Öykümüz, Karadeniz kıyılarında, şimdi manzarası çok
güzel, fakat olayların geçtiği tarihlerde çevresi için
felaket dağıtan bir yer olan bir köyde geçmiştir.
Köye o zamandan kalma adıyla Çerkesler Sapağı
denilen bir yoldan geçilerek gidilir. Trabzon asfaltına
çok tatlı bir meyille tepeden bakar köy...
Sapağın her
iki yanında geniş fındık bahçeleri ve bunların
görüntüsünü tamamlayan çeşitli meyve ağaçlarıyla bir
Cennet görünümünü andırır. 500-600 metre kadar yakında
olmasına rağmen köyün evlerini görmek mümkün olmaz
asfalttan. İlk bakışta gerçekten bir Cennet'i andıran bu
yer, en hissiz insanın bile duygularını kabartır,
kamçılar.
Resmi bir görevle gitmiştim Fatsa'ya. Aradan beş ay
geçmesine rağmen beni anlayan, dilimi konuşan,
dertlerimi paylaşabilmek için söyleşebileceğim bir kimse
bulamıyordum. O andaki sevincimi anlatamam. Başka başka
bölgelerden olmamıza rağmen kırk yıllık arkadaş gibi
ısındık birbirimize. İşte, dedim kendi kendime, nihayet
içimi dökebileceksin, aylardır beklediğin an geldi.
İçimdekilerin hepsini bir anda anlatmak istiyordum.
Durmadan konuşuyor, sorular soruyordum.
Fakat birden hayal kırıklığına uğradım. Muhatabım
kızararak başını önüne eğmiş, önce söylediklerime bir
anlam verememiş, sonra da susmuştu. Arkadaşımın durumunu
anlamıştım. Bu defa şaşkınlık ve suskunluk sırası bana
gelmişti. Bir hayli zaman geçti, susuyorduk. Bir yandan
da arkadaşıma kızmaya başlamıştım; ne biçim Çerkes,
kendi dilini bile bilmiyor, diyordum kendi kendime.
- Susmanın sebebini anlıyorum. İçinden bana kızıyor,
hatta Çerkes olduğumdan bile kuşkulanıyorsun değil mi,
dedi.
Gerçeği saklamanın gereksizliğini düşündüm.
Doğrusunu söylemek gerekirse, öyle, dedim. Çok şaşırdım.
Arkadaşım:
- Bunun cevabını sana vermek isterdim. Fakat bunu sana
başkasının açıklaması daha iyi olur. Çünkü ben bunu
açıklayabilecek durumda değilim. Ne de olsa yine ipinde
bir kuşku kalacaktır, dedi.
Aradan bir hayli zaman geçti. Arkadaşım Hüdaver sık sık
ziyaret etmeye başlamıştı beni. Ayrılmaz olmuştuk
birbirimizden. Yine bir tatil günü buluştuk Hüdaver'le.
Kısa bir sohbetten sonra sözümü keserek;
- Hadi kalk, dedi. Seni Çerkes köyüne götüreceğim.
Birden şaşırdım. Fakat şaşkınlığımla beraber büyük bir
sevinç kapladı içimi. Demek hayal kırıklığım boşunaymış,
diyordum kendi kendime. Birlikte yola çıktık. Arabamız
yeşillikler içinde bir yol ağzında durdu. İndik.
Hüdaver, köye yaklaştığımızı, girdiğimiz yolun da
Çerkesler Sapağı olduğunu söyledi. Etrafıma bakındım,
yalnızca yem-yeşil bahçeler ormanlar vardı. Ne kadar
güzel yerlerdi buralar. Duygularımı belirtmek ipin
başımı Hüdaver'e çevirdim. Fakat Hüdaver'in durumunu
görünce neşem birden kaçtı. Yüzü ilk konuşmamızdaki
gibiydi yine. Anlamsız anlamsız bakınıp, iç geçiriyordu.
Dayanamayıp sebebini sordum.
- Biraz sonra anlayacaksın, diyerek cevapladı.
