Sonraları, orduda bulunanları ile temaslarımdan
Çerkeslerin bir hayli durumlarına vakıf oldum. Kabile
filan gibi ırkı adet ve göreneklerinin baskısından
kurtarılıp, tam askeri bir süvari birliği gibi tesis ve
teşkil edilip disiplin altına alınmadıkça, bunlardan
gerektiği ölçüde bir fayda sağlanamayacağına hükmettim.
Bunların harpte tuhaf, tuhaf adetleri vardır. Bu
adamlar, yaralılarını bizim doktorlara baktırmazlar,
yaralılarım ve hastalarım bizim hastanelere yatırmazlar.
Kendi adetleri gereğince kendi cerrahlarına baktırmak
isterler. Bir Çerkes yaralandı mı, askerlerin içerisinde
bulunan dost akrabasından -hastanın haline ve ağırlığına
göre- iki, üç bazen dört kişi onu alarak ta
memleketlerine ve evine kadar götürmeye mecburdur. Farz
edelim ki, bu savaşta elli Çerkes yaralandı, bu elli
yaralı kişi yüz iki yüz sağlam kişi ile işten alıkoyup
beraberinde götürür. Irki ve milli adetlerinden bir şeyi
feda etmektense, ölmek, onlarca daha evladır.
Afedersiniz konudan çıkmış oluyordum ama yeri gelince de
yazmak icap ediyor: 1884 ve 1885 senelerinde adliye
müfettişi olarak Kastamonu vilayetinde bulunmuş idim.
Teftiş esnasında Bolu sancağı 9'a bağlı Düzce kazasına
giderek bir ay orada kaldım. Bu kazada, hemen çoğu
çeşitli Kafkas kabilelerinden olmak üzere 35 bin kadar
nüfus var. Çerkeslerin orada gördüğüm adetlerinden biri
de bilmem, fenni cerrahileri iktizası (gerekli, gerekli
olma -CC) mıdır, nedir, yaralıyı bir gece uyutmamaktır.
Hastanın akraba veya dostlarından birisi bir öküz kesip,
etini adetleri üzere pişirdikten sonra hastanın olduğu
eve getiriyor. Etrafta bütün komşu kadınlar, kızlar ve
erkekler o öküzü pasta ile yedikten sonra, kızlar
kendilerine has şarkı ve sözlerle sabaha kadar oyunlar
oynayıp yaralıyı uyutmuyorlar. Gündüz de bilmem nasıl
ediyorlar... Ertesi gece, hastanın bir başka dostu bir
inek kesiyor ve anlattığım adet devam ediyor, taa
hastanın artık geceleri uyuklamasında bir zarar olmadığı
cerrah (!) tarafından söyleninceye kadar veya sayılı
günler geçinceye kadar. Bu cerrah, zevk ve sefa ehli bir
adamsa, vay hastanın haline. Demek herif kıyamete kadar
hastaya göz yumdurmayıp, çengi sefalar ile eğlenecek.
Bizim Çerkes hemşeriler menfaatlerini de pek severler.
Her ne kadar dünyada menfaatini sevmeyen adam olmazsa
da bunlarınla hadden efzum olup bir acayip haldir.
Mesela: kazanılan bir savaş sonunda alınan mallardan bir
Çerkes'in hissesine bir at veya öküz veyahut ta bir inek
düşse, yani harbin neticesine kadar ordugahta
bakılmasına imkan olmayan bir şey; herif bunu alıp evi
yirmi günlük mesafede olsa götürüp gelmelidir ama
kendisi yokken ordu tekrar savaşa girecekmiş, millet
ölüp ölüp dirilecekmiş, onun umurunda bile değildir. Her
kabile kendi Bey'inin yücelik ve üstünlüğüne inanır,
başkasını dinlemez. Yalnız bazı kabile beyleri vardır
ki, normal zamanlarda emirleri, diğer kabilelerde de
dinlenir ve yürür. Mesela, Kabardey kabilesinde Gazi
Hüseyin bey gibi. Bu Hüseyin Bey denilen zatın dahi Ordu
Komutanı'nın emir ve talimatına uygun olarak hareket
etmesinde ne kadar güçlükler çekildi...
Nitekim kullanılmadı ya.
Musa Paşa kendi kabilesinde Bey veya (özden) değilmiş.
Küçük yaştan Rus askeri okul ve hizmetine girerek ardı
ardınca terfi edip generalliğe kadar yükselmiştir. 1860
tarihinde çeşitli Kafkas kabilelerinden beş-bin aile ile
birlikte Osmanlı memleketlerine göç etmiş. Devlet-i
Aliye'de generalliğine karşılık mirliva olarak kabul ve
taltif etmiş tabiatı ile Çerkeslerin istediği beylik ve
özdenlik rütbelerinin verilmesi bu yüzdendir ki Musa
Paşa da Çerkeslere kumanda ve idareden aciz kalmıştı.
