Kule yapma
fikri, insanlık tarihinde ilk mimari yapıların ortaya çıkmaya
başladığı dönemlere kadar uzanır. Bu anlamda insanın kule inşa
etmeye başlamasının, mantıksal anlamda düşünüldüğünde sanılanın
aksine çok eski bir geçmişi vardır. İnsan, doğası gereği
çevresini kaplayan her kavramı anlamaya ve algılamaya yönelik
çabalarının sonucunda kendisine adeta fiziksel bir kap olarak
inşa etmeye başladığı ilk primitif yapı örnekleri arasına,
birçok teknik özelliği açısından diğer yapılara nazaran daha güç
bir inşa tekniği gerektiren kuleyi neden koymuş olabilir?
Aslında bu sorunun insanlık kültürünün o dönem için henüz
çetrefilleşmemiş sosyal yapısıyla bağlantılı olarak çok pratik
yanıtlarının da olması gerekir.
Kule, genel anlamıyla yüksekliği eninden defalarca daha büyük
olan bir yapıdır. Diğer bir değişle, insanların barınma
ihtiyacını karşılayan yapılardan daha yüksek bir mimari
şeklidir.
Bu özelliğiyle, barınma ihtiyacından daha farklı simgesel ve
işlevsel gereksinimler için inşa edilmişlerdir. Kule tipindeki
yüksek yapıları yapma fikrine, birbirinden kısmen bağımsız iki
ayrı gelişim seyri izleyen düşünce evrimi sonucunda ulaşıldığını
ileri sürebiliriz. Bunlardan ilki, doğada saf gözlem ve kişisel
deneyim sonucunda oluşan, örneğin yüksek bir yerden bakıldığında
uzakları daha iyi görmeye bağlı olarak gerçekleşen hakimiyet
duygusu ve ileriyi görme becerisi, veya yırtıcı bir hayvandan,
doğal bir afetten kaçılarak sığınılan bir ağacın ya da bir
kayalığın koruyuculuğu ve savunmaya elverişli konumu gibi
etkenlerle filizlenen işlevsel etkilenme sonucunda oluşan
kule yapma düşüncesidir. İkinci düşünce evrimi ise daha çok
biçimsel benzetmelere bağlı olarak gelişmiş olmalıdır.
Bir kule yapmak eğer yapı inşa edebilen ilk insan topluluklarına
kadar ulaşıyorsa bu, o oluşumun yine doğa kaynaklı gözlemlere
dayalı olarak insanın henüz tanımlayamadığı tanrısal kavramlarla
bağlantılı olmasını da gerektirir. Bu kavramlar işe karıştığında
ilk kulelerin inşa edilmesini sağlayan asıl amacın, barınma
gereksiniminden daha çok simgesel bir işlevsellik
olduğunu düşünebiliriz. Kulelerin başlangıçta sağlamlığını ya da
yapıyı ayakta tutabilecek tekniklere ulaşmanın uzun zaman alan
–belki de onlarca nesil- ve birbirine bilgi aktarımıyla oluşan
toplu deneyimler gerektiren inşa edebilme süreci ancak
insanlığın inatçı bir çabası sonucu gerçekleşebilirdi. Bu
çabanın zorluğunu ve zaman içinde anlamını kaybetmeyen yapım
iştahını düşündüğümüzde, kulenin mutlaka başlangıçta dinsel bir
simge gibi görülerek, birtakım tanrısal anlamlarının olması
gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Bu tanrısal anlamlar neler
olabilir? Çıplak gözle yapılacak bir anlık bakışın bile mümkün
olmadığı hayat kaynağı güneşin gökyüzünde oluşu, yükseklerden
şimşeklerin büyük gürültülerle yere çakması, gökten günlerce
yağan yağmurun ardından gelen tufan ve seller, yüce bir dağda
patlayan volkan vb. gibi doğal oluşumların ilk insan
topluluklarının inançlarına şekil verdiğini çok iyi biliyoruz.
