Belki, bu büyük kentlerin kaderi. Belki de Anadolu
insanının. Büyük caddeler ve küçük küçük ara
sokaklar. İnsanıyla caddesiyle karmaşıktır, büyük
kentler. Yaşam boyunca her tür insanla
karşılaşırsın. Kimi senden kaçar, kimi seni arar.
İstanbul da böyle insanlarla doludur. Benliğini
yitirmiş veya yitirmek için kaçmıştır, Anadolu'dan. Bunun için ayrılmıştır sevgili
kardeşlerinden, arkadaşlarından. Kimileri vardır ekmek
parası için, karın doyurmak yüzünden ayrılmıştır tüm
sevgililerden. O artık içine düştüğü ummanda erimeye yüz
tutmuştur. Bunun çoğu kez bilincindedir. Sorun büyüktür:
Sonunda karar verir o da karışır kentin insanlarına.
Şimdi yeni bir hayat başlar. Anlaşamaz, uyum zordur
Anadolu insanına. Dilinden de pek anlayan yoktur.
Böylece sorunlar ivedilikle artmaya başlar. Artar da
artar. Dert olur insana karnını doyurmak. Böylece
düştüğünün farkına varır bir daha. Yeni baştan siler
gözlerini yarınlara umutla bakabilmek için. Sonra
karışır kentin uğultulu yaşamına.
Yolum her zaman aynı caddeden geçer, Hal'in önünden.
Anadolu'dan buraya sebze gelir. Sonra kente dağılır.
Apartmanlara çıkar, tükenir. Anadolu insanı kendi yemez
kente gönderir. Tükenir tekrar tekrar ilah... Ahmetler,
Aliler taşır sırtında bu sebzeleri, zaten Ayşeler,
Fatmalar yetiştirmediler mi ki! Kendileri de hep onları
anımsarlar, yavaş yavaş dokunurlar domateslere. Sanki
Ayşeler incinecekmiş gibi.
Birkaç gün önce geçerken kulağıma bir isim ilişti. Fakat
Alilere, Ahmetlere pek benzemiyordu bu isim. Daha
başkacaydı. Yürüdüm dalgın dalgın. Bu kişi de mutlaka
öbürleri gibi ekmek parası için gelmişti. Yürüdüm;
düşüne düşüne. Karar verdim birdenbire. O adamı
bulacaktım. O isim bana yabancı değildi. Döndüm, hale
girdim. Birkaç hamal kamyondan yük indiriyorlardı.
- Kolay gelsin, pek aldıran olmadı, daha sonra biri:
- Sağol; dedi. Tam kasayı alacakken sordum:
- Kardeş sana birini sorsam tanır mısın?
- Kimi soracaksın ki, dedi.
- Kalemırza... Tanır mısın
Birden elleri düştü, sarardı sonra hızla tekrar kasayı
alıp yarım yamalak Türkçe'siyle;
- Yok öyle biri, dedi. Ben şüphelenmiştim ondan.
Kalemırza kendisiydi. Boyu, siması hele konuşması hiçte
yabancı gelmemişti bana. Biraz ilerledim. Niçin
saklamıştı benden; yoksa Kalemırza başkası mıydı?
Üstelik yok böyle biri demişti. Başkalarına sordum onu
gösterdiler. Tekrar kendisine sordum.
- Yok dedik sana, dedi biraz sinirlice. Fakat şüphem
artmıştı. Olsa olsa Kalemırza bu olabilirdi. Evet bu
olmalıydı.
- Kızma be kardeş, dedim. O yine kasaları alıp gitti
sırtına. Tekrar döndüğünde,
- Kalemırza (wu Adige?) Adige misin, dedim.
- Adige ne? Ben Kalemırza değilim dedi. Fakat Adige
kelimesini söyleyişi o kadar aşina geldi ki kulağıma,
yanılmadığımı anladım. Bu sefer,
- Waşkarıwoma şaşa? (Aşkarıuo mısın kardeşim?) dedim,
fakat cevap vermedi.
Zaman epey ilerlemişti. Zaten geç de kalmıştım. Ayrıldım
oradan. Yürüdüm, yürüdüm. Bütün gün onu düşündüm.
Konuşması hep, hep tanıdıktı bana. Fakat nereden nasıl
niçin gelmişti. İşte anlayamadığım sorun. ama bu soruyu
yanıtlayacaktım.
Ertesi gün oradan geçiyordum. Dikkat ettim bir şeyler
görür müyüm yine diye. İşte o yine çıktı. Beni gördü mü
dersin? Yok hayır görmedi. Kamyonun ardına yanaştı,
sırtını döndü ve arkadaşları kasaları yüklemeye başladı
semerine. O arada kasa kaydı ve boynunu çizdi. Canı çok
acımış olacak ki birden.
- Wara wağazrıyız yan ala, dedi ben o anda karşısına
dikildim. Şimdi mahcuptu. Birden doğruldu. Sırtındaki
semerle beraber kasaları döktü yere. Sonra sinirli bir
halde.
- Wara vvıtakıy, (sen ne istiyorsun) dedi. Yürüyüp
gitmek istedi. Ben kolundan tuttum, gitmesini
engelledim. Konuşmadan yürüdük. Aradan geçen sessizliği
ben. bozdum.
- Şöyle bir kahveye oturalım ne dersin. Sustu, o tarafa
döndük ilerledik. Önümüze ilk çıkan kapıdan girdik. Yine
sustuk. Kahveleri içerken ben konuşuyordum. Hep bizim
dilden konuştuk. Uzunyayla'dan olduğunu söyledi.
