Janbot ve Nartan, Dakhenef'le tanıştıkları günden beri
kafalarına giren bir düşünceden kendilerini kurtaramaz
olmuşlardı.
Her ikisi de diğer arkadaşları gibi, zaman zaman bir
araya gelerek oyun oynayıp vakit geçirmekle Çerkesliği
yaşatabileceklerini sanıyorlardı.
Dakhenef, böylesi bir toplantıda tanıştığı gençlere;
''Evlerde yapılan toplantılara mahdut sayıda gencin
iştirak edebildiğini, yaşlıların gelemediğini söyleyip
dernek kurmalarını'' tavsiye etmişti. Ayrıca sırf
oyunlarla Çerkesliğin ayakta kalamayacağını bunun için
kafa yormalarını, düşüncelerinden doğan fikirleri
aralarında tartışmalarını önermişti.
Bu fikre ilk katılan Nartan olmuştu. Hemen o akşam
çektiği nutukta;
- Oyunlarda bir araya geliyoruz. Fakat pek çoğumuz
evlenirken yabancıları seçiyor. Bu evliliklerden doğan
çocuklara ise, dil ve törelerimizi öğretemiyoruz. Bunun
neticesinde çok geçmeden eriyip tükeneceğiz, demiş ve
yapılacak en iyi işin bir dernek kurarak orada, gençlere
ideal verilmesi fikrini savunmuştu.
Bu
tarz konuşmalarla geçen o geceden sonra gençler, bir
araya geldiklerinde hep Çerkeslikten bahsetmeye
başlamışlardı. Kafkasya ve Çerkeslerle ilgili mecmua ve
kitapları arayıp buluyor, birbirlerine okutuyorlardı.
Dakhenef, yeni doğan ve gelişen fikirlerin dernekler
vasıtasıyla, geniş halk kütlelerine aktarılabileceğini
biliyordu. Yüz küsur yıldır kendini unut mu? Uyuyan bir
toplumun; ne olduğunu, nerden geldiğini, ne yapması
gerektiğini düşünebilmesi için, zaman zaman bir araya
gelmesi gerekiyordu. Anavatanında doğmayan bir halkın,
dernekleri vasıtasıyla temas kurabilip kendi iç
meselelerini tartışabileceklerini bildiği için dernek
fikrini ortaya atmıştı. Henüz, bir fikir etrafında
birleşmemiş ve yönlendirilmemiş bir topluluğa, tüm
düşünce ve ideallerini, ilk etapta söylemeyi sakıncalı
buluyordu. Daima onları konuşturarak, sorular sorarak
düşüncelerini onlara söyletirdi. İçlerinde en çok
Nartan'la Janbot'u beğenip güvendiği için; bazı
konularda fikirlerini onlara fısıldar, onlar vasıtasıyla
düşüncelerinin diğerlerine ulaştırılmasını sağlardı. Bu
sık temaslarında, en çok üzerinde durdukları konu;
Çerkeslerin bu gidişle çok geçmeden bulundukları toplum
içerisinde yok olup bir hatıradan ibaret kalacağı idi.
Yüksek idealli insanlar nasıl ki, her an gayelerini
içlerinden atmadan yaşarlarsa bu çocuklar da
düşüncelerinin esiri olmuşlardı. Bunların bu hale
geldiğini gören Dakhenef, onlara bakarak bazen; ''yazık
ettim çocuklara, onlara ulaşamayacakları bir ideal
verdim, rahatlarını bozdum, huzursuz bir hayat
hazırladım'' diye düşündü. Bazen de, Çerkesliğin
varoluşu için yaptıkları çalışmaları, düşüncelerini
arkadaşlarına usanmadan aşılamaya çalışmasını gördükçe,
halkımız bugünkü durumdan böylesi gençlerin gayreti ile
kurtulacak diye düşünür, bir an da sürse kafasında
ümitsizliklere yer vermek istemezdi. Dilini unutmuş
birileriyle karsılaştıkça, Çerkes çocukları yabancılarla
evlendirildikçe içi isyanla dolar; halkı için öne
atılan, kendisini feda eden evlatlar yetiştirmeyen
milletler, ancak bizim durumumuzda kahredip, daha çok
Nartanlar, Janbotlar yetişmesi için olanca gayreti ile
alışırdı.
