ırk safsatasına
dayanan, hatta haramzade asalaklar tarafından icat
edilip beslenen katı bir ırkçılık, çağdışı bir şovenizm
zihniyeti olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ne denli gizlenirse gizlensin, ne denli haklı
gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın gerçek apaçık
ortadadır: Türk milliyetçiliğinde, Türkiye'nin öteki
uluslara, devletlere hükmedebilir bir düzeye
ulaştırılması hayali yatmaktadır. Bunlara göre Türkler
dünyanın en eski milletlerindendir, dünyanın ilk
sahiplerindendir. Dünyadaki öteki ulusların pek çoğu
Türklerden türemiştir (!), hepsi Türk kökenlidir.
Türklük övünülecek bir niteliktir. ''Ne mutlu Türküm
diyene'', ''Türk gibi kuvvetli'', ''Türk övün, çalış,
güven'', ''Ey Türk titre ve kendine dön'', ''Tanrı Türkü
korusun'', ''Kerkük'teki, Batı Trakya'daki Türkleri
unutmayalım'', ''Hedefimiz Turan'' vb... sloganlar ve bu
anlayışı benimsemeyenlere yapılan baskılar, saldırılar
başka anlam taşımazlar.
Özetlersek; uygar, dürüst bir Türk milliyetçiliği Çerkes
halkının doğal ulusal haklarını kullanmasına engel
olmayacaktır ama Türkiye'de Türk milliyetçiliği olarak
savunulan anlayış, gerçekte çağdışı, barbar bir Türk
ırkçılığı, Türk şovenizmidir. Burjuvazinin, sömürü
düzenini sürdürebilmesi için ezilen halkları uyutmak, bu
haklan verebilecek olan sistemi kötü göstermek üzere
ürettiği, süsleyip tezgahladığı bir aldatmacadır. Çerkes
halkının yok olmaktan kurtuluşuna, tüm öteki halkların
varlığına tümüyle terstir. Böylesi anlayışlar karşısında
ulussever ve yurtsever Çerkeslerin uyanık bulunmaları
gerekmektedir.
b) İslamcılık akımı
İslamcı görüşü savunanlara göre ''önemli olan
Müslümanlıktır. Irkçılık, ulusal üstünlük iddiaları,
kavimcilik doğru değildir. Herkes Müslümanlığı iyi
öğrenmeli ve yaşamalıdır. Önemli olan budur. Gerçi Allah
insanları biri birleriyle tanışıp anlaşsınlar, biri
birleriyle iyi ilişkiler kursunlar diye kavim kavim,
şube şube yaratmıştır ama hiçbir kavmin ya da ulusun
diğerlerine üstünlüğü yoktur. Allah katında en değerli
olanlar İslam'ı en iyi yaşayanlar, takva sahibi
olanlardır.''
Her ulusun kendi diliyle kendi kültür ve edebiyatını
işleyip geliştirmesi, ayrı bir ulus olarak varlığını
sürdürmesi, bu anlamdaki İslamcılığa da İslam dinin
özüne de aykırı değildir. Önemli olan Müslüman olmak
olduğuna göre her ulus kendi diliyle okullar açabilir,
gazete, dergi kitap yayımlayabilir. İbadet dili ortak ve
Arapça olduğuna göre geri kalan tüm alanlarda her ulus
duygu ve düşüncelerini kendi diliyle yazıp anlatabilir.
Müslümanlık evrensel bir dindir. Müslüman olmak demek
Arap olmak demek değildir. Türk olmak demek hiç
değildir. Müslüman Arap, Müslüman Türk olduğu gibi
Müslüman Alman, Müslüman Çerkes, Müslüman Kürt de
olabilir.
Eğer gerçekten Müslümanlık önemliyse, bu görüşü
savunanlar Müslümanlığı içtenlikle benimsemiş iseler,
başka uluslara da kendi dilleriyle kendi kültürlerini
işleyip geliştirme hakkı tanımalıdırlar. Dinsel kitaplar
her ulus tarafından kendi diliyle yazılıp
yayımlanmalıdır. Camilerde hutbeler her ulusun kendi
diliyle okunmalı, vaazlar her ulusun kendi diliyle
yapılmalıdır. İslamcılar bunları kabul etmeli, hatta
teşvik etmelidir. Aksi takdirde müslüman olmak isteyen
herkesin bir yabancı dil öğrenmesi gerekecek, başka
uluslara Müslümanlığı kabul ettirmek güçleşecektir ve
güçleştirenler, kolaylaştırmayanlar da yine İslam dinine
göre günah işlemiş olacaklardır, mesul olacaklardır.
Allah insanları biri birleriyle tanışsınlar, iyi
ilişkiler kursunlar diye ayrı dilleri konuşan ayrı ayrı
toplumlar halinde yarattığına, hiçbir milletin başka
milletler üzerinde bir üstünlüğü olmadığına, her ulusun
kendi diliyle kendi kültürünü işleyip geliştirmesi doğal
hakkı olduğuna göre acaba Türkiye'de İslamcı görüşü
savunanlar neden öteki toplumların kendi dillerini
istedikleri gibi kullanmalarını doğal karşılamamakta,
hatta tam tersine (sanki Türklüğün öteki milletlere bir
üstünlüğü varmış gibi) herkesin Türkçe konuşmasını,
Türkçe okuyup yazmasını istemekte ve savunmaktadırlar?
İşte burada da, masum bir inanç bütünü olarak dile
getirilen İslamcılık akımı, gerçekte iyi niyetli, samimi
ve kutsal bir İslam anlayışı yerine, Türkiye'de yaşayan
ve Türk olmayan halkların yok edilmesini amaçlayan
sözünü ettiğimiz çağdışı barbar Türk ırkçılığının,
halkın temiz İnançlarını istismar ederek öteki halkları
asimile etmeye yönelik bir taktiği olarak karşımıza
çıkmaktadır, ki Türk milletinin başka milletlere karşı
bir üstünlüğü olduğu varsayımına dayanan bu anlayış
İslam'ın özüne de kesinlikle aykırıdır. Özetlersek;
inanç ve milliyet ayrı ayrı şeylerdir. Türkiye'de
İslamcılık kalkanıyla ileri sürülen görüşler, gerçekte
bir coğrafi sınır içerisinde yaşayan bütün insanları
(hangi milletten olurlarsa olsunlar) tek bir milletmiş
gibi göstermekten yarar sağlayan burjuvazinin,
asimilasyoncu anlayışların kendi çıkarlarına hizmet
etmek üzere tezgahladıkları bir taktikten ibarettir.
