Hür ovaları, meyve bahçelerini, yolun her iki yanında
yerleşmiş köyleri, kentleri seyrediyordu dalgın
gözlerle.
Bakışları onları geride bırakarak dağın eteğine ulaştı;
dağın eteği ormanlıktı, ötede yüksek dağlar görünüyordu.
Araba dağın eteğindeki ormana girdi. Uzaktan kaz dişi
gibi sıralanmış, beyaz kayalıklarıyla Oşhamafe
görünüyordu. Hızla akan su vadiyi seslendiriyordu.
- Çabuk yetişir miyiz, diye sordu.
- Fazla kalmadı, şimdi yetişiriz, dedi şoför.
Koca kalpaklı bir atlıya rastladılar. Delikanlı
arkasından bakarken ''çoban olsa gerek'' diye düşündü.
Araba atlıyı geride bırakarak tepeye çıktı. Dar vadide
ilerliyorlardı ki, gittikleri köy göründü birden.
Delikanlı köyü babasının kendisine anlattığı kadar
tanıyordu. Nice öyküsünü dinlediği köyü görünce
heyecanlandı, babasının dilinden düşmeyen vvoredi duyar
gibi oldu. Evet duyuyordu, dağ başındaki çobanın sesiydi
o, içinden ona eşlik etti. Yamaçlarda, derelerde bir
çekiç sesi yankılandı. Dikkatle dinledi, çekiç sesiydi
duyduğu. Bu da nereden çıktı diye hayretle bakındı. Sağ
taraftaki tepede bir mezarlık gördü. Öbek öbek mezar
taşları duruyordu.
- Khanıkhuey mezarlığı sanırım, dedi delikanlı. Şoför
omuz silkti.
- Khanıkhuey'in mi, hayır, Psewuç'eş'e köyünündür o.
- Yaa... Demek Psewuç'eş'e köyünün. Peki o ses de ne?
- Taşçının olsa gerek.
- Onunla görüşsek olmaz mı?
- Neden olmasın? Haydi gel görüşelim.
- Seni yormak istemem, sen burada beni bekle... Zahmet
olmazsa.
Delikanlı saygıyla cevapladı onu. Delikanlının Arap
harfleriyle yazılar bulunan mezar taşlarını okudu. 1920
yılında vurulmuştu birisi, eşi de yanı başına
gömülmüştü, kocası savaşta şehit olduğunda daha yeni
gelindi o. Yazıları silinmiş bir başka mezar taşında at
resmi vardı. Kim bilir o da yaşamını yurduna vermişti
belki. Üzerinde tüfek resmiyle beş köşeli yıldız bulunan
diğer bir mezar taşı da, yaşamını yurduna veren bir
başkasına aitti. Stalingrad'da şehit olmuştu kendisi.
Alın terini eliyle sildi. Gülümseyerek torununa sordu
taşçı:
- Bugün ne getirdin aslanım?
Torunu torbanın ağzını açtı. Dedesine ''sofra''
hazırladı. Kendisi de elmasını ısırdı. Bu sırada
tanımadıkları delikanlı yanlarına yaklaştı.
- Buyur, otur, rastladığın yemek yiyeceklerin en
iyisidir derler, dedi taşçı.
Yonttuğu mezar taşında beş köşeli yıldız henüz
belirmişti. Delikanlı saygıyla cevapladı onu.
Delikanlının baktığı yarım kalmış mezar taşını
okşayarak:
- Bizim köyden dedi taşçı. Yiğit delikanlıydı, savaşta
şehit oldu.
Küçük torunu sofrasını toplarken, ayağa kalktı,
keskisini aldı, mezar taşının başına geçti. Konuk
delikanlı taşçının yontmasını izlerken;
- Babama da mezar taşı yaptırmak istiyorum, bu konuda
bana yardım edebilir misiniz, dedi.
- Babana kim derler oğlum, diyerek taşçı delikanlıyı
süzdü.
- Maho Zurab. Tanır mısınız acaba? O da sizin köyden.
- Maho? Hayır duymadım öyle birini.
- Vardı, vardı. Hatırlamazsınız belki. Türkiye'de öldü.
Delikanlıyı iyiden iyiye süzdü bu kez taşçı.
- Hımmm, onun oğlusun demek?
- Evet onun oğluyum.
- Türkiye'den geldin o zaman?
- Türkiye'den geldim. İzmir'de oturuyorum...
- Peki öyleyse, doğrudan doğruya neden kendini
tanıtmadın? Doğruldu, delikanlının elini
yeniden sıktı, gerçek misafirsin desene, buyur gel
eve gidelim...
- Eve de gideriz ama ricam...
- Rican da bir şey olur elbet... Maho dedin ha?
- Evet Maho. Maho Zurab...
- Gel hele, diyerek yürüdü taşçı. Delikanlı da ardından
yürüdü. Eski bir mezar taşına yaklaşarak:
- Bu deden Hajmurat'ın mezar taşıdır, dedi taşçı.
Zurab'ın oğlu dedesinin mezarına yaklaştı. Arap harfleri
iyice silinmiş olan mezar taşında kalan, yalnız bir kama
resmiydi. Delikanlı mezar taşını okşadı.
- Sizin aileden bizim köyde kalan, yalnız Hajmurat'tı.
Gidelim yavrum, köye gidelim, dedi.
Küçük torun köye varmıştı:
- Maho Zurob'ın oğlu Türkiye'den geldi.
Türkiye'den gelen delikanlı haberi tez yayıldı köye. Köy
halkı taşçının evinde konuk delikanlıyı bekliyorlardı.
- Ne kadar da babana benziyorsun. Tıpkı baban gibisin,
diyerek süzüyordu yaşlı kadınlardan biri delikanlıyı.