Bir harbin sonunda komutanın çadırına giriyorlar, kimisi
atım öldü kıymeti 50 liradır, hemen ödenmeli, kimisi
tabancamı kaybettim değeri şudur, kimisi atımın nalı
düştü onu isterim der ve istediği şeyde mutlaka almak
için direnir durur. Yumuşaklıktan anlamaz, ''yoktur''
sözünü dinlemez bu böyle olmakla beraber ''yiğidi öldür
hakkını yeme'' derler'. Doğrusu bunlarında savaştaki
cesaret ve kahramanlıklarına diyecek yoktur. Aferin
dememek elden gelmez.
Daha doğrusu Musa Paşa da bunların kumandanlığını
yapmaktan vazgeçip istifa etti. Çünkü iş tahammül
derecesini aşmıştı. Musa Paşa'dan boşalan yere, süvari
mirlivalarından Ethem Paşa tayin edildi. O da üstesinden
gelemedi bu işin. Güya alay, alay, bölük bölük taksim
olunarak her bölüğe muvazzaf süvariden birer yüzbaşı
verildi ve kendi beyleri de yerine göre binbaşı ve
yüzbaşı olarak başlarına konuldu. Askeri talim ve
terbiyeleri yönünden muvazzaf yüzbaşı, itaat ve
disiplinlerinden kendi beyleri mesul olacaktı. Buda
mümkün olmadı. Sözün kısası Çerkesler ağız tadı ile
orduda kullanılamadılar. Taltif edildiler olmadı,
yüzlerine gülündü hiç olmadı. Çabucak aldanıp, çabucak
güvenen acayip bir millettir. Çalışır, çabalar aman
Allah'a şükürler olsun biraz yoluna koyup tanzim
edebildik dersiniz; tam o sırada bir müfsit (ara bozan,
provokatör -CC) çıkar, onun ifsadına (kargaşasına,
düzensizliğine -CC) uyar ve yaptığınızı bozar ve
bozulurlar. Beylerinde dahi işlerin beyazını siyahından
ayırt edebilecek ne fikri bir metanet, ne de bir temyiz
(ayırma, ayırt etme -CC) kudreti vardır. Neticede bir
kısas meselesi yüzünden bir müfsidin ifsadı üzerine
hepsi darılıp dağıldılar ve gittiler. Her ne hal ise
Allah'ın yarattıklarını değiştirmek mümkün değil.
Çerkeslerin baskına uğrayıp, bozularak döndükleri günün
gecesinde dahi birer ikişer yaralıları gelmekteydi.
Gecenin saat on birinde çadırımızın biraz ilerisinde bir
gürültü bir kavga işittim; çıkıp baktığımda yaralı bir
Çerkes, yanında bir başkası, nöbetçi erine, ''bu gece
kalmak için bize mutlaka bir yer bul) diye ısrar
ediyorlar. Nöbetçi de: ''Ben nöbetçiyim yerimden
kıpırdayamam, subaya gidin'' diyor. Çerkesler buna
rağmen nöbetçiye yer bulmakta direniyor. Savaşların daha
başında ve alışmamış olduğu için, düşmanlar tarafından
yaralanmış bir adamın gece yarısı sürüklenmesine
vicdanım razı olmadı. Adamcağızı kendi çadırıma aldım.
Gecenin o saatinde doktor falan bulunamayacağından çay-may
tedarik ederek içirebildim... Saat gecenin biri, ben de
yattım sabahleyin kalktığımda baktım ki bizim yaralı
kımıldamıyor, yokladım... Meğer şehit olup Allah'ın
rahmetine ermiş.
Vakit sabahın alaca karanlığı, çadırlar sökülüyor,
fırkamız göç hazırlığında. Ben de bu şehidin gömülmesi
işi ile meşgulüm. Bunu yazmaktan muradım hayırlı bir iş
gördüğümü anlatmak için değil. Şehidimiz bir kişi olup
ben de o zamana kadar böyle bir hadise ile karşılaşmamış
olduğundan içime çöken garip bir hüznü ve dehşeti ifade
içindir. Sonraları bir, beş değil beş yüz, bin şehit
birden dökülmeye başlayınca göz alıştığı için, bende
şehit ve yaralıların eski tesiri kalmadı. Yani araya
giren engeller kurşun sesi ve kandan onların gömülme
işlerine hizmet edemez, yaralılara şefkat dolu gözlerle
bakıp koşamaz oldum. |