Köye yaklaşmıştık. Hemen köyün kenarında bir pınar
ilişti gözüme. Suyu kendiliğinden oluşmuş, bir havuza
akıyordu. Etrafındaki ağaçlar çeşmeyle birlikte çok
güzel bir uyum içindeydi. Çeşmeyi görünce susuzluğum
aklıma geldi. Çeşmenin suyuna, akışına hayranlıkla
bakıyordum. Suyumuzu içtikten sonra Hüdaver;
- Burası Kırkgelin Çeşmesi'dir, dedi.
- Herhalde bunun bir öyküsü olmalı, ilginç bir adı var,
dedim.
- Biraz sonra dinleyeceksin öyküsünü. Fakat hoş bir öykü
değil.
Anlatmasını istedim. Anlatmadı. Israr ettim. Sonunda;
- Pekala. Fakat bunu, bu öyküyü yaşamış birinden
dinlemek gerek.
Yolumuza devam ettik. Yüz metre kadar ileride önümüzde
büyük bir mezarlık gördük. Taşları dökülmüş, her yanını
otlar, palılar kaplamış, terk edilmiş bir viraneyi
andıran bir mezarlık. Arap harfleriyle okuma- yazma
bildiğimden mezar taşları üzerindeki isimler ve tarihler
dikkatimi çekti. Tarihler bundan 100 yıl kadar öncesini,
isimler ise mezardakilerin tümüyle Çerkes olduklarını
gösteriyordu. Merak ettim ve sordum.
- Bu mezarların büyük bir kısmı 100 yıl öncesine ait ve
hepsi Çerkes. Neden acaba? Sonra bunların çoğu kadın.
- Burası çevrede Çerkes mezarlığı olarak bilinir. Öyküsü
Kırkgelin Çeşmesi'yle ilgili, dedi Hüdaver.
Merakım iyice artmış, neşemden bir şey kalmamıştı.
Bağlantı kurmaya çalışıyordum Kırkgelin Çeşmesi ile
Çerkes Mezarlığı arasında. Fakat bir türlü bir anlam
çıkaramıyordum. Bu düşünceler içinde çabalarken köye
girip bir evin kapısı önüne geldiğimizi bir kadın
sesiyle kendime geldiğimde anladım.
- Ooo... Hüdaver, yavrum, gelinsenize içeri. Neden öyle
duruyorsunuz? Misafirini de bekletme böle. Hiç misafir
öyle kapının önünde bekletilir mi? Ne ayıp şey.
Birden kendimi toparladım. Durumumu belli etmek
istemiyordum. Kadın oldukça yaşlıydı. Fakat sesi,
yaşının hemen yarısını saklayabilecek bir canlılıktaydı.
Çok temiz giyimi, gençliğinde altın şansı olduğunu yer
yer belli eden ağırmış saçları, tebessüm ve şefkatle
bakan gözleri ile insanda bir saygı uyandırıyordu. Yaşlı
kadına hayran hayran bakarken dalmıştım yine. Bu arada
Hüdaver seslendi.
- Merhaba Janset nine, hemen müjdemi ver bakalım. Sana
nihayet söz verdiğim gibi bir Çerkes getirdim.
Janset ninenin yüzü karıştı, Hüdaver'e kızar gibi;
- Hadi oradan... Beni gene kandırıyorsun değil mi? Sonra
bana döndü.
- Sen ona bakma evladım, ben alıştım onun yalanlarına.
Buyurun, girin içeri.
Susup durmak doğru değildi. Janset nineye Hüdaver'in
doğru söylediğini bildirdim. Bu kez şaşırma sırası
Janset ninenindi. Hızla yanıma geldi, inanmak
istemiyormuş gibi baştan aşağı süzdü beni. Herhalde
kendisinden, milletinden bir şeyler arıyordu bende.
- Delikanlı, doğru söyle, sen Çerkes misin?