Kendisini en çok üzen mevzu, bir gün Janbot tarafından
açıldı:
- Dernekler de kursak, vatan millet aşkına evlenmeyin
bizden olmayanlarla diye her gün konferanslar da çeksek;
bu tükeniş, yani asimilasyon önlenemiyor. Bak siz
karı-koca Adige dilini bildiğiniz halde çocuklarınıza
öğretemediniz. Çünkü, çocuklar mektepte, sokakta, oyunda
Adigece konuşacak kimseyi bulamıyor. Çoğunlukça
konuşulan lisanı benimsiyor. Benim de annem babam
biliyor ama öğretmediler. Onlar sizler gibi bilinçli
olmadıklarından, okulda zararı dokunur diye hem
öğretmiyorlar hem de evde konuşmuyorlar. Köylerimiz de o
hale geldi. Dil bilen çocuklara ancak, Çerkes köylerinin
sık olduğu yörelerde rastlanıyor. Çok geçmez televizyon
onları da diğerlerine benzetir.
Janbot, kendisini dinleyen kadının donuk ve sessiz
bakışlarından, devam etmesini istediğini zannetti.
- Ablacığım, hele yabancılara kız vermeyi kesmenin
olanağı yok. Bizim köyde aman kızım köyde kalmasın
diyen, yabancı bir şehirliye kızını veriyor. Oğlanlar da
mecbur kalıyor, istemedikleri halde yakın köylerden
yabancı kız almaya. Böyle böyle köylerimiz dil bilmeyen
gelinlerle doluyor. Tabi ki doğurduklarına da
öğretmiyorlar. Ya şehirdekilerimiz? Aman kızımı bizden
birisine vereyim diyene rastlamak mümkün değil.
Bilinçli bir tek evlilik yok. Böyle böyle eriyip,
karışıp tükeniyoruz. Bunun çaresini nasıl bulalım?
Dakhenef, Çerkesleri her gün sürüyle yutan bataklığın
ortasında kalmış zavallı halkının korkunç gerçeğiyle
sarsıldı. Kederli gözlerini, karşısındaki çocuğun kalın
camlı gözlükleri arkasında gizlenen gözlerine dikti. O
kalın camların arkasındaki soru soran gözler, kuşkusuz
inandığı bu kadının düştüğü biçareliği ilk defa
görüyordu.
Dakhenef ayağa kalkıp, kitaplıktaki kolonyadan alıp
serinlemek ve açılmak istedi. Hava almak için pencereyi
açarken, tepesindeki saçların çıt çit ettiğini duydu.
Her bunalışında saçlarından bu sesi duyar ve ağardığını
anlardı.
- Biz uyumuş babaların çocuklarıyız, diye Janbot'a
döndü. Ona iyice yaklaştıktan sonra:
- Bize hiçbir şey verilmedi. Bizim neslimizden, sizlere
fikir verebilecek uyandıracak düzeye gelenlerimiz çok
az. Az da olsa, bu topluma ışık tutacak kafalar bugün
yok değil. Onlar, çoğunluğunu gençlerin teşkil ettiği
bilinçli idealist bir topluluğu oluşturuyorlar. İşte
biz, senin sorularının cevabını bu kuşağın vereceğine
inanıyoruz.
Janbot, sorusunun cevabını yeni yetişen kendi kuşağının
bulacağının önerildiğini anlayarak, sonu olmayan
düşüncelere kendisini kaptırdı.
Bu konuşmadan 15 gün sonra Nartan'la Janbot mütebbessim
ve sevinçli bir halde Dakhenef'i ziyarete geldiler. Daha
kapının eşiğinde Nartan:
- Ben Ankara'da, gökten gelen adamları gördüm diye içeri
girdi.
Janbot yüzünü aydınlatan tatlı bir tebessümle:
- Geçen günkü sorumun cevabını artık verebilirim, dedi.