Bu bilgilerden yola çıkarak, kule inşa etme düşüncesine tüm bu
saydığımız doğal olayların ortak özelliği olan “yükseklik”
kavramının ilham verdiğini düşünebiliriz. Öyle ki günümüzde dahi
sosyal bir gereksinim olan inançlarımızın içinde bu yükseklik
kavramının büyük etkileri görülür. En azından, İslam inancında
“Allah’ın, insana şah damarından daha yakın olarak, zaman ve
mekandan münezzeh yer aldığı” açıkça belirtilmesine karşın,
oldukça eski kökleri olan bir ritüel sonucu ellerimizi daima
yukarı doğru kaldırarak dua ederiz. Birbirleriyle çelişmesine
karşın bir çok dinde dua şekilleri benzer özellikler taşır.
Aslında ilkel hayatın inanç şekillerine bağlı olarak gelişen
mimari geleneklerde sadece doğa’nın kendisi değil insanın
fiziksel varlığı da başlıca ilham kaynağıdır. Diri olan ayakta
ve “dikey” iken, bir ceset daima yatar “yatay” vaziyettedir.
Yine, ilkel hayatta tanrısal bir yaratım süreci kabul edilen
doğum olayında başlıca etken olan üreme organları, özellikle
iktidar ve güçle eş anlamlı fallus, bu tür yapıların inşa
edilmelerinde biçimsel anlamda da ilk ilham kaynakları arasında
olmalıdır. Buradan sembolik anlamları açısından yatay bir cismin
durağanlığın, dikey bir cisim ise canlılığın ifadesi olarak
görüldüğünü ileri sürebiliriz. Günümüzde, bir takım çok eski
gelenekler sonucunda ve genellikle dinsel öğretilerin ilahi
gerçeklerinden bağımsız olarak sonradan yapılan eklemelerle,
yani insani düşüncelerle -çünkü dinsel öğretilerde inananların
Tanrı’ya yapacakları ibadet şekilleri kısmen açıklanırken,
içinde ibadet edecekleri mimari yapının nasıl ve ne şekilde inşa
edileceği hakkında bir bilgi genellikle verilmez, bu kültürlere
göre değişen biçimsel bir çizgi izler- oluşturulan görsel
biçimiyle gelişim gösterdiğini bildiğimiz stupa,
pagoda, çan kulesi, minare vb. gibi dini
mimari elamanları arasındaki ortak noktanın, hepsinin dikey ve
“kulevari” yapılar olduğunu göz önüne aldığımızda bu ilkel ve
basit ilhamın etkilerini de –özellikle ilk yapılan örneklerde
benzerlik daha belirgindir- rahatlıkla tespit edebiliriz.
İnsanlık tarihinin kentleşme sürecine kaynaklık eden ilk
girişimlerinden birisi M.Ö. 6000 yıllarına tarihlenen
Çatalhöyük’tür. Konya’nın Çumra ilçesi yakınlarındaki bu
neolotik yerleşimde yakın dönemde yapılan kazılarda tespit
edilen duvar resimlerinde karşımıza çıkan bazı bulgular, aynı
zamanda insan ürünü yüksek kule yapılarının ne kadar eski bir
geçmişe sahip olduğu hakkında da bir fikir vermiştir. Buna göre,
kamıştan veya ahşaptan yapıldığı tahmin edinilen semerdamlı
bir takım kuleler, Çatalhöyüklülerin ölülerine ait
cesetleri yerleşmelerinin içine gömmeden önce, yumuşak dokuların
akbaba gibi yırtıcı kuşlarca yenilmesi, çürümesi ve
kemiklerinden ayrılması amacıyla inşa edilmişti. Resimde açıkça
betimlendiği üzere bu kulelerdeki kafes kirişler, kamış
sütunlarını birbirine bağlayarak yüksek yapının ayakta durmasını
da sağlıyordu. Yalnızca ölü gömme ritüelinin bir parçası olarak
inşa edilmiş olsa bile gerçek bir kule olan bu yapıların,
ölülerin gömülmelerine ilişkin dinsel uygulamalardaki eski
adetleri devam ettirmeye meyilli olması gerçeğinden de
hareketle, Çatalhöyük’te karşılaşılan yapılardan daha eski
dönemlere ait olması gerekir. Mellaart, bu tip yapıları
kerpicin henüz bilinmediği protoneolotik dönemin başları
için (yaklaşık M.Ö. 9000) karakteristik bulmaktadır. Dolayısı
ile kule yapılarını en azından günümüzden 11.000 yıl önce
yaşamış insanların biliyor olması oldukça şaşırtıcı bir
bulgudur.
|