Kule biçim ve
şekil yönünden kimi kaynaklarda ayrıntılı olarak tarif edilir.
Buna göre mimari bir eleman olarak, dairevi, dört köşeli veya
çokgen planlı inşa edilen ve eninden ziyade yüksek yapılan taş,
kargir veya ahşap yapılara “Kule” denilmektedir. Uçları sivri
olarak biten piramit şeklindeki yapılar yüksekliklerine rağmen
kule olarak adlandırılmazlar. Kule kelimesinde daha çok bir
“kale”lik anlamı aranmalıdır. Buna göre piramit ve
ziggurat tipi yapıları kule olarak adlandıramayız.
Bu noktada
hatırlamamız gereken en önemli yapı şüphesiz ki (günümüzün yıkık
Bağdat yakınlarındaki) Babil Kulesi olacaktır. Bu
efsanevi kuleye ait hayal ve gerçeğin iç içe karıştığı
söylencelerin kökeni Sümer efsanelerine kadar dayanır.
Anlatıldığına göre Sümerler uzun bir dönem bolluk ve huzur
içerisinde yaşıyorlar ve en yüce tanrı olarak gördükleri
Enlil’e tek dilde dua ediyorlardı. Ancak bu müreffeh dönem
uzun sürmez bilgelik tanrısı akıl ve bilginin sahibi Enki,
Enlil'in bu üstünlüğünü kıskanınca insanlar arasında
savaş ve bozgun çıkarıp bu mutlu çağa ve tek dilde anlaşmaya son
vermek için harekete geçer. Tek bir dille konuşan bu insanlara
çeşitli diller dağıtır ve çıkan karışıklıklarda bütün
zigguratlar yıkılır. Destanda bahsedilen zigguratlardan birkaç
tanesini daha sonra bölgeye gelen ve onları yıkılmış halde gören
İbraniler “bu yapıların, yaratanın yaratılan karşısındaki
gücünü gösterdiğini” düşünürler. Böylece Tevrat’ta da bu
efsane "..ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan
göçtükleri zaman sinear diyarında bir ova buldular, orada
oturdular. Birbirlerine 'gelin kerpiç yapalım, onları iyice
pişirelim”. (Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri
vardı.) yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı
göğe erişecek bir kule yapalım” dediler. Ve ademoğullarının
yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için rab indi. Onlar bir
kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim birbirlerinin dilini
anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan
dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun
adına babil dendi" (tekvin 11:1-9) mealine dönüşür. Tevrat,
böylece Sümer efsanesinde geçen zigguratlardan birisinin
Babil kulesi olduğuna atıfta bulunmaktadır. Bu noktada bir
ziggurat olduğunu anladığımız “Babil Kulesi” nin, yukarda
tanımladığımız şekliyle gerçekten kule olamayacak kadar farklı
bir yapı olduğu da ortaya çıkmaktadır. O halde Babil’deki bu
yapıya kule denilmesinin sebebi insanoğlunun yaptığı devasa
boyutlardaki ilk yüksek yapı oluşundandır. Hatta günümüzde kule
düşüncesine ve bu yapının taşıdığı anlamlara doğrudan etki eden
tüm sembolik ifadelerin kaynağı da bu yapıdır. Babil kulesi
hakkındaki başka anlatımlarda, kulelerin günümüze kadar ulaşan
sembolik anlamları hakkında önemli ipuçları tespit edilir.
Denildiğine
göre Babil’de mutlu bir hayat yaşayan insanlar tanrı'yı o kadar
çok merak ediyorlarmış ki, onu görebilmek için göğü delen bir
kule yapmaya karar vermişler. İnşaat, bütün işçilerin bir ibadet
vecdi içinde uyumla ve şevkle çalışmasıyla kısa zamanda
yükselmiş. Kule yedi katlı bir ziggurat şeklinde ve her katı
tanrıya giden yolda bir aşamayı sembolize ediyormuş. 1.kat
toprağı ve taşı, 2.kat ateşi, 3.kat bitkileri, 4.kat hayvanları,
5.kat insanları, 6.kat gökyüzünü ve 7. kat da melekleri
sembolize ediyormuş. Buna göre bir insan ancak bütün bu katları
öğrenip anladıktan sonra, daha doğrusu yedi merhaleyi sırayla
çıktıktan sonra tanrıya ulaşabiliyormuş. Babil kulesi'nin
boyutları hakkında da efsanevi bir bilgiyi vermek gerekirse;
temelleri kare planlı ve 90 metre uzunluğunda, birinci katı 33,
ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6,
en üst katı ise 15 metre yüksekliğinde olmak üzere 90 metreymiş.
85 milyon tuğladan yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları,
ambarlar, konuk odaları, tanrı Marduk adına yapılmış bir
diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini
tören yolu varmış.