Çocukların bu heyecanlı haline bir mana veremeyen
Dakhenef;
- Ne oluyor Allah aşkına size? Gökten adam mi iner mi?
Hem sen nasıl buldun bakalım o sorunun cevabını?
Nartan gökten inen adamları görmüş, konuşmuş, çok
sevmiş. Artık gidiyoruz. Halkımızın dönmesi gerektiğine
de inandık.
- Aa! Delirdi bu çocuklar. Melekler mi göründü gözüne?
Sonra nereye gidiyoruz?
- Melekleri görsem bu kadar sevinmezdim. İnanın ki
meleklerden daha kutsal geldi diyebilirim onlar bana
diyerek gördüklerini anlatmaya başladı.
Nartan anlattıkça, Janbot tekrar dinlediklerinin
hazzıyla dudaklarını yapıştıramaz olmuştu. Fıldır fıldır
gözlerini, bir Dakhenef'in mütebbessim çehresinde bir de
Nartan'da dolaştırıyordu.
- Sahi Kafkasya'dan gelenler mi olmuş? Nasıl inanayım?
Olacak şey değil.
Nartan cebinden kalemini çıkardı. Yere diker gibi yapıp:
''Bu Allah'ın değneği olsun ki dediklerim doğru.'' diye
çok eski bir Adige yemini yaptı. Yüzü gözü
sevinçten gülerek teferruatıyla anlatmaya başladı.
- Üç gün evvel Ankara'da idim. Bir arkadaşıma
uğradığımda, Kafkasya'dan üç turist
Adige'nin geldiğini ve yanlarına gideceğini söyledi.
Beraber Maltepe'deki Anıt Oteli'ne gittik. Otelin
salonunda bir yığın insan ayakta konuşuyorlardı.
Arkadaşım onlarla tokalaşırken, acaba hangileri diye
merakla oradakilere şöyle bir göz attım. Fakat ben
hiçbirini benzetemedim. Çünkü vatandan gelenleri bizden
farklı -ne bileyim- bir değişik insanlardır diye
düşünüyordum. Meğer daha aşağıya inmemişler. Bizim yerli
Çerkesler de bizcileyin onları görmeye gelmişler. Bir
ara resepsiyona yöneldiklerinde iki uzun boylu adamın
gülerek grubumuza yaklaştıklarını fark ettim. Hep el
sıkıştık. Kabardeyce konuşuyorlardı. Ben o
güne dek hiç Kabardeyce konuşma duymadığım için pek
anlayamıyordum.
Otelden çıkıp beraberce Gökdelen'in Set Kafeteryası'na
gitttik. Aman Allah'ım bir göreceksin bizimkilerin
halini, adamların konuşmalarını duyabilmek ipin
birbirimizin üzerine çıkıyor merakla dinliyorduk. Ben
etraftakilerin bizim halimizi nasıl bulduklarını
anlayayım diye sağa sola bakındığımda, bizim o komik
halimizi çevremizdekilerin, şaşkın bakışlarla
seyrettiklerini gördüm. Ben daha genç olanına yarım
Abzegh dilimle bir soru sormak istediğimi söyledim.
Benim oradakilerden birini tercüman kullanmaya
kalktığımı görünce: Bizim Lehçeyle, ''Adige diliyle
sorarsan cevap veririm değilse hayır'' dedi. Ankara'da
okuyan gençlerimiz canavar gibi hiç takılmadan
konuşabiliyorlar.
Dakhenef:
- Peki sorabildin mi? Ne sordun?
- Buradaki Çerkeslerin, Almanya'ya olduğu gibi
Kafkasya'ya da işçi gidebilip gidemeyeceklerini sordum
ve lakin Türkçe karıştırdığımdan, yine sözlerim tercüme
edildi. O da; gelenlerin aç kalmayacaklarını ve daha bir
şeyler söyledi ya kalabalıktan gürültüden gerisini
anlayamadım. Yine bir fırsatını yakalayıp thamadelerine,
bizim gençlerimize orada okuma olanağı verilirse bunun
faydalı olacağını, temasımızı artıracağını söyledim, 0
da; böyle bir şeyden çok memnun kalacaklarını ifade
etti.