İnançları istismar edilerek Türkleştirilmeye çalışılan
tüm halkların bu konuda da uyanık olmaları
gerekmektedir.
2) Muhaceretteki Çerkeslerin yok olmaktan kurtuluşu
konusunda önerilen başka bir görüş de şöyle
özetlenebilir. ''Kafkasya ve öteki ülkeler Rus mezalimi
ve esareti altındadır. Bizim Rusya'yı yıkmamız mümkün
değildir ama bir gün ya oradaki ulusların
ayaklanmalarıyla ya da Rusya dışındaki güçler tarafından
bir üçüncü dünya savaşı sonucu yıkılması mukadderdir.
İşte o zaman biz de anayurdumuz Kafkasya'ya döneriz ve
kurtuluruz. O zamana kadar da ailelerimizde,
derneklerimizde dilimizi, kültürümüzü yaşatmaya
çalışmalıyız.''
Bu görüş de bir önceki görüşle aynı ekonomik temelden
kaynaklanmaktadır. Ancak bu görüşün öncekinden ileri bir
yanı vardır. O da; Çerkeslerin Türk olmadığını, Türk
gibi başlı başına bir ulus olduğunu, ulusal değerlerin
korunması için çaba gösterilmesi gerektiğini, bir de
''Allah Allah'' sesleriyle Sovyetler Birliği'nin
yıkılmasının mümkün olmadığını kavramış olmasıdır.
Birinci görüşü incelerken sözünü ettiğimiz haramzade
asalakların propagandalarının etkisinden,
şartlamalarından kurtulamamış ama temelde iyi niyetli
masum bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz. Ne var ki
buna rağmen getireceği sonuç bakımından birinci görüşten
hiç de farklı değildir. Bir çözüm yolu olamayacağı
açıktır.
Burada her iki görüşünde kullandığı, halkımızda da
yerleştirilmiş bulunan bazı yanlış değerlendirmelere
değinmek gerekir.
Her şeyden önce Çarlık zamanındaki gibi bir ''Rusya''
bugün artık söz konusu değildir. Çarlık Rusya'sı
yıkılmış, onun yerine, toplumların sosyolojik gelişme
aşamalarından bugün gelinebilmiş olan en ileri aşamaya
ulaşmış bir sosyalist cumhuriyet olan Rusya Sovyet
Federatif Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu
Cumhuriyet, hepimizin de kesinlikle karşı olduğu Çarlık
düzenini ve onun haksız, adaletsiz, faşist
uygulamalarını yıkarak kurulmuştur. Ayrıca bu
cumhuriyet, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'ni
oluşturan 15 ayrı cumhuriyetten birisidir, öteki 14
cumhuriyetle eşit hak ve yetkilere sahiptir. Bu nedenle
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği için ''Rusya''
deyimini kullanmak gerçekleri yansıtmamaktadır,
yanlıştır. Ancak haramzade asalaklar, kendi asalak
düzenlerini sürdürebilmek için, Çarlık Rusya'sının
yaptığı zulümlerden, faşistçe uygulamalardan dolayı
geniş halk kitlelerinde meydana gelmiş Rus düşmanlığını,
kin ve nefret duygularını bugün de kullanabilmek üzere
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gerçeğini,
Çarlık devrinden bu yana oluşan değişme ve gelişmeleri
görmezlikten gelerek bugünkü S.S.C. Birliği için ısrarla
''Rusya'' deyimini kullanmakta ve
kullandırmaktadırlar.
Sovyetler Birliğinde uygulanan düzen, tüm halklara,
uluslara kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı
tanıyan ve dünya çapında bunu savunan, sosyolojik olarak
da er veya geç bütün toplumlarca kabul edilmesi
kaçınılmaz ileri bir aşama olan sosyalizmdir. Sosyalizm,
çarpıtılmadan uygulandığı takdirde, bütün uluslara kendi
kaderlerini tayin hakkını kesinlikle tanımaktadır. Böyle
bir düzende yaşayan halkların bir ''mezalim'' ve
''esaret'' altında olması eşyanın tabiatına aykırıdır,
ama haramzade asalakların işine geldiği için kapitalist
ülkelerde böyle tanıtılmakta ve propaganda edilmektedir.
Henüz yeni doğmuş, toplumların gelişmelerinde
varılabilmiş en üzeri aşamaya varmış, toplumların hızla
benimsemekte oldukları bir düzeni ilk uygulamış ve bütün
kurumlarıyla yerleştirmiş bir ülkenin yıkılmasını hayal
etmek de gerçekçilik değildir. Muhaceretteki Çerkeslerin
kurtuluşunu böyle bir hayale dayandırmak yanlıştır.
Çerkeslerin kurtuluşu, Sovyetler Birliği'nin
yıkılmasında değil, tersine bugünkü düzenini
çarpıtmadan, teoriye uygun, doğru bir çizgide sürdürmesi
koşullarında aranabilir. Zira Çerkeslerin Türkiye'de,
Suriye'de, Ürdün'de, Amerika'da, bir ölçüde de olsa
İsrail'de yani kapitalist ülkelerde nüfusları
küçümsenemeyecek düzeyde olmasına rağmen hızla yok
oldukları, giderek tümüyle yok olmaya mahkum oldukları
artık açıkça gözlenmektedir. Bunun yanı sıra anavatanda
pek az bir nüfusla Çerkesler ulusal varlıklarını
koruyabilecekleri, yok olmayacakları bir düzeye
ulaşmışlar, kendi dilleriyle kendi öz kültürlerini
işleyip geliştirme, ulus olarak yaşamlarını sürdürme hak
ve olanaklarına sahip olmuşlardır. Böyle bir hak ve
olanağın var olduğu bir ülkenin yıkılmasında kurtuluş
aramak yalnızca burjuvazinin tuzaklarına düşmüş
olmaktır, mantığa, somut gerçeklere, bilime aykırıdır.
