...................
...................
DÇB’NİN İLK KONGRESİNDEN
SONRAKİ ANILARIM  -Son

18.02.2006

Dr. YEDİC Batıray Özbek
...................
...................

Ertesi günü sabah saat 10.00’da köyden çıkılır ve deniz kenarında Golovinka’ya varılır.

Orada bizlerin geri dönmemiz için ulu üç yüz yaşındaki ağacın karşısına dikilerek  dualar yapılır.

Duayı yaptıran Fiji adlı yaşlı bir nine. "Geri gelin. Geri dönün. Bu toprakları artık sizler için koruyamıyoruz. Aziz. Gelin çoğalalım ve büyük bir cumhuriyet haline gelerek,   şan ve şerefimizle yaşayalım. Hiç birimiz açlıktan ölmüyoruz. Bu topraklar dünyanın en   verimli topraklarından. Size de yeter, bize de yeter. Sizi de besler bizi de besler. Hep böyle   yabancı mı yaşayacaksınız?’’

Delegeler utanıyorlar. Gözyaşları geliyor. Shapsugh’dan hareketle Abhazya’ya doğru gidiyoruz. Az sonra yol kenarında duruyoruz ve bekliyoruz. Bir saate yakın bekledikten sonra otobüsler geliyorlar. Otobüslerin birisinden yüz yıllık Abaza kardeşlerimiz iniyorlar. En yaşlılarının ellerinde milattan önce 3-4 bin yıllarında adet olduğu gibi kutsal asalar vardı. Bizleri kucaklayarak hoş geldiniz diyorlar. 150 km’den fazla yol alıp geldiler bizleri kucaklayabilmek, hoş geldiniz diyebilmek için. Düşünün en gençleri seksen yaşında olan, delikanlılar dimdik bizleri selamlıyorlar. O andaki duyguları yazabilmek için edebiyatçı olmak gerekirdi. Yeni gelen otobüslere bizlerde binerek Kafkas dağlarının bağrına doğru hareket ediyoruz. İki saate yakın vadilerden yavaş yavaş giderek, bir Ukrayna köyüne geliyoruz. Burası Wubıhlarla Abhazların sınır köyü idi. Bugün ise Ukraynalılar yaşıyorlar. Ne kadar güzel bir yer. Tabiatıyla, havasıyla, insan inanamıyor buraları terk ederek, Arabistan çöllerine nasıl gittiğimizi, Anadolu’nun çorak, ağaçsız yerlerine  yerleşerek, vatan kabul edebildiğimizi? Yarabbim ne kadar güzel yerler. Ne suçumuz vardı da bizi bu güzel vatandan yoksun bıraktın yarabbim? İnsanın isyan edesi geliyor her şeye aa ortada gerçek var. Biz değil ta Ukrayna’dan ve Ermenistan’dan insanlar yaşıyorlar bu cennet ülkede. Tek bir Wubıh yok. Ne acı değil mi? Ben ne diyeceğimi, yazacağımı bilemiyorum. Sizlere bırakıyorum, vicdanlarınıza bırakıyorum ne denecek varsa denmesini. Köyün ortasındaki bir kaç yüzyıllık bir ağacın etrafında toplanıyor ve burada Rus Çarı’nın Genel Valisi ile Çerkeslerin teslim sözleşmesi imzaladıkları söyleniyor ve başlarımız düşüyor yere. Yüz yıl kahramanca savaşan halkımızın, yokluğa giden yolun başlangıcı burada imzalanıyor. Küçük bir anma merasiminden sonra oradan hareketle hepimiz dağların yukarısına doğru hareket ediyoruz.

Kartal yuvalarının  olduğu yerde bir lokantaya gidiyoruz, içerisi Abhazya’dan gelen misafirlerle dolu. Bizleri bekliyorlar. Tanıdık simalar arıyorum ve buluyorum. Hepsiyle selamlaşıyor sarılıyoruz. Saatlerce oturuyor, konuşma üzerine konuşma yapılıyor, hep aynı konular. Dönün… Dönün… Dönün… Vatanınız, toprağınız sizi özledi. Artık dinsin 127 yıllık hasret. Bizim için dönmeyecekseniz de bu dağlar, bu kuşlar, bu sular bu vadiler bu topraklar bu vatan için dönün. Hem de vakit geçirmeden. Zira tarih şu anda bize iyi bir fırsat verdi. Bu fırsatı değerlendirelim. Yoksa tarih de, dedelerimizde bu topraklarda sizleri lanetleyeceklerdir. Acıyın bu kutsal topraklara. Dönün! Dönün!

Gece geç vakit Abhazya’nın en güzel turistik yeri olan Pitzunda'ya getirildik. Önce lokantaya götürülerek sofrasına oturtulduk. ''Adet, adettir", diyerek yiyecek halimiz olmadığı halde sofraya oturarak "bismillah" dedik. Gece yarısından sonra otelde yataklarımıza yattığımızda sabah şafak attığını görüyor, denizin sakin sakin biz çocuklarına ninni söylediğini duyuyor, bizler uyuduktan sonra da çocuklarım geri geldiler diyerek hafiften ağladığını sabah kalkınca etrafın ıslak olmasından anlıyoruz.

Sabah kahvaltısından sonra, bizlere Abhazya'nın tabii güzelliklerini göstermek için yola çıkarıyorlar. Yer altı damla taş mağaralarını geziyoruz. Yanımızda yüz yıllık delikanlılar cheğeriye olarak geziyorlar. Nereye gitsek bizlerle beraberler. Almanya’dan gelenlerin geri dönmeleri gerekiyor. 2 Haziran’da Abhazya Cumhuriyeti’nin başkenti Sochum Kale’de, büyük bir toplantı olacak. Ancak bizler ona katılamıyoruz. Diğer delegelerden ayrılarak, bizleri acele olarak Rızha gölüne götürüyorlar. Orada gölden sabah tuttukları alabalıklardan bir kahvaltı masası hazırlanmış buluyoruz. Hep beraber oturuyoruz masaya ve zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Yaşamımız boyu yediğimiz en nefis, lezzetli balıklar bunlardı dersek yalan olmaz. Saat 14.00’de uçağımız kalkacak. Yola koyuluyoruz ama bir saat gecikiyoruz. Uçak kalkmıştır diye heyecanlanıyoruz. ''Uçakta arıza olduğu için bir saat gecikme olmuş'' dediler. İnanalım mı inanmayalım mı? Hava alanında bizi uğurlayanların hepsi ağlıyorlardı. Bunları orada tanımıştık. Ne anamız, ne babamız, ne kardeşlerimizdi. Ancak hüngür hüngür bizim vatanı terk ederek gidişimize ağlıyorlardı. Uçak havalanıp Moskova'ya doğru uçarken aşağıda Karadeniz’i, anavatanı görüyor ve hayallere dalıyorum. Bizdeki Çerkesleri ve oradaki diasporadaki Adigeleri düşünüyorum ve kendi kendime kahrediyor, oturduğum yerde kıp kırmızı kızarıp, soğuk terler döküyorum, Çerkesliğimizden, insanlığımızdan utanarak. Hep cebimizi doldurup, Türkiye’de ev üstüne ev alanları düşünüyor, araba üstüne araba alanları,    sadece sözde Çerkes olanları, Çerkesliği bir lüks gibi görenleri bu temiz duygulu Çerkeslerle   karşılaştırdığımda daha da utanıyor ve yerin dibine geçmişçesine terlemeye başlıyorum ve huzursuz bir uykuya dalıyorum...