Çerkesce karşılık verdim. Ninenin gözleri parladı
birden. Yüzü bir başka gülmeye başladı. Kendini
tutamayarak kucakladı beni. Ağlamaya başladı Janset nine
sevinçten. ''AI!ah'ım sana şükürler olsun'' diyerek dua
ediyordu.
Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Zavallı kadın kim
bilir kaç yıldır hasretini çekiyordu böyle bir anın. Kim
bilir kaç yılın özlemi birikmişti içinde. Az sonra
sakinleşti. Artık gözlerinden okunuyordu mutluluğu.
Heyecandan olacak ki hala içeri girmemiştik.
- Aaa... Kusura bakmayın çocuklar, ihtiyarlık işte.
İçeri gelin, sizi ayakta bıraktım
Hep birlikte eve girdik. İçerisi fakir, fakat çok iyi
düzenlenmiş tam bir Çerkes eviydi. Janset nine bize bir
türlü yer beğenemedi oturtmak için. Haline bırakmadık
kendisini, oturttuk.
Janset nine konuşmaya başladı. Aklına gelen her şeyi
soruyordu. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum.
Epeyce sohbet ettik. Hüdaver durumunun verdiği eziklik
ve üzüntü ile hep susuyordu. Konuşmaya ara verdiğimiz
bir sırada o da katıldı konuşmamıza.
- Janset nine, bize Kırkgelin Çeşmesi'nin öyküsünü
anlatsana.
Janset nine kızdı Hüdaver'in sorusuna.
- Bu çocuk da beni üzmek için sürekli anlattırır bu
öyküyü. Bırak yavrum, misafirimiz biraz rahat etsin.
- Nine bunu Hüdaver'den ben istemiştim. Bunun için kızma
ona, sen bana anlat.
Janset nine yüzüme baktı, gerçekten arzu ettiğimi,
ısrarlı olduğumu anladı.
- Uzun ve acıklı bir hikaye yavrum, diyerek anlatmaya
başladı. Anavatandan geldiğimde 10-15 yaşlarında bir
genç kızdım. Hayattan çok şey bekliyordum. Bütün
yakınlarım, bütün köyüm gibi sessiz ve mesut bir
yaşantımız vardı. Bir gün uzaklardan duyulan top-tüfek
sesleriyle uyandık. Önce bir anlam veremedik, fakat çok
geçmeden sesler köyün içinden gelmeye başladı. Babam ve
iki kardeşim Bolet ile Berkok silahlarını kapıp koşarak
evden çıktılar. Silah sesleri bir müddet daha duyuldu.
Sonra kapımız kırılırcasına vurulmaya başladı. Annem
''herhalde babandır. Git kapıyı aç'' diyerek seslendi.
Kapıyı açtığımda üç Rus askeri hızla daldı içeriye. Ne
oluyoruz demeye kalmadan bizi dışarı çıkarıp köy
meydanına götürdüler. Meydana büyük bir kalabalık
toplanmıştı. Dikkat ettiğimde köyün erkeklerinin
bazıları yoktu aralarında. Yerde de birkaç kişi
yatıyordu, öldürülmüşlerdi. Her tarafımız askerlerle
çevriliydi. Silahlar meydandaki kalabalığa çevrilmiş,
teslim olmaktan başka çaremiz olmadığı söyleniyordu.
Bütün köyün silahlarını toplamışlardı. Köyü terk
edeceğimiz bildirildi. Neye uğradığımızı anlamamıştık,
şaşırıp kalmıştık. Herkesin boynu büküktü. Köyden
ayrılırken gözlerimiz hep arkadaydı. Bir daha
dönemeyeceğimizi anlamıştık. Askerlerin nezaretinde
yolculuğumuzun üçüncü gününde bizim gibi perişan
binlerce insanın beklediği bir deniz kıyısına ulaştık.
Zavallıların hepsinin bakışlarından kederleri
okunuyordu. Hastalıktan zayıflamış, açlıktan kıvranan
binlerce Çerkes... Hala kulaklarımda ''Tixeminej tiyane
dax, ti xeku dax'' (Bırakma bizi güzel anamız, güzel
yurdumuz) diyerek bağrışan yer yer inleyen sesleri. Ne
korkunç bir görüntüydü Allah'ım.