Bir halkın, ayrı bir milliyet olarak kabul edilmediği,
akla gelebilen her türlü yöntemle asimile edilmek
istendiği bir ülkede aile eğitimiyle, basit yetersiz
derneksel çalışmalarla ulusal varlığını sürdürebilmesi
mümkün değildir. Bu nedenle var olabilmek için
anti-asimilasyoncu demokratik bir ulusal mücadele
yükseltilmelidir. Halkların haklı mücadelelerinin
sürekliliği başarıyı yaklaştıracaktır.
3)
Muhaceretteki Çerkes toplumunun yok olmaktan kurtuluşu
yolunda önerilen bir başka görüş de şöyle özetlenebilir:
''Kapitalist dünya görüşünün egemen olduğu hiçbir
öneri, bu arada buraya kadar anti-sosyalist ve
anti-Sovyetik görüş olarak sözü edilen, kapitalizmin ve
hakim ulus şovenizminin etkisiyle oluşan
şoven-milliyetçi görüşler hiçbir azınlık ulusun veya
ulusal azınlığın sorunlarına çözüm getiremezler. Zira bu
tür görüşlerin kaynağı olan kapitalizmin temelinde
sömürü ve asimilasyon vardır. Sömürüye ve asimilasyona
dayanan bir dünya görüşünün ortaya çıkardığı çözümler
kendi varlığının sebebi olan sömürüyü ve asimilasyonu
ortadan kaldıramazlar, tersine hızlandırırlar.
Sömürülen emekçi kitlelerin ve asimile edilen ulus ya da
ulusal azınlıkların sorunlarının çözümü, varlığı
sömürüyü ve asimilasyonu ortadan kaldırmaya dayanan
sosyalist sistem içinde mümkündür. Sosyalizm,
anti-emperyalist, anti-asimilasyoncu bir düzendir. Her
türlü sömürüye karşıdır. Sermayeye karşı emeğin,
burjuvaziye karşı tüm çalışanla rın
düzenidir. Bu düzende her insan insanca yaşama her ulus
kendi kaderini özgürce tayin etme hakkına sahiptir.
Bugün anayurt Kafkasya'daki bir avuç Çerkes ve Sovyetler
Birliği'nde yaşayan tüm uluslar ve azınlık milliyetler
bunun en açık örneğidir. Bunlar bugün
insanca yaşama, ulusal varlıklarını diledikleri gibi
sürdürme hak ve olanaklarına sahipseler; bu,
sosyalist düzen sayesindedir.
Öyleyse Çerkesler bulundukları ülkelerde, birey olarak
sömürüden, toplum olarak asimilasyondan kurtulmak için
sosyalist düzenin gerçekleştirilmesi yolunda
verilen devrimci mücadelelerde yerlerini almalı, bu
sürecin hızlandırılmasına etkin biçimde katılmalıdırlar.
Böylece bulunduğumuz ülkelerde sosyalist düzen
gerçekleştirildiğinde anayurt Kafkasya'daki Çerkesler
gibi biz de her türlü sömürüden, asimilasyondan
kurtulur, ulusal haklarımıza kavuşur, kendi kaderimizi
özgürce tayin ederiz. Bugün muhaceretteki somut
koşullarımız ne olursa olsun sosyalizm, her türlü
sorunumuza mümkün olan en iyi çözümü getirecektir.''
Buraya kadar sözünü ettiğimiz anti-sosyalist ve
anti-Sovyetik görüşlerin, bu doğrultuda ortaya
çıkabilecek olan kapitalist dünya görüşünün egemen
olduğu başka görüşlerin Çerkes toplumunun sorunlarını
çözmeyeceği kesinlikle bellidir ve sorunlarımızın çözümü
kuşkusuz sömürüye ve asimilasyona karşı olmakla var olan
sosyalizm içinde aranmalıdır. Anayurt Kafkasya'daki
kardeşlerimizin bu düzen içinde insanca yaşama, ulusal
varlıklarını diledikleri gibi geliştirmek hak ve
olanaklarına sahip oldukları da açıkça ortadadır. Böyle
olunca ulus olarak yok olmaktan kurtulmak, ulusal
varlığını dilediği gibi sürdürmek isteyen bütün
Çerkeslerin sosyalizmi kavramaları ve çalışmalarını buna
göre düzenlemeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Ancak bu doğruları böylece dile getirdikten sonra Çerkes
toplumunun muhaceretteki somut durumunu, bu durum
karşısında sosyalizmin sağlayabileceği hak ve
olanakları, kazandırabileceği statüleri, nihai olarak
varılabilecek noktayı ve bütün bunlar karşısında Çerkes
toplumundan beklenmesi gereken çalışmaları göz ardı
etmemek, gerçekçi bir biçimde ele almak gerekir. Zira
sosyalizm, işçi sınıfının veya işçi-köylü ittifakının
önderliğinde tüm çalışanların ve ezilen ulus ve ulusal
azınlıkların omuzlarında yükselebilecek ve
gerçekleşebilecektir. Tüm çalışanların bu düzeni
gerçekleştirmek için mücadele etmeleri, bu düzeni
tanımlarına, bu düzen gerçekleştirildiğinde yaşamlarının
hangi düzeye ulaşacağını kavramalarına bağlıdır.
Mücadelenin sonucunda hangi düzeye gelebileceğini
bilemeyen emekçiler, bu düzenin gerçekleştirilmesi için
etkin bir mücadele veremezler.