Hey gidi Maho Zurab... Ne oyuncuydu o! Meydan dar
gelirdi ona... Sen de iyi oynar mısın?
Yaşlı kadının gözünde çok şey canlandı. Konuk delikanlı
can kulağıyla yaşlı kadının anlattıklarını dinliyordu.
Konuk için düzenlenen sofrada, köyün yaşlıları da çok
şey hatırladılar. Onların da arkadaşıydı konuğun babası.
- Dönmek istiyordu, dönmek niyetindeydi demek, diye
sordu içlerinden biri...
- Evet çok istiyordu. Onu düşünmeden bir günü bile
geçmedi babamın. Ama olmadı işte...
- Neden?
- Gelme olanağı yoktu önceleri. Sonraları yaşlandı da
gücü yetmedi...
Yaşlı adam eskilere dalarak bir süre sessiz kaldı.
- Sen... Sen nasıl geldin buraya?
- Kolay olmadı, dedi konuk.
- Kolay olmayacak nesi var bunun, dedi daha genç birisi,
niceleri geliyor, kimse de engellemiyor.
Bir süre sustuktan sonra şöyle dedi:
- Babamın doğduğu topraklar burnumda tütüyordu. Çok oldu
vasiyet etmişti babam... Bir gün bile olsa gördüm ya çok
mutluyum.
Konuşmaya doymuyordu delikanlı, duyguları karıştı.
Babasının arkadaşları doyamadan süzüyorlardı onu...
- Çok geçti aradan dedi yaşlı adam, çokları terk etti
yurdunu. Alman savaşından önceydi. Zurab ya... Senden
daha gençti o... Şimdi bile görür gibiyim. Kun de
hatırlar onu... Yismeyl de hatırlar, değil mi Yismeyl?
- Nasıl hatırlamam... Hatırlıyorum...
- Jemal de hatırl
- Hatırlıyorum ben de ama neden terk etti?
- Bilmiyorum, bugüne dek anlayamadım bir türlü, dedi
Jemal.
- Anlaşılmayacak ne var bunda?
- Alınyazısıydı, dedi başka bir ihtiyar.
Bir diğeri kabul etmedi.
- Hayır... Yurduna azıcık düşkün olsaydı terk etmezdi
yurdunu ötesi yok bunun, dedi.
Konuk delikanlı dayanamadı.
- Doğru değil söylediğin Thamade. Hiçbir şeyi yurduyla
bir tutmazdı babam. Yurduna can atarak girdi toprağa...
Çokları da yurduna can atarak girdi toprağa...
- Niceleri kuşkusuz... Niceleri... Niceleri
kandırılabilmişti.
- Hepimizi kandıramadılar şükür, dedi taşçı, Onların ne
suçu var? Asıl suçlular onları türlü yalanlarla, yanlış
yollara sürükleyenlerdir.
- Tepeden kopan derede yiter, derler.
Konuk delikanlı sessiz, babasını anımsadı, hüzünlendi.
Gözleri önündeki kara kamaya takıldı kaldı.
Herkes delikanlıya uyarak bir süre sessiz kaldı...
- Bu kamayı vasiyet etti, diyorsun, öyle mi oğlum?
- Evet, vasiyet etti.
Herkes yeniden sessizleşti. Taşçının söyleyeceklerini
bekliyorlardı.
Oturanlar bir taşçıya, bir konuğa bakıyorlardı.
Taşçı ayağa kalktı.
- Söylediğine göre, baban yurdunu unutmadı, yaşadığı
sürece kalbi buradaydı. Babanın kalbi kama gibi çıplaktı
yavrum. Yiğit, doğduğu yere döner derler. Babanın kalbi
döndü yurduna. Baban onun için bu kamayı vasiyet etti.
Yaşlı adam kamayı kınından çıkardı, kama parlıyordu. Bu
küflenmedi. Babanın alnı aktı da ondan küflenmedi. Bu
kama tüm armağanlardan daha değerlidir, dedi.
Mızıka inliyor. Genç kız oyuna çıkıyor, konuğa
yaklaşıyor, oyuna davet ediyor. Genç kız gülümsüyor,
konuk üzgün, genç kız ortada bir dönüyor ve delikanlıya
yaklaşıyor. Elinde mızıka inledikçe inliyor.
- Haydi değerli konuk! Konuk üzgün.
- Haydi, buyur.
Avuçlar patlıyor vurmaktan, konuk üzgün. Adige düğününe
katılmamış hiç. Ayakları gitmiyor, adım atamıyor. Müzik
gittikçe hızlanıyor, insanı yerinden kaldırıp
sıçratacak, rüzgar gibi savurup dereye atacak nerdeyse,
canlı mı canlı...
Nasıl olduğunu anlayamadı konuk delikanlı. Fırtınaya
kapılmışçasına, birden omzunu gerdi. Dağların doruğunda
uçuyor sandı kendini. Efsanevi atına binmiş geniş
ovalarda koşuyor, çağlayanlarla yarışıyordu sanki
Yistlemey bu. Oydu onu alıp götüren. Göklerde uçuran!
Yistlemey'di! Onun bu denli güçlü olduğunu kim
bilebilirdi? Kim bilebilirdi delikanlının güzel kızın
umudu olduğunu?
Bir hafta çabucak geçti. Ne kadar oluyor ki zaten? Olsa
olsa bir Yistlemey oyunu kadar zaman.
Konuk yola çıkıyor işte. Uğurluyor onu güçlü dağ sulan.
Dağların doruklarında uçuşan kartallar ona kanat
çırpıyor. Dağ eteklerinde yayılan atlar da kişniyor.
Kızı... Tepeden gözleriyle uğurluyor konuğu taşçının.
|