Kule,
yaşayanının görsel biçimini şekillendirir.
İnsanlık tarihi boyunca yapılan tüm mimari eserler içerisinde
belki de kendisine birbirinden çok farklı türde simgesel
çağrışımlar yüklenen ikinci bir yapı daha yoktur. Kule, kimi
edebiyatçılar ve düşünürler tarafından kaleme alınan yazılarda;
kibir, gurur, iffet, bekaret, yücelik, ileri görüşlülük,
esaret, sınır, otorite, asalet, asilik gibi farklılıkları
adeta zıtlık seviyesinde belirgin olan çok çeşitli kavramların
timsali olarak görülür. Kulenin büyük bir çeşitlilikle
bünyesinde barındırdığı bu simgesel çağrışımlar, onunla birlikte
yaşayanın da baştan kabullenmesi gereken kaçınılmaz bir
kimliktir. Bir anlamda Kule, yaşayanının statüsünü
gösteren bir giysiye dönüşerek onun görüntüsündeki en belirgin
görsel unsuru oluşturur. Yaşayanına imgelerden oluşan bir kimlik
vererek, toplum içinde ayrıcalık kazandıran kule, bu nedenle
dünyadaki bütün toplumlar tarafından çağlar boyunca statü
göstergesi olarak da kabul edilmiştir. Bağnazlığın ve hurafenin
sınır tanımadığı tüm ortaçağ boyunca derebeylerin yaşadığı
kuleler, çevrede yaşayan köylü ve halk tabakasının üzerinde,
onlara gerçek anlamda tepeden bakan yüksek birer yapı olarak
ezici bir etki bırakmışlardı. Öyle ki, bu etkinin bilincine
varan Avrupa’nın tamamında, Anadolu ve Ortadoğu’daki devletlerin
farklı bölgelerinde yerel yönetimlerden sorumlu soylular ve din
adamları, kuleleri bir anlamda hakimiyetlerini tamamlayan bir
yapı olarak inşa etmişlerdi. Burada bir saplama yaparak
kulelerin farklı bir gerçeğine daha değinmemiz gerekir. Kule,
yekpare ve özel bir yapı olarak gerçek anlamda “kule”dir. Kule,
başka kulelerle ve istinat ayaklarıyla desteklenmiş kalın
duvarlarla birleştiğinde Kale’ye dönüşerek, adeta birey olmayı
aşıp kabile haline gelen insan grupları gibi sosyal bir değişim
gösterir. Bu değişim, kalenin daha da kalın surlarla ve farklı
yapılarla desteklenmesiyle bir site haline dönüşmesiyle,
kabilelerin birleşerek bir toplumu oluşturmasına benzer bir
şekilde devam edecektir.
Kule, kendisi gibi tek başına ayakta kalmayı öğretir.
Kule, içinde yaşayanına kendi özellikleriyle bezenmiş bir benlik
kazandırırken, aynı zamanda onu, bir birey olduğunun da farkına
vardırır. Kulede yaşayanlar bu nedenle, farklı yapılarda yaşam
sürenlere göre daha fazla bireysel düşünme eğilimindedir. Ancak
bu durum uzun vadede bazı olumsuzluklara neden olabilecek
özelliklerle de doludur. Kulede yaşayanlarda oluşan bireysel
düşünme eğiliminin doğal sonucunda ortaya çıkan özgüven
aşırılığı ve bazen alaycılığa kaçabilen sorgulayıcı tavır,
otoriter ve baskıcı yönetimlerle, belki de toplumsal gelişim
açısından birliktelik oluşturabilmek uğruna gereken yeterli
uyumu gösteremez. Bu nedenle kulede yaşayanlardan oluşan bir
toplum her zaman dinamik bir yapıya sahip olsa da -çünkü
bireysel düşünme yetisi aynı zamanda farklı durumlara karşı
pratik çözümler üretme ve uygulamada ani karar verme becerisini
de beraberinde getirecektir- yeri geldiğinde bu bireysel düşünme
ve hareket etme alışkanlığından kopmadıkları müddetçe
rastlantısal bir sosyal gelişim içerisinde olacaklardır. Kulede
yaşayan toplumlarda bu yüzden sınıfsal farklılaşmalar, diğer
yapılarda yaşayanlara nazaran çok daha yavaş gelişir veya hiç
ortaya çıkmayabilir. Gerçekte büyük toplumlar, sosyolojik açıdan
farklı düşünme ve davranma becerileriyle dolu piramidal yapıdaki
halk katmanlarına sahip oldukları için var olabilmişlerdir.