Aynı durumu ulusal azınlıklar veya ezilen uluslar için
de söyleyebiliriz. Tıpkı emekçilerde olduğu gibi ezilen
uluslar veya ulusal azınlıklar da sonunda ne
kazanacaklarını açıklıkla kavramadıkça mücadeleye etkin
biçimde katılamazlar.
Şimdi durumu bu açıdan değerlendirmeye çalışalım.
Türkiye'de Çerkeslerin nüfusu kesinlikle belirlenememiş
olmakla birlikte yaklaşık olarak bir milyon
civarındadır. Bu nüfus, birbirinden uzak ve farklı
50'den çok il çevresinde 500'den fazla yerleşim
merkezinde dağınık olarak yaşamaktadır. Hemen hemen
hiçbir yerleşim çevresinde genel nüfusun salt
çoğunluğunu bile sağlayamamaktadır.
Bu durumdaki bir halka Türkiye'de sosyalizm neler
verebilecektir?
Sosyalizm, toprak bütünlüğü bulunan uluslara kendi
kaderini tayin etme hakkı vermektedir. Kuşkusuz
Türkiye'deki Çerkes toplumu belirli bir coğrafi bölge
üzerinde bir arada yaşıyor olsa idi sosyalist sistemde
kendi kaderini serbestçe tayin etme hakkını
kullanabilir; ya ayrılarak bağımsız bir devlet olabilir
ya da bir cumhuriyetler birliği içinde ayrı bir
cumhuriyet olarak yerini alabilirdi. Dağınık yerleşim
nedeniyle böyle bir olasılık Çerkes toplumu için söz
konusu olamayacaktır.
Dağınık bir biçimde yerleşik bulunan ve toprak bütünlüğü
dışında ulusun öteki öğelerini taşıyan bir ulusal
azınlığın devrim süreci içinde belirli bir toprak
üzerinde topluca yerleştirilmesi olayı da söz konusu
olamaz. Çünkü devrim sürecinde burjuvazi tümüyle ortadan
kaldırılmış olmaz. Kapitalist zihniyetle mücadele daha
uzun süre kaçınılmazdır. Bu nedenle çok daha önemli
sorunlar bulunur ülkede. Böyle bir ortamda bir iç göç
sorunu başlatılamaz. Pratik yararı olmadığı gibi daha
büyük zararlara, sorunlara yol açabilecek olan böylesi
bir iç göç olayına devrim izin veremez. Ayrıca bu,
pratik olarak da kolay değildir, hatta mümkün değildir.
Belirli bir bölgede uzun yıllar yaşamış olan insanların
maddi veya manevi herhangi bir bağla bağlı bulunmadığı
başka topraklara göç etmeye özenmesi güçtür. Zira
gidecekleri bu topraklar bir yurt, anayurt olarak
benimsenmiş topraklar da değildir. Bir iç göçün mümkün
olmamasının başka birçok nedenleri de
vardır.
Bir arada olmayan, dağınık bulunan bir ulusal azınlığa
verilebilecek siyasal statüler ya özerk
cumhuriyet, ya özerk bölge ya da kültürel özerklik
olabilir. Özerk cumhuriyet için belirli özellikler
gerekir. Nüfus üstünlüğü bölgenin yapısı ve çeşitli
özellikleri bunlar arasındadır. Türkiye'nin hemen hiçbir
yerinde Çerkes nüfus üstünlüğü bulunmadığına göre özerk
cumhuriyet statüsü kolay olmayacaktır. Belki birkaç
bölgede özerk eyalet statüsü mümkün olabilir. Bu da
Türkiye'deki Çerkeslerin sorunlarını, özellikle etnik
sorunlarını çözmüş olamayacaktır. Geri kalan kısımlara
ancak ulusal kültürel özerklikler verilebilir. Oysa
ulusal kültürel özerklik statüsü, sosyalizmin ulusların
kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesiyle de
bağdaşmamakta, bu statü ile uluslara kendi kaderlerini
tayin hakkı verilmiş olmamakta, bu yüzden de kesinlikle
reddedilmektedir. Gerçekten de ulusal kültürel özerklik
hakkı temelde amaca varamayan, giderek etkisi ve önemi
yok olmaya mahkum olan, görünürde bir haktır. Oysa
sosyalizm, uluslara kesinlikle kendi kaderlerini tayin
etme hakkının verilmesini savunur ve bu yüzden de ulusal
kültürel özerklik savunucularına karşı çıkar, bunun
yerine bir coğrafi bölgeye dayalı bağımsız bir devlet
olabilme hakkını ya da bu kesinlikle mümkün değil ise
yine bir toprak parçasına dayalı özerk cumhuriyet, özerk
eyalet hakkını savunur.
Demek ki, Türkiye'de Çerkes halkının ulaşabileceği en
iyimser siyasal statü üç-beş ayrı bölgede
oluşturulabilecek özerk cumhuriyet ya da özerk eyalet
olmaktadır. Kaldı ki, bunlar bile oldukça güçtür. Ayrıca
bu siyasal statüler bile hem tüm Çerkeslerin sorunlarını
çözümleyemeyecektir, yani özerk yönetimlerin dışında
kalan pek çok Çerkes olacaktır. Hem de bu statüler
çerçevesinde ulusal hakların eşit koşullarda
kullanılabilme olanağının sınırlılığı ve öteki uluslarla
eşitsizliği yüzünden asimilasyonu önlemeyeceği gibi
doğal olarak hızlandırması olasılığı da söz konusu
olabilecektir. Kısaca sosyalizm, Türkiye'deki somut
koşullar içerisinde Çerkes halkının özellikle etnik
sorunlarına yeterli bir çözüm getiremeyecektir. Ancak,
bu sosyalizmin kusuru, eksikliği değildir. Bu, bir
bakıma Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı'nın
ortaklaşa tezgahladıkları emperyalist oyunların sonucu
bugün Çerkes toplumunun içinde bulunduğu aleyhteki somut
koşullarının zorunlu bir gereğidir.
