“…İhtiyar
adam, ağlamanın ne olduğunu bilmeyen yaşlı gözleriyle ama
nemlenmiş bir hüzünle baktı, bir daha göremeyeceğini çok iyi
bildiği, o her attığı adımda daha da uzaklaştığı, geride dağlara
çöken sislerin arasından göğe doğru yükselen ata yadigarı
kulesine..! Acılara ve kedere boğulmuş geçmişinde hiçbir şeye
ama hiçbir şeye o’nu geride bıraktığı kadar üzülmediğini de ilk
o anda hissetti. Bunu hissetmek içindeki hüznünü daha da
artırdı. Atını durdurarak, kucağında kendisine sıkı sıkıya
sarılmış masum yetim torununa da son kez baktırdı, “unutma”
dercesine! Sonra, atını kafileler halinde sürgün yoluna
düşenlere yetişmek üzere vadiden aşağılara doğru sürdü. Atının
ıslak yelelerinden süzülerek uçuşan damlalar çarptı ihtiyarın
yüzüne...”
Kuleyi terk etmek zordur.
Kule, dönüşü olmayan terk edilmişlikler anıtıdır. Bir anlamda
ölümle anlamdaştır. Kuleyi terk etmek, yıllarca taparcasına
sevilen bir “yar”dan, bir anda ve bir daha hiç
hatırlanmamacasına “yok olmak gibi” vazgeçmektir. Her ayrılığa
benzemez, acısı çok daha büyüktür bu yüzden. Bazen bu acı bir
lanet gibi nesiller boyu sürer. Gün gelip kavuşsalar da,
buldukları ancak bir yıkıntı olacak o atalar mirasının sahibi
biçare torunlar, saçlarına ak düşene kadar, kulesiz diyarlarda
kulenin terk edilmişliğinin her daim tazeliğini koruyan kedere
ve hüzne bulanmış acısıyla yaşarlar. Ne talihsizliktir onların
ki!
Ahhh…!!! -zavallı, yaralı yürek-
Talih, o vazgeçilmez yareni “zaman”la birleşerek, insana çoğu
zaman anlaşılmaz oyunlar oynamaya bayılan yetenekli yazar!?, Her
anı türlü hilelerle, göz alıcı aldatmacalarla dolu, dolambaçlı,
inişli çıkışlı, dönüşümlü yollarının içinde ömrünü süren zavallı
insan ise bu yazarın oyunlarında sadece bir aktör olmaktan öteye
geçemez. Talih, zorluklar içinde kendi rolünü oynayanlarla alay
edercesine zorlaştırır da bazen yaşamı. Yaşayan talihsizleşir
işte o anlarda. Zorluklardan yıldıkça da küçülür insan.
Küçüldükçe rolünü daha da kabullenir. Kabullendikçe talihini,
iradesinden uzaklaşarak kutsallaştırır, adeta kutsar. Talihi,
kör bir dilenci gibi kabullenmek “kul” olmanın yanıltıcı
gereğine dönüşür işte o zaman. Kuleyi terk etmek, talihi körü
körüne kabullenmektir bir anlamda, küçüldükçe küçülmektir.
Düşünmekten vazgeçmektir. Küçüklüğün sonu yok olmaktır derler ya!
Doğrudur. Kuleyi terk etmek yok olmayı kabullenmektir.
Kule, gerçekte bir özgür irade aracı olarak ayakta tutar insanı.
Kule, yaşayanına kendisinin ve “Var”ın var olduğunu, yaşamın
getirdiklerine karşı daima direnç göstermesini, zorluklar
karşısında yıkılmamasını hatırlatır.
İnsan ancak kaybettiğinde anlar ne kaybettiğini.
“…İhtiyar adam
kulesinden çok uzaklara gitti.. Geride, masal diyarı kadar
gizemli dağlar arkasında bıraktığı kulesini unutmadı hiç. Kuleyi
hatırlamak uzaklarda da olsa asla “var” olduğunu unutturmadı
ona.. Acı ve hüzne bulanmış yaralı yüreği attığı müddetçe kule
gibi dik durdu, onuruyla yaşadı. Ne kaybettiğini bilerek hasret
içinde öldüğünde, yetim torunu oğullara sahip bir ihtiyardı
artık. Babilden kalan o meşum laneti yeniden yaşarmışçasına,
talihsiz yeni torunlar türedi o’ndan da “Ne” kaybettiğinin
farkında olan…”
“…Genç adam, vadinin yükseklerinde sisler arasında yükselen
kuleye, daha birkaç dakika önce çılgınca yağan yağmurun
ıslattığı azgın ısırgan otlarını aralayarak, çiğneyerek ulaştı.
Kulenin altında, yosun tutmuş nemli odaya kendisini attığında
ancak hissetti ne kadar ıslandığını. Dağlı çobanların sevdikleri
yavuklularının adını kazıdıkları nemli duvarları inceledi bir
süre, çatlak beyaz toprak sıvanın içinden sevinç gözyaşları gibi
usulca sızan damlalara parmak ucuyla okşar gibi dokundu. Sonra,
kalın duvarın içine yapılmış, aşağılarda çağlayarak akan dereye
bakan pencerenin kenarına oturarak, son sigarasını içen bir
tiryaki gibi içine derin bir nefes çekti. Ciğerlerinin en uç
köşesine kadar serin havanın girdiğini hissetti. Körpe
yüreğinde, ilk kez geldiği bu yabanıl ortama karşı ne bir korku,
ne de yaklaşan akşam karanlığı ile orada kalacak olmasından
doğan bir endişe hissetmeden, dışarıda yeniden başlayan yağmur
dinene kadar orada oturdu. Üzerinde yükselen kulenin yıkık
duvarları, sevdiği yavrusuna kavuşan bir ananın tanrısına şükran
için açılan elleri gibi göğe yükseliyor, genç adam o anda
kendisini çok talihli hissediyordu…” |