İnsanlar arasında oluşacak her birliktelik, farklı düşünen ve
birbirini tamamlayıcı işler yapabilen kişilere mutlak gereksinim
duyar. Bu farklılığın oluşmadığı insani birliktelikler yeterince
gelişim gösteremeyecekleri gibi, kendi içinde olası çatışmalara
ve çekişmelere de daima açık kalacaklardır.
Bir kule yapmak gerçekte “ben” olduğunu haykırmanın en yüksek
şeklidir. Kule, bu nedenle yaşayanını ilk aşamada
homosentirik bir kalıba sokar. İçinde yaşayan, bir insanın
yalnız iken yapabileceği bedensel ve tinsel aktivitelerin
sınırına kadar bu tekliğini korumaya çalışır. Bu sınıra
ulaştığında ise paylaşma dürtülerini giderme zorunluluğunu
hissederek çevresine bakınır. Yakınında kendi türünden bir başka
“ben”ler aramaya başlar. Bu durum artık gerektiğinde –ama zor
anlarda ve kendince gereksinim duyduğunda tekrar sığınabileceği-
ben kulesinden çıkacağı bir konuma geldiğinin de işaretidir.
Böylece, kulede yaşayanlar yakın ve görüş menzillerinde bulunan
kulelerle, eğer bu ilişkilerini anlaşılabilirlik ve uzlaşı
üzerine kurabilmişlerse artık “ben” olmaktan çıkıp“biz”e
dönüşebilecekleri bir anlamda zorunlu iletişim kurarlar. Ancak
bu konuda bir noktaya değinmekte de fayda vardır. Kulenin
şekillendirdiği insanda oluşan birçok ben farklılığı, kulelerde
yaşayan “biz toplulukları”nda da bir bütün olarak yeniden ortaya
çıkar. Böylece kulede yaşayanlardan oluşan bir toplum, kendi
içinde bağımsız ancak ortak paydalarda bir araya gelerek
kuvvetli bir birlik oluşturan birbirine benzer gruplar
oluşturacaktır. -Kuleci toplumlardan Svan’lar bu tür gruplara “Tem”
adını verirler- Aslında bu tür birliktelikler, insan gelişiminin
doğal sonucu olarak -her hangi bir toplumsal felaket olmadığı
takdirde- toplumlara ve kültürlere göre değişen bir gelişim
çizgisi içinde, aileden soya, soydan ulusa uzanan evrensel bir
seyir izler. Bu tür birlikteliklerde merkezi otorite de
yeterince oluşamayacağı için -çünkü her birinin zor anlarda
sığınabileceği, içinde kendini savunabileceği “küçük evrenleri”
kuleleri vardır- kültürel anlamda töre ve aile bağları
oldukça gelişir. Merkezi otoritenin yeterince oluşamadığı
toplumlarda, yönetim mekanizmasının yerini kulelerde
yaşayanların kendi aralarında oluşturdukları değişken, oldukça
sade ve ilkel yapılanmalar olan kurullar alacaktır. Kurullar,
toplumu ilgilendiren hemen her konuda yetkili olarak geleneklere
dayanan -çünkü gelenekler her şeyin önündedir- karar verme ve
yürütmeyi yerine getirecektir. Svanetya’da geçen yüzyıla kadar
varlığını koruyan “Luzor” denilen meclisler bu kurullara iyi bir
örnektir. Luzor kurullarına 20 yaşını geçmiş her Svan erkeği
-veya ailede ergen erkek yoksa bir kadın- katılabilirdi. Her “tem”
in kendi oluşturduğu bu kurullarda ailelerin tüm problemleri
görüşülür karara bağlanırdı. Aldıkları kararlarda kimseye karşı
sorumlu olmaz, hesap vermezlerdi.