Bütün bunlara rağmen, Çerkes halkının sosyalist Türkiye
içerisinde kazanacağı haklar kuşkusuz bugünkü durumla
karşılaştırılamaz. Bu nedenle de yapılacak çalışmaların
yine sosyalizm içinde düşünülmesi ve planlanması
kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Öte yandan Türkiye'deki Çerkesler genel olarak henüz
kendi toplumsal gelişimini çağdaşlarının düzeyinde
gerçekleştirememiştir. Genel olarak feodal
etkinliklerden kurtulamamışlardır. Soyluluk, kölelik
hala gündemdedir ve önem taşımaktadır. Feodal yapıya
karşı etkili bir mücadele de başlatılmamıştır. Bir
yandan feodal beylerle Türkiye burjuvazisi arasında
işbirlikçi ilişkiler kurulurken köle sıfatıyla
horlananlar da Türk şovenistleri ve faşistlerce
kullanılmaktadır.
Ayrıca ulusal kültür açısından sürekli ve hızlı bir
gerilemenin yanı sıra çağdaş genel kültür açısından da
önemli bir gelişme görülmemektedir. Genellikle halk
küçük toprak sahibi, küçük üretici köylü ve geleneksel
toplum özelliğindedir.
Bu durumdaki bir halktan, burjuvazinin çarpıklıklarını,
çelişkilerini kavramış bir halkın sosyalizm için
verebileceği mücadele beklenemez. Çerkes toplumundan
bugün ancak feodalizme karşı bir mücadele beklenebilir.
Bu mücadele örgütlü olarak sürdürülürken kapitalizmin
çelişkileri de kavratılabilir, böylece kapitalist toplum
aşamasının aşılması hızlandırılmaya çalışılabilir.
Kuşkusuz bu hareket, toplumun bilinçlenmesi oranında
gelişerek etkinlik kazanabilecek ilerici bir harekettir.
Anayurt, ulusal yaşam motifleri olmaksızın devrimci
mücadeleye Çerkes halkının kendiliğinden katılması
mümkün değildir veya Çerkes halkının devrimci mücadeleye
katkısı, somut koşullarının gereği olarak sınırlı kalmak
zorundadır. Bu sınır ulusal yaşam özlemlerinin. Anayurt
Kafkasya motifinin işlenmesiyle ve anayurtla ilişkilerin
arttırılmasıyla genişletilebilir. Bu nedenle Çerkes
etnik sorununa ve bu sorunun somut çözümüne daha çok
önem vermek gereklidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Çerkes toplumunun
Türkiye'deki somut yapısı nedeniyle devrimci mücadeleye
katılmasını sağlamak çok güçtür. Sosyalist Türkiye
içinde Çerkes toplumunun kazanabileceği siyasal statüler
aynı nedenlerle sınırlıdır ve sorunlarına kesin,
tatminkar bir çözüm getirebilecek nitelikte
görünmemektedir. Bu nedenle anayurt dışındaki çözüm
önerilerinde direnmek yarar sağlamayacaktır.
4)
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rus çarlığı
Osmanlı İmparatorluğu işbirliğiyle Çerkeslerin
anayurtlarından koparılmasından beri çeşitli biçimlerde
var olduğu bilinen, ancak sosyo-ekonomik ve siyasal
nedenlerle bugüne değin yeterince işlenip
yaygınlaştırılamamış bulunan tarihi bir çözüm yolu
önerisi de ''anayurda dönüş''tür. Muhaceretin ilk
yıllarında daha çok sözlü olarak tartışılmış ve
yaşatılmaya çalışılmış bulunan bu görüş, özellikle son
yıllarda yazılı olarak işlenmeye başlanmıştır. Kafkasya
Kültürel Dergisi'nde, Kamçı Gazetesi'nde ve Yamçı
Dergisi'nde bununla ilgili yazılar vardır.
Emperyalist baskı ve tuzaklarla anayurdundan
uzaklaştırılmış ve muhaceret yaşamına itilmiş bir halk,
kendi ülkesi dışında yaşamaya zorlanamaz. Hele bu halkın
muhacerette kendi varlığını koruma olanağı yoksa ...
Bugün bu durumda bulunan Çerkes halkının, varlığını
sürdürebilmek için anayurda dönüş isteminde bulunması en
doğal hakkıdır. Hızlı bir asimilasyon sürecinde bulunan
Çerkes halkının bu doğal hakkını kullanması uzun vadeli
şartlara da bağlanamaz. Bu hak, mümkün olan en kısa
sürede kullanılabilmelidir. Çünkü her geçen gün
muhaceretteki Çerkes halkı ulusal baskılar ve zorunlu
asimilasyon koşullarında hızla yok edilmektedir.
Bu koşullar altında Çerkes halkının bugün içinde
bulunduğu her türlü ekonomik ve ulusal sorunun en iyi ve
en kesin çözümü anayurda dönüşle sağlanabilmektedir.
Anayurda dönüş gerçekleştirildiğinde bugün muhaceret
hayatı yaşayan Çerkesler ekonomik sömürüden kurtularak
insanca yaşama olanaklarına kavuşacağı gibi, her türlü
politik asimilasyondan, ulusal baskılardan da
kurtulacak. Anayurtta kalan parçalarıyla bütünleşerek
devrimci ulusal kültürün yükselmesine ve bunu sağlayan
sosyalizmin güçlenmesine -en azından muhacir olarak
bulunduğu ülkeler için somut bir örnek olarak- etkin
katkılarda bulunabilecektir.
Anayurda dönüş tezinin doğruluğu, mevcut sorunlara
en iyi ve en kesin çözüm olduğu görüşünde birleşenlerin
sayısı gittikçe artmaktadır. Hatta mevcut sorunlara en
iyi ve en kesin çözüm olduğu görüşünü kabul etmeyen yok
gibidir. Ancak, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, bir
hayal olduğunu, biraz da mücadeleden kaçmak, işin
kolayını seçmek olduğunu ileri sürenler vardır.