Aradan birkaç gün geçti. ''Neden bekliyoruz'' diye soruyordum
kendi kendime. Cevabını olaylar verdi. Sahile birer
ikişer gemiler yaklaşmaya başlamıştı. Ufacık, küçük
gemiler. Askerlerin nezaretinde binlercesi istif
edilircesine bindiriliyordu bu gemilere. Gördükleri
kıymetli eşyaları da zorla alıyorlardı. Atını vermeyen
bir genci atıyla birlikte denize attıklarını gördüm.
Nihayet sıra bize gelmişti. Bizim bindiğimiz tekne de
diğerlerinden farksızdı. Bir tekneye 600 kişi kadar
bindirilmişti. Gemi denize açıldıktan sonra
köhneliğinden batmasın diye hastaları ve zayıfları
denize atmaya başladılar. Çile başlamıştı bizler için.
Çok geçmeden gemide soğuk ve kalabalık yüzünden bir
hastalık çıktı çevremizde. Üç gemi daha vardı böyle.
Hastalananların akıbeti de denize atılmaktı. Bir ara
gerilerden bir feryat duyduk. Baktığımızda geminin biri
batıyordu. Yüzlerce kişi boğularak can verdi. Uzun ve
yorucu bir yolculuktan sonra nihayet toprak göründü.
Ümitlenmiştik biraz çilemiz bitiyor diye.
Geldiğimiz yerin Ordu sancağı olduğunu sonradan
öğrendik. Çevremizdeki halkın Müslüman olduğuna
sevinmiştik. Fakat istikbalimizin bizlere neler
hazırladığını bilemediğimiz için içimizdeki tarif
edilmez kaygılar hala olduğu gibi duruyordu. Bambaşkaydı
çevremizdekilerin konuşmaları. İsteklerimiz yetkililere
tercümanlar vasıtasıyla anlatılıyordu. Günler geçtikçe
içimizdeki kaygılar artıyordu. Aç, susuz, evsiz-barksız
bekliyorduk günlerdir. Bizimle ilgilenen yok gibiydi.
Nihayet bir gün haber aldık ki, bizi çeşitli yerlere
yerleştireceklermiş. Bu yüzden kafileler halinde
ayırmaya başladılar bizi. Bizim köy ayrı bir kafileydi.
Bir baktık ki, vatanımızda iken 500 hane olan köyümüz
150 haneye kadar inmiş.
Ordu'dan ayrılmamız çok sürmedi. Bir günlük bir deniz
yolculuğundan sonra buraya geldik. O zaman bu köyün
gördüğünüz fındık bahçelerinin yerinde geniş ormanlar
vardı. Buraya yerleşeceğimiz söylenince itiraz edecek
olduk, fakat dinlemediler. Uzun bir uğraşmadan sonra
köyümüzü kurmayı başardık. O zamanlar şimdiki şose yolun
geçtiği yerden köyün eteklerine kadar olan kısmı çeşitli
av hayvanlarıyla kuşlarla dolu olan bir sazlıktı. İyi av
yapabiliyorlardı köyün gençleri.
Aradan bir yıl geçmiş, kendimizi bir düzene sokmaya
başlamış, burada bazı yaralarımızı sarmayı öğrenmiştik.
Fakat yine de huzurumuz yoktu. Bu kez de Bolaman beyleri
başımızın belasıydı. Bolaman beyleri şimdiki Bolaman
nahiyesinde oturur, çevredeki halkı tahakkümleri altında
bulundururdu. Bunlar çevredeki halkı kışkırtarak bize
baskı yapmaya başladılar. 0 zamanlar ben daha yeni
evlenmiştim. Köyde benimle beraber 40 kadar gelin daha
vardı. Hepimiz birlikte hikayenin konusu olan çeşmeye
gider, su doldurur, çeşitli eğlenceler düzenlerdik.