Bilahare Maltepe düğün salonunda tekrar buluştuk.
Thamadeleri Koufe Hapim Adige diliyle bir konuşma yaptı,
kendi ana dilimle ilk işittiğim nutuktu o. Çok
heyecanlandım. 100 yıldan fazla bir zamandır temas
olanağı bulamayan bir halkın, Anavatanından gelenleri
kendi öz diliyle dinlemesiydi o.. Öyle bir özlemle
dinledim ki, konuşma bitsin istemedim. Allah affetsin
ya; daha büyük bir özlemi peygamberimiz Tanrı'yı görmeye
çıkarken hissetmiştir. O anda, bizi birbirimizden,
anavatanımızdan ayranların cümlesine beddua ettim. Ha!
Söylemeyi unutuyordum, Kabardeyce ile bizim lehçe
birbirine çok yakın. 10-15 gün aralarında kalsam,
takılmadan konuşabilirim. Yalnız, Maykop Radyosu'nun
Lehçesinden çok az farklı.
Nartan oradaki heyecanını hala yaşıyordu. Düşüncelerini
ilave etmekten de kaçınmıyordu.
- Vallahi abla Maykop'la Nalçik bölgeleri arasındaki çok
az lehçe farkından, ayrı cumhuriyetler oluşturmalarını
anlayamadım. Artık bu asırda; yayın organları, radyo,
televizyon vasıtasıyla bu ufak tefek farkları
giderebilmeliler. Hatta, edebiyatçılar radyo ve
televizyon programcıları el birliği edip, aynı dil
kökenli Apsuwa, Abaza dillerinden de bilistifade tek bir
dil yaratılmalı ve doğacak müşterek lisan yayın yoluyla
halka öğretilmeli.
Janbot, bu dil konusunda daha da ileri giderek:
- Kafkasya gibi küçük bir memlekette vaktiyle 140 dil
konuşuluyor mu? 300 diyenler de var. Söylentiler doğru
ise -Evliya Çelebi de öyle nakleder- Bizanslı tüccarlar
140 tercüman kullanırlar mı? Bir yerde bu ayıp artık.
Gerçi şimdi dil adedi azalmış ama yine de çok. Eğer aynı
ulusun evlatlarıysak; -ki bizi buradakiler öyle görüyor
ve Çerkes olarak hepimiz biliniyoruz- o halde en çok
konuşulan dil esas alınıp diğerlerinden de ilavelerle
zengin bir dil yaratılmalı. Değilse birbiriyle
anlaşamayan mini mini ulusçuklar olarak kalmaya mahkum
oluruz.
Dakhenef;
- O söylediklerinizi, biz burada otururken
gerçekleştiremeyiz. Ancak onlar orda, karşılıklı
fedakarlıklar yaparak, anlaşarak halledebilirler.
Nartan, misafirlerden Şomafe Sultan ile sohbet ettiğini,
en gençleri olan Hafitze Muhammed'ten de bir şarkı bir
gıbze dinlediğini söyleyince; Janbot sözünü kesip:
- Biz burada Adige diliyle şarkı duyduk mu? Ben hiç
duymadım. Hele hele Adige diliyle gençlerimiz yazı yazıp
okuyorlarmış. Ben dilimizi bile bilmiyorum. Dil bilmeyen
kız almayacağıma yemin ederim. Hiç olmazsa çocuklarına
öğretsin ama hayır burada kalmayacağım. Ben döneceğim.
Neslimizin çoğalması için gideceğim. Komünistlik
moministlik bana vız gelir. Anladığım kadarıyla,
halkımızın kurtuluşu dönüşle mümkün olacak. Nasıl, sana
sorduğum sualin cevabını bulmuş muyum?
Dakhenef, Nartan'ın tabiriyle gökten gelenlerin
bıraktığı etkili izleri, bu çocukların yüz ve
düşüncelerinde görebiliyordu. Daha sonraları, kendisini
de içinde bulacağı dönüş cereyanının, bu ilk gelenlerin
bıraktığı intibalarla ve açtıkları kapı ,le kuvvet
kazanacağını görecekti. |