Anayurda dönüşün mümkün olamayacağını, bir hayalden
ibaret olduğunu ileri sürenlerin dayandığı temel
nedenler şöyle sıralanabilir:
a)
Muhaceretteki Çerkes toplumunun durumu,
b) Sovyetler Birliğinin kabul etmemesi,
c) Türkiye'nin kabul etmemesi
Bu
engelleri ayrı ayrı ele alalım:
a)
Muhaceretteki Çerkes toplumunun durumu
Muhaceretteki Çerkes toplumunun kurtuluşu kuşkusuz
en başta muhaceretteki Çerkes toplumuna bağlıdır.
Emperyalizmin, hakim ulus şovenizminin faşist baskıları
altında hızla asimile olan, sosyalizme karşı şartlanmış
bulunan ve temel karakteri geleneksel toplum tanımını
yansıtan, toprağına bağlı küçük üretici köylü niteliği
ağır basan bir toplumun bütün bunların etkisinden bir
çırpıda sıyrılması ve kurtuluş için etkin bir mücadele
verebilmesi mümkün değildir. Bu güçlük "anayurda dönüş"
biçiminde ifade ettiğimiz çözüm için olduğu kadar, hatta
ondan daha da çok, muhaceret koşullarında aranılan çözüm
önerileri için de geçerlidir. Ancak muhaceretteki Çerkes
halkının sosyo-ekonomik yapısı ve çelişkileri nedeniyle
anayurda dönüş tezini biraz daha kolaylıkla
benimseyebileceği inancındayız.
Şöyle ki: Muhaceretteki Çerkes toplumunu harekete
getirebilecek iki önemli çelişki bulunmaktadır.
Bunlardan biri ekonomik çelişkidir, diğeri ise etnik
çelişkidir. Her iki çelişkinin ve sorunun anayurda
dönüşle en iyi biçimde çözümlenebileceği açıkça ortada
olduğuna göre bu iki temel çelişki iyi işlenebildiği
takdirde Çerkes toplumunun bu görüşü benimsemesi daha
kolay olacaktır. Zira bütün sorunlarına en iyi çözümü
getiren bir yol dururken halkın, bazı sorunlarına çözüm
getiren ya da sorunlarına tümüyle çözüm getiremeyen bir
yolu benimsemesi doğal değildir.
Kuşkusuz halkın bu yolu benimsemesi bilgilenmesinin ve
bilinçlenmesinin artmasına bağlıdır. Halk, içinde
bulunduğu hızlı asimilasyon sürecinin, bunun temel
nedenlerinin bilincine vardıkça çözüm daha da
kolaylaşacaktır. Muhacerette planlı biçimde
sürdürülecek çalışmalar yanında Anayurtla kurulacak
turistik ve kültürel ilişkilerle bir ulusal kültür
birikimi sağlanabileceği gibi siyasal olarak
kapitalizmin, sosyalizm aleyhine oluşturduğu
şartlandırma da çözülecektir. Böylece halk devrimci bir
ulusal kültür birikimi sentezine varabilecek, etnik ve
ekonomik sorunlarının en iyi çözümü olan anayurda dönüş
yolunda güçlü, etkin bir ulusal demokratik mücadeleyi
başarı ile sürdürebilecektir. Ancak bunun için, halkın
bugünkü somut durumuna uygun bir yöntem ve program
uygulanmalıdır. Bu koşullarla başlatılabilecek olan bir
ulusal demokratik mücadele halkın bilincini arttırırken
muhaceret ülkelerindeki devrimci mücadeleye de yardım
edecek, en azından yığınların sosyalizm aleyhindeki
şartlanmalarının yıkılmasında açık bir örnek olarak
etkin olacaktır.
b) Sovyetler Birliğinin kabul etmemesi
Anayurda dönüş tezi, haklılığı ve doğruluğu anlaşılıp
halkımızca benimsendikten sonra böyle bir istemi bir
sosyalist ülkenin kabul etmemesi düşünülemez. Sosyalizm,
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kesinlikle
tanıdığına göre, emperyalist emellerle anayurdundan
koparılmış bir ulusun önemli bir parçasının
asimilasyondan kurtuluşunu en iyi biçimde sağlayacak
olan bir çözüme, anayurda dönüş istemine hiçbir
sosyalist ülke karşı olamaz. Aksi takdirde o ülkenin
sosyalizmden saptığı, ulusların kendi kaderlerini tayin
etme hakkı ilkesini benimsemekte samimi olmadığı gerçeği
ortaya çıkar. Bu nedenle dünyanın ilk sosyalist ülkesi
olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin,
muhaceretteki Çerkes halkının böyle bir istemine karşı
olamayacağı inancındayız. Ancak anayurda dönüş olayının
sağlıklı biçimde gerçekleşebilmesi için bunun bir
takvime bağlanması, belirli bir program çerçevesinde
yürütülmesi söz konusu olabilecektir ki, bu da doğaldır.
Nitekim, Sovyetler Birliği'nin, Çarlık zamanında
anayurdunu terk etmek zorunda kalmış halkların, eskiden
Çarlık uyruğunda iken her nasılsa Sovyet uyruğunda olma
hakkını yitirmiş bulunan herkesin arzu ettikleri
takdirde tekrar Sovyet uyruğuna alınabileceklerini
belirten duyuruları ve yayınları da vardır. Bu Sovyetler
Birliğinin bir lütfü değil, Sovyet halklarının
elbirliğiyle gerçekleştirdikleri ve dünya çapında
savundukları sosyalizmin bir gereğidir.
c) Türkiye'nin kabul etmemesi
Muhaceretteki Çerkes halkının anayurda dönüş
istemini Türkiye'nin ya da muhacerette içinde bulunulan
ülkelerin kabul etmemelerine gelince, ilk iki engel
aşıldığında bu engel, Çerkes halkının tüm devrimcilerce
ve dünya kamu oyunca desteklenebilecek olan bu haklı
isteğini engelleyemeyecektir. Kaldı ki, bugünkü Türk
yasalarına göre bir insan belirli bir ülkenin
vatandaşlığında kalmaya zorlanamaz. Ancak her vatandaşın
vatansız bırakılmaması da uluslararası bir hukuk
anlayışının, genel hukuk prensiplerinin bir gereğidir.