Kendimize gelmeye başlamıştık yavaş yavaş. Fakat bir
yandan da Kafkasya'daki köyümüzü anımsar, geriye
döneceğimiz günü ümitle beklerdik. Bu durum çevre
halkından bazılarının hoşuna gitmemiş, Bolaman beyleri
bundan haberdar edilmişlerdi. Bir gün Bolaman'a
alış-verişe gitmekte olan Hajmet silahlı kişiler
tarafından çevrilmiş, yolundan döndürülmek istenmişti.
Hajmet bunu kabul etmeyince arada tartışma çıkmıştı. O
gün çeşmeden geldiğimizde Hajmet'in ölüsünü gördük.
Yaşama hakkımız burada da elimizden alınmaya
kalkışılmıştı.
Hajmet'i üzüntüyle toprağa verdik. Bu olay üzerine
thamadeler toplandı. Olayı etraflıca görüştüler. Bir
tanesi ''Hajmet'in ölümü, yağmurdan önceki gök
gürültüsüne benziyor'' diyerek nelerin yapılması
gerektiğini anlattı. Bunun üzerine köyün bütün erkekleri
silahlandı. Köyün çevresi gözlenmeye başlandı.
Bu olaydan sonra Bolaman beyleri saldırıları
arttırdılar. Kendilerine uşaklık yapmamızı istiyorlardı.
Köyün huzuru tümden kaçmıştı. Böylece birkaç yıl geçti.
Bir yaz günüydü. Biz 40 gelin her zamanki gibi çeşmeye
gelmiştik. O günlerde aramızda bir gelin daha katmaya
hazırlandığımızdan her zamankinden daha neşeliydik.
Oyunlar oynuyor, woredler söylüyor eğleniyorduk.
Birdenbire az ilerimizdeki ormanın içinden bir sürü
silahlı adamın fırladığını gördük. Kapacak zaman da
olmadı. İhtiyat olsun diye taşıdığımız kamalarımıza
davrandık. Durumu gören eşkıyalar silahlarını ateşlemeye
başladılar. Gencecik arkadaşlarım vurulup düşüyordu.
Fırlattığımız kamalar da iş görüyordu ama bu azgın
sürüden kurtulamayacağımızı anladık hepimiz.
İşte o anda köyün gençleri imdadımıza yetişti. Bunu
gören eşkıyalar önce şaşırdı, sonra da saldırıya geçti.
Korkunç bir çatışmadan sonra eşkıyaların kimisi
yakalandi, kimisi de kovalandı. Fakat o 40 gelinden
yalnız 15 kişi kalmıştık.
Bu olay eşkıyalara karşı iyi bir ders olmuş, fakat köyde
de genç nüfus azalmıştı. Bir anlık duyulan woredler
simdi acı birer gıbzeye dönmüştü. Artık çeşmede 40 gelinin
woredleri yerine geride kalanların acı feryatları duyuluyordu.
Çok geçmeden bir sıtma hastalığı baş gösterdi. O
zamanlar doktor olmadığından hastalar tedavi
edilemiyordu. Hastalık yakaladığını götürüyordu. Hatta
bir ara öyle durumlar oldu ki, bir günde
40-50 kişinin olduğunu bile gördüm. Hastalık
diğerleriyle beraber kalan gelinlerin de sonuna
getirmişti. Yalnız ben kurtulmuştum aralarında.
Köyün yukarısında gördüğünüz mezarlık o zaman meydana
geldi. Bu faciaların dehşetiyle köyü terk etmeye
başladık. Herkes bir tarafa gidiyordu, fakat giden de
bir daha geri dönmedi. Haber de alınmadı gidenlerden.
Sayımız parmakla sayılacak kadar azaldı. Çocuklar artık
bir Çerkes ana-babadan gelmez oldular. Böylece kayboluş
başladı.
Janset nine bunları anlatırken dalmış, bütün benliğiyle
90-100 yıl öncelerine gitmişti. Şimdi o günleri yeniden
yaşıyordu sanki. Yüz ifadesindeki hüzün o zamanın
dehşetini bütün çıplaklığıyla yansıtıyordu.
