Ertesi günü sabah saat 10.00’da köyden çıkılır ve
deniz kenarında Golovinka’ya varılır.
Orada bizlerin geri dönmemiz için ulu üç yüz yaşındaki
ağacın karşısına dikilerek dualar yapılır.
Duayı yaptıran Fiji adlı yaşlı bir nine. "Geri gelin.
Geri dönün. Bu toprakları artık sizler için
koruyamıyoruz. Aziz. Gelin çoğalalım ve büyük bir
cumhuriyet haline gelerek, şan ve şerefimizle
yaşayalım. Hiç birimiz açlıktan ölmüyoruz. Bu
topraklar dünyanın en verimli topraklarından. Size
de yeter, bize de yeter. Sizi de besler bizi de
besler. Hep böyle yabancı mı yaşayacaksınız?’’
Delegeler utanıyorlar. Gözyaşları geliyor. Shapsugh’dan
hareketle Abhazya’ya doğru gidiyoruz. Az sonra yol
kenarında duruyoruz ve bekliyoruz. Bir saate yakın
bekledikten sonra otobüsler geliyorlar. Otobüslerin
birisinden yüz yıllık Abaza kardeşlerimiz iniyorlar.
En yaşlılarının ellerinde milattan önce 3-4 bin
yıllarında adet olduğu gibi kutsal asalar vardı.
Bizleri kucaklayarak hoş geldiniz diyorlar. 150 km’den
fazla yol alıp geldiler bizleri kucaklayabilmek, hoş
geldiniz diyebilmek için. Düşünün en gençleri seksen
yaşında olan, delikanlılar dimdik bizleri
selamlıyorlar. O andaki duyguları yazabilmek için
edebiyatçı olmak gerekirdi. Yeni gelen otobüslere
bizlerde binerek Kafkas dağlarının bağrına doğru
hareket ediyoruz. İki saate yakın vadilerden yavaş
yavaş giderek, bir Ukrayna köyüne geliyoruz. Burası
Wubıhlarla Abhazların sınır köyü idi. Bugün ise
Ukraynalılar yaşıyorlar. Ne kadar güzel bir yer.
Tabiatıyla, havasıyla, insan inanamıyor buraları terk
ederek, Arabistan çöllerine nasıl gittiğimizi,
Anadolu’nun çorak, ağaçsız yerlerine yerleşerek,
vatan kabul edebildiğimizi? Yarabbim ne kadar güzel
yerler. Ne suçumuz vardı da bizi bu güzel vatandan
yoksun bıraktın yarabbim? İnsanın isyan edesi geliyor
her şeye aa ortada gerçek var. Biz değil ta
Ukrayna’dan ve Ermenistan’dan insanlar yaşıyorlar bu
cennet ülkede. Tek bir Wubıh yok. Ne acı değil mi? Ben
ne diyeceğimi, yazacağımı bilemiyorum. Sizlere
bırakıyorum, vicdanlarınıza bırakıyorum ne denecek
varsa denmesini. Köyün ortasındaki bir kaç yüzyıllık
bir ağacın etrafında toplanıyor ve burada Rus Çarı’nın
Genel Valisi ile Çerkeslerin teslim sözleşmesi
imzaladıkları söyleniyor ve başlarımız düşüyor yere.
Yüz yıl kahramanca savaşan halkımızın, yokluğa giden
yolun başlangıcı burada imzalanıyor. Küçük bir anma
merasiminden sonra oradan hareketle hepimiz dağların
yukarısına doğru hareket ediyoruz.
Kartal yuvalarının olduğu yerde bir lokantaya
gidiyoruz, içerisi Abhazya’dan gelen misafirlerle
dolu. Bizleri bekliyorlar. Tanıdık simalar arıyorum ve
buluyorum. Hepsiyle selamlaşıyor sarılıyoruz.
Saatlerce oturuyor, konuşma üzerine konuşma yapılıyor,
hep aynı konular. Dönün… Dönün… Dönün… Vatanınız,
toprağınız sizi özledi. Artık dinsin 127 yıllık
hasret. Bizim için dönmeyecekseniz de bu dağlar, bu
kuşlar, bu sular bu vadiler bu topraklar bu vatan için
dönün. Hem de vakit geçirmeden. Zira tarih şu anda
bize iyi bir fırsat verdi. Bu fırsatı değerlendirelim.
Yoksa tarih de, dedelerimizde bu topraklarda sizleri
lanetleyeceklerdir. Acıyın bu kutsal topraklara.
Dönün! Dönün!
Gece geç vakit Abhazya’nın en güzel turistik yeri olan
Pitzunda'ya getirildik. Önce lokantaya götürülerek
sofrasına oturtulduk. ''Adet, adettir", diyerek
yiyecek halimiz olmadığı halde sofraya oturarak
"bismillah" dedik. Gece yarısından sonra otelde
yataklarımıza yattığımızda sabah şafak attığını
görüyor, denizin sakin sakin biz çocuklarına ninni
söylediğini duyuyor, bizler uyuduktan sonra da
çocuklarım geri geldiler diyerek hafiften ağladığını
sabah kalkınca etrafın ıslak olmasından anlıyoruz.
Sabah kahvaltısından sonra, bizlere Abhazya'nın tabii
güzelliklerini göstermek için yola çıkarıyorlar. Yer
altı damla taş mağaralarını geziyoruz. Yanımızda yüz
yıllık delikanlılar cheğeriye olarak geziyorlar.
Nereye gitsek bizlerle beraberler. Almanya’dan
gelenlerin geri dönmeleri gerekiyor. 2 Haziran’da
Abhazya Cumhuriyeti’nin başkenti Sochum Kale’de, büyük
bir toplantı olacak. Ancak bizler ona katılamıyoruz.
Diğer delegelerden ayrılarak, bizleri acele olarak
Rızha gölüne götürüyorlar. Orada gölden sabah
tuttukları alabalıklardan bir kahvaltı masası
hazırlanmış buluyoruz. Hep beraber oturuyoruz masaya
ve zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Yaşamımız
boyu yediğimiz en nefis, lezzetli balıklar bunlardı
dersek yalan olmaz. Saat 14.00’de uçağımız kalkacak.
Yola koyuluyoruz ama bir saat gecikiyoruz. Uçak
kalkmıştır diye heyecanlanıyoruz. ''Uçakta arıza
olduğu için bir saat gecikme olmuş'' dediler. İnanalım
mı inanmayalım mı? Hava alanında bizi uğurlayanların
hepsi ağlıyorlardı. Bunları orada tanımıştık. Ne
anamız, ne babamız, ne kardeşlerimizdi. Ancak hüngür
hüngür bizim vatanı terk ederek gidişimize
ağlıyorlardı. Uçak havalanıp Moskova'ya doğru uçarken
aşağıda Karadeniz’i, anavatanı görüyor ve hayallere
dalıyorum. Bizdeki Çerkesleri ve oradaki
diasporadaki Adigeleri düşünüyorum ve kendi kendime
kahrediyor, oturduğum yerde kıp kırmızı kızarıp, soğuk
terler döküyorum, Çerkesliğimizden, insanlığımızdan
utanarak. Hep cebimizi doldurup, Türkiye’de ev üstüne
ev alanları düşünüyor, araba üstüne araba alanları,
sadece sözde Çerkes olanları, Çerkesliği bir lüks gibi
görenleri bu temiz duygulu Çerkeslerle
karşılaştırdığımda daha da utanıyor ve yerin dibine
geçmişçesine terlemeye başlıyorum ve huzursuz bir
uykuya dalıyorum... |