Bunlara göre bir Türk vatandaşı, başka bir ülkenin
vatandaşlığına kabul edilebileceğini belgeledikten sonra
Türk vatandaşlığında kalmaya zorlanamaz. Ancak bu
yasalar, burjuvazinin çıkarlarına ters bir uygulamayı
meşrulaştırıyor ise, burjuvazinin etkinliğiyle kısa
sürede değiştirilebilir ve T.C. vatandaşı olan Çerkes
halkının bu yasal hakkı sınırlandırılabilir. O zaman da
halkın, bütün devrimcilerin 've dünya kamu oyunun
desteğinde yükselteceği mücadele bu engeli aşabilecek
güçte olacaktır.
İşin kolayına kaçma suçlamasına gelince şunları söylemek
gerekir.
Mücadele, amaca ulaşmak için gösterilen çabaların
tümüdür. Amaca ulaşmak için genel doğrulardan,
ilkelerden taviz vermeksizin her olanaktan yararlanma
zorunluluğu vardır. Bu da, mücadelenin en az kayıpla, en
etkin biçimde en kısa sürede sonuca ulaşabilecek
nitelikte planlanmasını ve yürütülmesini getirir. Bu
anlamda, var olan kolaylıklardan yararlanmak istememek,
''illa da ben mücadelenin en zorunu seçmeli ve
başarmalıyım, bana bu yaraşır'' gibi çağdışı bir feodal
onurun boyunduruğuna girmek devrimci anlayış bir yana,
sıradan bir mantığın bile kabul etmeyeceği ölçüde bir
saçmalık olur.
Evet, ''znayurda dönüş'' tezi, muhaceretteki Çerkes
halkının kurtuluşu yolunda önerilen öteki görüşlerden
daha avantajlıdır. Çünkü "anayurda dönüş" tezi,
muhaceretteki Çerkes halkının bütün sorunlarına en iyi
ve en kesin çözümü getiren bir tez olduğu gibi,
emperyalist emellerle anayurdundan zorla koparılmış ve
muhacerette en azından ulusal yaşam hakları gasp
edilerek ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş,
horlanmış, istismar edilmiş bir halkın anayurt ve ulusal
yaşam özlemlerini de içerir.
Burada amaç, muhaceretteki Çerkes halkının politik
asimilasyondan, her türlü emperyalist ve faşist
baskıdan, ulusal eşitsizliklerden kurtularak kendi
ulusal varlığını dilediği gibi sürdürebileceği bir
düzeye ulaşmasıdır. Bu amaç için en iyi ve en kesin bir
çözüm yolu olarak görünen ''anayurda dönüş'' tezi sırf
kimi psikolojik ve sosyolojik avantajları vardır diye
yadsınamaz.
Kaldı ki, somut durumu kabaca da olsa bilinen
muhaceretteki Çerkes halkının "anayurda dönüş" tezini
bilinçli olarak seçebilecek bir düzeye gelmesinin ve
bunu gerçekleştirebilmesinin bahçede armut toplamak gibi
basit ve kolay bir iş olmadığı, aşamalı bir mücadele
gerektirdiği açıkça belirtilmiştir.
Özetlersek: Anayurda dönüş olayı, Çerkes halkının,
aydınlarının öncülüğünde, tüm devrimci güçlerin ve dünya
kamu oyunun desteğinde başlatıp yükselteceği
anti-feodal, anti-asimilasyoncu demokratik ulusal
mücadele ile sağlıklı biçimde gerçekleştirilebilecektir.
Gerek bu doğrultuda verilecek ilerici mücadele, gerekse
anayurda dönüş olayının sağlıklı biçimde gerçekleşmesi
en başta Türkiye'deki devrimci mücadeleye ve genel
olarak dünya halklarının devrimci ulusal kurtuluş
mücadelelerine bağlı olup bunlara da önemli ölçüde
katkıda bulunabilecektir.
Sonuç:
Muhaceretteki Çerkes halkının etnik ve ekonomik
sorunlarına çözüm olarak önerilen ve bu sorunları,
çözmek yerine, kesinlikle çözümlenemez duruma getireceği
açıklıkla belli olan sözünü ettiğimiz ilk iki görüş bir
yana bırakılırsa geriye asimilasyon süreci içindeki
bugünkü durumumuzu gerilemeden koruyabildiğimizi farz
edersek sorunlarımızı kısmen çözebilecek olan
"bulunduğumuz ülkelerdeki çözüm" önerileriyle
sorunlarımızı en kesin, en geniş ve en iyi biçimde
çözümleyebilecek olan ''anayurda dönüş'' önerisi
kalmaktadır.
Ne denli gerçekçi ve doğru olursa olsun bu öneriler
halkımızın özgür iradesiyle benimsediği ve katıldığı
ölçüde gerçekleşebilecek olduğuna göre bu aşamada neler
yapılmalıdır? Yazımızın başından beri yer yer bunlara
değinilmiş olmakla birlikte bu konudaki görüşlerimizi
kısaca özetlemekte yarar vardır.
1) Nihai amaç konusundaki görüşümüz ne olursa olsun,
muhaceretteki Çerkes halkının yok olmaktan kurtuluşu ve
ulusal varlığını istediği gibi sürdürebilme hak ve
olanaklarına kavuşması yolunda gerekli her türlü
mücadeleyi vermekte kararlı olan herkesin asgari
müştereklerde işbirliği yapmak zorunda olduğu gerçeği
bilinmeli ve içtenlikle benimsenmelidir.
2) Farklı fikirlerin, farklı yaşantı ve
bilgilenmelerin sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinden
hareketle başkalarının fikirlerine de saygı
gösterilmeli, onlardan birinin veya birkaçının kendi
fikirlerimize oranla daha doğru ve geçerli olabileceği
ihtimali her zaman göz nünde bulundurulmalıdır.