Anlatılanlara
göre, kulenin yapımında tam da göğün yedinci katının sınırları
zorlanırken, Tanrı, kulenin yapılmasını kendisine yapılan bir
şirk olarak görür ve her işçiye ayrı bir dil verip “Tebelbül-i
akvam” denilen yani insanların lisanlarının farklılaşarak
artık kimsenin kimseyi anlamadığı bir ortam oluşturur. Bu
nedenle de inşaat durur. Bazı tarihi kaynaklarda; Babil'i
çeşitli defalar işgal eden Tikulti-ninurta, Sargon,
Sanherip ve Asurbanipal gibi kralların kuleyi
yıkmaya çalıştıklarından söz edilerek, Babil kralları
Nabopollasor ve Nabukadnezar’ın ise yeniden
onardıkları kaydedilir. Ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers
kralı Kserkes kuleyi bir kez daha yıkar ve sonra tekrar
onaran olmaz. Yalnız, Büyük İskender Babil'e geldiğinde
harap haldeki kuleye hayran kalır ve onu eski haline getirmeye
karar verir. Bu sebeple 10.000 kişiyi iki ay boyunca
çalıştırarak molozları temizlettirir. Fakat İskender’in
ani ölümü kulenin onarımından da vazgeçilmesine sebep olur.
Kulenin kalıntılarından arta kalan tuğlalar ve taslar, yöre
yerleşimlerinin inşasında kullanılır ve bu nedenle de
zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce temeli atılan efsanevi yapıdan
geriye bir şey kalmamıştır.
Tevrat'a göre
de Babil kulesi'ni Hz.Nuh'un torunları gökyüzüne
ulaşmak, tanrının oturduğu yere varmak için yapmışlardır. Bu
sebeple kule, Tevrat'ta “insan gururunun utanç kaynağı” olarak
gösterilir ve tanrının, kuleyi yapan halkı, dillerini ayırarak
cezalandırdığı, günümüzde kullandığımız dillerin kaynağının da
bu olduğu söylenir. Dinsel metinlerde kulenin yüksekliğine
atıfta bulunarak yapılan lanetleme, daha sonraki inanışlarda da
oldukça benzer şekillerde anlam kazanır. Tasavufi bir
yorum; Babil Kulesinin bir varlık iddiası olarak yükseldiğini,
İnsanın kendisini yaratan Rabbine karşı bir başkaldırısı olarak:
“Ben varım, senin katına kadar yükselebilir ve seninle
istediğim gibi irtibat kurabilirim” gibi bir sapkınlığın
ifadesi olarak görür. Göklere uzanan bir kule yaparak Allah
ile boy ölçüşmeye kalkışanlar aslında Rableri ile nasıl irtibat
kurmaları gerektiği konusunda haddi aşanlardır. “Vahiy”
gerçekte insanın konuşması gereken tek diliydi. Ne zaman ki
insanlar vahyin dili ile konuşmayı bıraktılar, Allah onları
Babil Kulesi’nde çalışanların akıbetine uğrattı. Allah’ın,
ölçüyü kaçıran bu insanlara cezası kendi aralarında nasıl
irtibat kuracaklarının ölçüsünü kaybettirmek oldu. Ebedi bir
hayatı kaybetmek ya da kazanmak imtihanı içerisindeki bir
insanın bunu farklı diller ve seslerin arasında kaybetmesinden
daha büyük bir ceza olabilir mi? Artık herkesin bir şeyler
konuşup, ama kimse birbirinin dilinden bir şey anlamamasının
sebebi işte budur. Allah kendi dilini kullanmayı unutanı, sahte
dillerin bataklığında kendi başına bırakır. Aslında bu insana
verilen çok büyük bir cezaydı. Tasavvuf vahiy kaynaklı bu “aslî”
dilin bir tür arayışıdır. Bu kadar çok sesin ve sözün arasından
insan, kendisine ebediyet yolunu gösterecek o aslî dili bulmakla
mükelleftir.
Görüldüğü üzere
Babil kulesi'nin yüksek bir yapı olmanın bedeli olarak temsil
ettiği düşünülen temel kavram, insanın onu şirke ulaştıran
“kibir ve gururu”dur. Bu noktada insanın aklına şu fantastik
sorular takılıyor. Günümüzde, kimi dinsel kaynaklarda geçen
“yüksek yapıların kıyamet alameti olarak görülüp, sakınılması
gerektiği” düşüncesinin Babil kulesi hakkındaki bu antik
anlatılarla bir ilişkisi olabilir mi?
Ya da tüm bu
göndermelere karşılık inatla kuleler yapıp içinde yaşayanların,
yaptıkları bu lanetlenmiş işin bedelini yine kulelerini
yitirerek, geride yıkık kuleler bırakarak terki vatan
etmeleriyle bir bağlantısı olabilir mi?
Tüm bunlara
karşılık bir kule yapma düşüncesi ve alışkanlığı Babil kulesinin
lanetli efsanesinin yarattığı bağnaz korkudan arınmış ya da
etkilenmemiş olarak farklı anlam ve işlevler kazanarak çağlar
boyunca devam etmiştir. |