Anlatmaya devam etti Janset nine.
- Ta o günlerden beri sahipsizdir bu köy. Nüfus azalınca
çevre ile mücadele gücümüz de kalmadı. Büyük dehşetin
ardından gelen durgunluk ve yılgınlık bugüne dek gitmedi
köyümüzden. Yetişen gene kızlarımız, delikanlılarımız
hep yabancılarla evlenmek zorunda kaldı. Bu da yok
olmamızı çabuklaştırmış oldu. Çünkü artık tercih
hakkımız kalmamıştı.
Dünyada yapayalnız kaldığımı zannediyordum şimdiye
kadar. Yarım asırdır içimi dökebileceğim, dilimi
konuşabileceğim birine rastlamamıştım. Çevremdeki bir
çok insan arasında yapayalnızdım. Belki bunun ne demek
olduğunu sen de bilirsin ama nihayet dualarım kabul
olundu.
''Zavallı Janset nine» diyordum içimden. Aslında senin
anlattığın şey, ulusumuzun muhaceretteki kaderidir,
haksızlıklara uğrayan, ezilen, kaybolan milletimin.''
Olaylar beni epey düşündürdü. Janset nineden ayrıldik.
Yolda hep düşünüyordum. ''Zavallılar'' diyordum kendi
kendime, «ne acı bir son''.
Hikaye bana geçenlerde bir gazetede çıkan bir yazıyı
anımsattı. Parti liderlerinin birisi partisinin genel
kongresinde; Rusya'da, Çin'de, Kırım'da ezilen,
Yunanistan'da imha edilmeye çalışılan ırkdaşlarından söz
ediyordu. Irkdaşlarının tüm insan haklarından mahrum
bırakıldıklarını söylüyordu. O zaman bir soru yöneltmek
geldi içimden kendisine. Acaba sayın lider bu
topraklarda yaşayan, 111 yıldır etiyle, kemiğiyle,
canıyla bu topraklara hizmet eden, gerektiğinde
pohpohlanıp, işi bitince de itilip kakılan, yaşaması
için bütün imkanları elinden alınmış Çerkes toplumunu
göremez mi bunları anlatırken? Neden bu toplumun da bazı
hakları olduğunu bilmezlikten gelir? İnsan haklan
evrensel beyannamesinin savunuculunu yaparken bu
egoistlik neden? Ne garip bir tecellidir ki, dünya
Türklüğü için büyük bir çaba gösteren sayın partili, her
fırsatta Çerkeslerin de Türk olduğunu söyleyerek bütün
dünyanın bildiği, söylediği, yazdığı bir gerçeği inkar
ediyor. Bu toplumun kaybolmayan birçok özelliklerine
rağmen onları asimilasyona itiyor, zorluyor. Bir yandan
onları illa da Türkleştirmeye, Türk olarak göstermeye
çalışırken öte yandan da yine aynı konuşmada ''Ben
Kırım'da ölen kardeşlerim için mevlit okutan
Azerbaycanlılara, Moğolistanlılara kardeşim demeyeceğim
de Karadeniz'deki Pontus kırıntısı Lazlara, Adana'daki
Fellahlara, Doğu'daki Kürtlere, Adapazarı'ndaki
Çerkeslere mi kardeşim diyeceğim diyerek, karşı çıkar
göründüğü bölücülük akımına bizzat kendisi karışıyor,
tezatlara daha da saplanıyor.
Öykümüzde anlatıldığı gibi, silahla imha durumu, şimdi
bir kültür sömürüsüne, kültürel imhaya dönüşmüştür. Bu
süreç, çeşitli tezatlar içinde, yaldızlı ve yuvarlak
laflarla gizliden gizliye sürdürülmek, hızlandırılmak
isteniyor, buna çalışılıyor. Artık uyanmak gerek.
Elimizde bir hasta var ve hastalık teşhis edilmiş.
Tedavi edecek, neşteri vuracak doktor bekleniyor.
En kısa zamanda hastanın iyileşmesi umut ve dileğiyle... |