3) Hiçbir zaman en mükemmel olmadığımız gerçeğinden
hareketle görüşlerimizin kendi göreceli yetkinliğimizle
bağlantılı ve orantılı bulunduğu bilinmeli, herkes kendi
fikrini yeni bilgi ve kanıtların ışığında tekrar gözden
geçirerek gerekli değişikliklere uğratabilmek anlamında
demokrat ve açık fikirli olmalıdır. Herkes kendi
fikrini, kapsamı, amaca uygunluğu, kendi içindeki
tutarlılığı, işlerlik yeteneği ve pratik değeri gibi
ölçütlere göre her zaman kendi kendine eleştirerek ve
yöneltilebilecek eleştirileri dikkate alarak
değerlendirmeye, gerekirse değiştirmeye hazır ve istekli
olmalıdır.
4) Ulusal kültür birikimi sağlamaya yönelik
çalışmalar öncelikle, en etkin ve yaygın biçimde
başlatılmalı, bu çalışmaların giderek anti-feodal,
anti-asimilasyoncu demokratik ulusal mücadele biçiminde
sürmesi gerektiği unutulmamalıdır. Bu mücadelenin kitle
tabanı ile bütünleşilerek sürdürülmesi zorunluluğu
hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, bu bütünleşmeyi
sağlıklı biçimde gerçekleştirebilmek için, toplumun
şartlanmışlıkları, sosyo-kültürel yapısı göz önünde
bulundurularak herkesin açıkça gördüğü ya da itirazsız
kabul edeceği asimilasyon olgularına, etnik sorunlara
ağırlık verilmeli, bunun temel nedenleri üzerinde
durulurken ekonomik olgular ve sistemler aşamalı olarak
gündeme getirilmelidir.
5) Muhaceretteki Çerkes halkının; yok olmaktan
kurtuluşu, ulusal varlığını dilediği gibi sürdürebilme
hak ve olanaklarına kavuşması yolunda her Çerkes birey
olarak kendini görevli ve sorumlu saymalı, çalışmalara
maddi ve manevi katkılarda bulunmak üzere tüm
olanaklarını kullanmalı, hatta olanaklarını
zorlamalıdır.
6) Demokratik kuruluşlarla ve ulusal kurtuluş
mücadelesi veren öteki ulus ve ulusal azınlıklarla
işbirliği içinde bulunmak zorunda olduğumuz bilinmeli,
ancak bu ilişkiler halkımızın ulaştığı bilinçlenme
aşamalarına göre ayarlanmalıdır.
7) Tüm ilerici yurtsever Çerkeslerin katılabileceği
demokratik tartışmalar sonucunda bütün bu çalışmaları ve
mücadeleleri sağlıklı biçimde tek elden yürütebilecek
demokratik merkeziyetçi bir örgüt kurulmalıdır.
8) Bu anlayışları benimseyen ve hayata
geçirebilen ilerici yurtsever Çerkeslerin
oluşturabileceği bu demokratik merkeziyetçi örgüt içinde
pratiklik, kolaylık ya da önem sırasına göre ele
alınabilecek kimi çalışmalar şunlardır:
|
a) Türkiye'deki kesin nüfus ve konumumuz
saptanmalı, aynı çalışmanın öteki muhaceret
ülkelerinde de gerçekleştirilmesi için
gerekli girişimlerde bulunulmalıdır.
b) Kafkasya ve Kafkasyalılarla ilgili olarak
yayınlanmış kaynaklan içeren geniş bir bibliyografya
taraması gerçekleştirilmelidir.
c) Osmanlıca kaynaklar bugünkü dile
çevrilmelidir.
d) Anayurtta anadille yayınlanmış bulunan temel
kaynaklar yerel dillere çevrilerek muhacerete
aktarılmalıdır.
e) Anayurtla kurulacak sosyal ve kültürel
ilişkilere hız verilmeli, anadille okuma-yazma
eğitiminin sonuçlarına paralel olarak anayurttaki
her türlü kültür ürünlerinin ve periyodik yayınların
orijinal metinleriyle muhacerette izlenmesi
sağlanmalı, bunun yanı sıra bir muhaceret edebiyatı
geliştirilmelidir.
f) Muhacerette her geçen gün hızla kaybolan,
hayatın her aşamasına ilişkin örf ve adaletlerimiz,
folklorik değerlerimiz, sözlü kültür ürünlerimiz
ivedilikle derlenmeli ve bilimsel bir yaklaşımla
değerlendirilerek muhaceret çapında halka
sunulmalıdır.
g) İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça olarak
yayınlanmış bulunan temel eserlerin Çerkesce'ye ve
yerel dillere çevrilerek yayınlanması sağlanmalıdır.
h) Kitap, broşür, bülten, bildiri gibi yayınlar
yanında, Türkiye çapında bilimsel, geniş kapsamlı
bir yayın organı veya değişik düzeyde yayın
organları periyodik olarak çıkartılmalıdır. Giderek
radyo ve Tv.'den yararlanma olanakları
sağlanmalıdır.
ı) Bilimsel olarak Türkiye çapında bir
sosyo-ekonomik araştırma gerçekleştirilmelidir.
i) Yeni doğan çocuklara Çerkesce isimler
verilmesi, herkesin Çerkesce bir soyadı alması
teşvik edilmeli, giderek Çerkes halkının muhaceret
ülkelerinde ayrı bir milliyet olduğunun nüfus
kayıtlarında tescil ettirilmesi amaçlanmalıdır.
|
Bu ilkeler çerçevesinde yapılacak çalışmaların
sonucunda halkımız her türlü baskıdan ve yok oluştan
kurtuluşunu ulusal varlığını dilediği gibi sürdürme
hak ve olanaklarına kavuşmasını sağlayacak en iyi
çözümü bulabilecek, yetkin ve özgür iradesiyle kendi
kaderini kendisi tayin edebilecektir. |
|