Kulede yaşayan toplumlar gerçekte barış yanlısıdırlar. Onların
bu özelliği aslında kulenin yerine olan bağlılığı ve yaşayanında
oluşturduğu ikamet ettiği yere karşı geliştirdiği yeterlilik ve
aidiyet duygusudur. Kulede yaşayan, bu nedenle kendi ülkesine
bir saldırı olmadığı müddetçe daima barış içinde yaşamaktan
yanadır. Svanların “luzor kurullarında” aldıkları en ağır
kararda bile ölüm cezasının kolayca görülmeyişini –ölüm cezası
gerektiren durumlarda ise genellikle suçlunun ülkeden sürgün
edilmesi söz konusudur- bu barışçıllıkta aramak gerekir. Ancak
bütün barışçıl yanlarına karşılık kulede yaşayanlar yeri
geldiğinde savaşmaktan ve kan dökmekten de asla kaçınmazlar.
Özellikle geleneklere ters düşen, haksızlığa ve saldırıya
uğradıkları durumlarda birbiriyle dahi çatışmaktan çekinmeyen
kuleci topluluklarda “kan davaları”, “esir-köle kullanımı”,
“insan ve mal kaçırmalar” gibi günümüzde anlamakta zorluk
çekilebilecek alışkanlıklara da sıkça rastlanacaktır.
Bir kule yapmak, öncelikle teknik açıdan büyük bir ustalık
gerektirdiğinden yüksek maliyeti nedeniyle kişinin tek başına
yapabileceği kadar kolay bir iş değildir. Kuleler, ancak bu
konuda yetkinleşmiş, babadan oğla, ustadan kalfaya geçen eski
yapım sırlarına vakıf olan kule yapıcıları tarafından inşa
edilebiliyordu ve bu tür ustalar her bölgede kolay bulunmadığı
için, davet üzerine farklı bölgelere giderek sipariş edilen
kuleleri de inşa ediyorlardı. Kule, yüksekliği nedeniyle, aynı
zamanda usta ve işçiler açısından da çok tehlikeli bir süreç
sonunda oluştuğundan diğer yapılara nazaran çok daha fazla
harcama ve iyi seçilmiş malzeme gerektirir. Eski bir çeçen
atasözü bu konuda “Kuleyi top yıkamaz amma, ustanın yanlış taşı
uçurur” diyordu. Bu nedenle kuleler bireysel olarak değil ancak
aile dayanışması ile yapılabiliyor ve sonuçta o ailenin adını
taşıyordu. Bu dayanışmalar ise, fedakarlık gerektiren
yardımlaşmaların insanı körü körüne birbirlerine
bağlayıcılığının da etkisiyle, yakın akrabalar arasında kopmayan
-hatalarını bile sonuna kadar sahiplenip savunabilen- bir birlik
oluşturmaktaydı. Genel açıdan bakıldığında ise, bu tür
birlikteliklerin toplumsal gelişim açısından olumlu olduğu kadar
olumsuz etkileri de görülmekteydi. Özellikle, ortak düşmanlara
karşı açılan savaş veya ülkenin savunma konumlarında toplum
faydasına olan bu birliktelikler, yaşanılan ülkenin sosyal
gelişimlerinin yaşandığı barış zamanlarında, toplumsal
birlikteliğe ve uluslaşma yolunda ulaşılması gereken merkezi
yapılanmanın oluşum sürecine büyük zararlar verebilmekteydi.
Bazı durumlarda kendi içerisinde fanatizme varan birlik
anlayışıyla bu aileler çıkarlarını korumak adına, toplumun
yararına olabilecek gelişmelere de engel olabiliyordu. Böylece,
yaşadıkları toplumun gelişim evrelerinde kopmalar meydana
getirip, hatta toplumun kendi hatalarını ve yanlışlarını
düzeltme fırsatını kaçırmasına da neden olabilecek etkiler
yaratabiliyorlardı. Şüphesiz ki, bağnazlığın farklı bir türü
olan bu tür olumsuzluklar, toplum için de büyük
talihsizlikti. |