- Peki buraya neden geldin? (Araka vvızağayıy?)
- Hiç, çalışmak için.
- Ne zaman geldin?
- Bir seneden fazla.
- Hep burada mı çalıştın?
- Yok daha yeni girdim. Beş ay falan oluyor.
- Yenide sayılmaz!
- Eh işte.
- Peki, birazcık kazanıyor musun?
- Karnım doyuyor sadece.
- Ya hastalanırsan? Sustu biraz...
- Geçenlerde o da başıma geldi. Zaten ne kaldı ki
başımıza gelmeyen?
Ben lafı fazla uzatmak istemiyordum. İlk gördüğüm andan
bu yana niçin geldi, neden geldi sorusu takılmıştı
aklıma. Bu çözümlenmeliydi. En çok zoruma giden de onun
Aşkarıvva olduğunu gizlemesiydi.
- Kalemırza, sen neden geldin buraya?
- Çalışmak için dedim ya ağabey.
- İyi ama Uzunyayla'da çalışsaydın olmaz mıydı?
- Ağabey boş ver. Şimdi uzun sürer dedi. Ben ısrarla
anlatmasını istedim. Benden hiçbir şeyi gizlememeliydi.
- Ben senin ağabeyinim anlat bakalım...
- Peki; dedi.
Babam ben küçükken öldü. O, düşmanlar yurdu sardığı
zaman cepheye gitti. Arkadaşları kaçtı. O kaçmadı.
''Vatan için canım feda olsun'' dermiş. İşte cepheden
dönmedi. Ben onu tanımıyorum. Uzun boylu, geniş omuzlu
biriymiş. Bana küçükken annem öyle anlatırdı. Bir
tarlamız vardı. Ben onu ekip biçemezdim ya ortağa
verirdik. Ben de anamla kuzu çobanlığı yapmaya başladım.
Böyle, böyle askerlik yaşım geldi. Askere götürdüler. O
sırada Kıbrıs meselesi çıktı bir gecede bizi oraya
götürdüler. Annemde iyice ihtiyarlamıştı. Bir yandan
yokluk, bir yandan adamsızlık belini iyice bükmüştü.
Benim Kıbrıs'a gittiğimi duyunca babası gibi o da
cephede ölecek diye üzüntüsünden felç olmuş. Arkadaşlar
yazdı bana. Neyse askerlikte biter ya bitti işte. Köye
geldim. Anama ben bakıyordum. Bir yandan da çobanlığa
başlamıştım. Bu sırada anneme bakacak birine ihtiyacım
vardı. Komşumuzun kızını (kaşenim) bir kaç kez istettim,
vermediler. Babası istemiyordu. Halbuki biz ara sıra
görüşüyorduk birbirimizi severdik de ama ya babası, o
fakir diyordu. Halbuki fakir olmak suç muydu? Babam
savaşta öldü. Bizde zengin olurduk komşu köydeki
arkadaşları gibi babamda kaçsaydı.
Kalemırza hep anlatıyordu artık. Ara sıra söze karışmak
istedimse de o devam etti. Eski günlerini anımsamıştı.
Derin bir nefes aldıktan sonra:
- Kaçırmayı düşündüm ama ya anneciğim ne olacaktı. Neyse
thamadeler toplanıp bir gün gittiler kızı istemeye.
Vermem dediyse de güç-bela olur dedirttiler. Fakat ya
istediği başlık. Kim verebilirdi onu. Nasıl verebilirdim
o kadar başlığı? Bir tarla vardı onu sattım düğünü
yaptım. Zavallı annem gittikçe kötülüyordu. Düğünden bir
iki hafta sonra onu da kaybettik. Ağabey kusura bakma
bizde bir küçük kendinden büyüğüne bunları anlatmaz ya.
- Yok; bak şimdi ben senin ağabeyinim hem de
arkadaşınım, tamam mı? Peki bizim bacılık nerde? Tekrar
sustu. Düşündü, terlemeye başladı.
- Ne oluyor ayrıldınız mı yoksa?
- Hayır
- Ya ne oldu anlatsana.
- Bir evde hizmetçilik yapıyor. Köyden annem ölünce
çıktık. Zaten bir şeyimizde kalmamıştı. Ekmek parası
için buraya geldik. Ben surda burada çalıştım. O da bir
eve hizmetçi oldu. Bu işte çok ağrıma gitti. Hep
düşündüm sırtımda semerle bir arkadaşım görürse, hele de
karım Karmapıba'nın hizmetçiliği duyulursa ne yapardım.
Onun için hep gördüğüm Aşkarıvualardan kaçıyorum. Sonra
daha niceleri benim gibi başlık parası için sevdiği kızı
alamayan gençleri düşünüyorum. Bunları düşündükçe bütün
Aşkarıvvalara ve Adigelere kızıyorum. Size de kızmıştım.
Hatta bir yumruk vuracaktım. Böylece Aşkarıvvalığımı
gizlemeye çalışıyorum.
- Pek Kalemırza fazla uzatmayalım. Her şeyi anladım,
yeter ki senin canın sağ olsun, gerisi mühim değil.
Yarın sana bir (Aşkarıvva'nın yanında) fabrikada iş
bulacağım. O benden bir tanıdık istedi.
- Hayır ağabey ben gidemem. Artık ben hep malıyım. Ben
kaçmalıyım, Ben kaçmalıyım.... |