Bir toplumu yok
etmek istiyorsanız, tarihini ve kültürünü hamasete boğun
yeterlidir. Kahramanlık, yiğitlik, ecdat, bayrak gibi
kavramlar -yaşam anlamında- üst yapı kurumlarıdır.
Dolayısıyla işsiz kalan, evinde hasta çocuğuna ilaç
alamayan bir insan için bir anda anlamsız kavramlar
biçimine dönüşür. Bu nedenle bizler öncelikle yaşamımızı
etkileyen ve yönlendiren alt yapı kurumları sorunlarını
çözmeliyiz. Yoksa girilen girdapta battıkça batarız.
Bazı
okuyucularımız, ilk “günün yorumu”ndaki yazımızda geçen
üstün insan olma kavramı üzerinde durmuşlar. İnanılmaz
güzel değerlendirmeler yapmışlar. Hepsine teşekkür
ediyoruz.
Bizler, şu anda
temelsiz gecekondu hafifliğinde, olayları ve kavramları
değerlendiriyoruz. Yakın tarihe baktığınızda bu doğal
görünüyor. Dilimizi, yaşadığınız topraklarda öğrenme ve
geliştirme olanağı verilmemiştir. Bu da kültürümüzün alt
yapısını değerlendirmede gerekli olan kaynakların
derlenmesi, geliştirilmesi ve konsantre biçime
getirilmesine engel olmuştur.
Çerkesce
sözcüklerin; gerek Türkçe gerek İngilizce yazılış
biçimlerinde karmaşa inanılmaz boyutlardadır. Çünkü,
bunlara verilen önemden çok; şan, gurur, kahramanlık
hamasetlerine boğuldu toplumumuz. Sülale adının Türkçe
yazılışını bilmeyen gencimiz, ne kahraman bir millet
olduğumuzu öğrendi! Yani öğrenme sırası karıştı.
Doğaldır ki,
hamaset yapmak için bir emek ve zaman harcamanıza gerek
yoktur. Oturduğunuz yerde, hiç kitap okumadan, gazete
okumadan, “biz kahraman ecdadın torunlarıyız” diye
bağırabilirsiniz. Aynı şekilde dünya üzerinde yaşayan her ulusun
bireyi de aynı şeyi rahatlıkla yapabilir. Bu nedenle bir
Çerkesle, bir Arap’ın ya da Avrupalının hamaset
açısından hiçbir farkı yoktur. Ayrıcalık nerede başlar?
Ürettiğiniz kitapta, yetiştirdiğiniz -dünya
standartlarında- romancınızda, şairinizde,
futbolcunuzda, bilim adamınızda. Bu listeyi uzatmak
olası. Ancak, bizim yaşamımızı biçimlendirecek ve bizi
ileri götürecek olan bu ayrıcalıklara ulaşmak; emek
ister, sabır ister, zaman ister.
Bu denli ayrıntıya
girmeseniz bile sıkıntılar çok alt düzeyde başlıyor.
Örnek olarak, kullandığımız dilin Türkçe ve İngilizce
yazılışı verebiliriz. Xhabze sözcüğü nasıl
yazılmalıdır? Habze mi? Xhabze mi? Ğhabze mi? Başka bir
örnek; Abzagh mı, Abzegh mi, Abzaxh mı? Yoksa başka bir
biçimde mi? Böyle yüzlerce örnek verilebilir.
Başvurulacak bir kılavuz yok. Derneklerimiz,
vakıflarımız işin üst yapısıyla uğraşırken alt yapı
çöküyor. Sonra toparlanması mümkün olmuyor. Uzakta
olduğumuz için bilemiyoruz ve yanlış değerlendiriyoruz
olabilir. Ancak bir edebiyat kurulu oluşturulup,
dilbilimcilerimiz en azından şu anda insanlarımızın
yoğun olarak kullandıkları sözcüklerin Türkçe ve
İngilizce yazılışları bir standarda oturtamazlar mı?
Türkiye’de 7
milyona yakın Kuzey Kafkasyalının yaşadığı tahmin
ediliyor. Bu nüfusa göre yayınlanan kitap sayısının
oranı çok düşük olmuyor mu? (Sanıyoruz toplam 1000 kadar
bir sayı, tirajı bilmiyoruz). Belçika’nın toplam nüfusu
yanılmıyorsak 3 milyon civarında. Belçika ile ilgili
yayınlanan kitap sayısı milyonun üstünde. Bu sayı tiraj
değil, tiraj 7-8 milyon. Çok değerli bir Çeçen
kardeşimizin başına gelen çok anlamlı ve düşündürücü.
Bir kitabını bastırabilmek için -ki, kültürümüz için çok
ama çok önemli bir kitap- iki eşantiyon kitap yazmak
zorunda kalıyor. Bu örnek bile hamaset batağının içinden
başını çıkarmaya çalışan Çerkesler olduğunu gösteriyor.
Peki destek görüyorlar mı? Ne gezer! Daha çok köstek
görüyorlar.
Konunun başka bir
boyutu da; gerek bilgi alış-verişi için, gerek bir konu
hakkında tartışmak için yazılan yazılar. İstisnasız tüm
hemşehrilerimiz bilgisayarın başına geçip klavyenin
tuşlarına basmadan önce ne yazacağını düşünemez mi?
Yazısını bitirince defalarca okuyup, bir hata var mı
diye kontrol edemezler mi? Elbette ederler,
etmelidirler. Bu ne kadar zamanlarını alabilir? 5
dakika? 10 dakika? Değer mi pekiyi? Bizce değer.
Sorunumuzu ya da
düşüncemizi yazarken; anlatmak istediğimizi, yazıya
doğru biçimde geçirebilmeliyiz. Bu özeni göstermeyip
aklımıza geleni yazarsak onarması zor sorunlarla karşı
karşıya kalabiliriz. Kırmak dökmek kolay ancak yapmak
zor. O nedenle kıran döken tarafında olursak yok
olmamızda kaçınılmaz olur. Çünkü zorluklarla ortaya ürün
çıkaranlar, bir süre sonra sizin kırıp dökmelerinize
engel olacaklardır. Bu gerek uzak gerek yakın
tarihimizde sık görülen bir durumdur.
Başa dönecek
olursak; kültürünü korumanın yolu dilden geçiyorsa, ki
sanıyoruz herkes aynı düşüncededir. O zaman? İki
paragraflık yazıda cümle kuramayan, noktalama ve
vurgulama yanlışları olan, derinliği olmayan, asıl
sorunu değil sağını solunu yazan bir hemşehrimizin
yapması gereken nedir sizce?
İşin ince noktası
burada başlar. Eğer diğer uluslar bizden daha çok
okuyorsa, bizden daha çok çalışıyorsa, sinirlenmek
yerine harekete geçmemiz gerekir. Kısacası onlar, tek
katlı evinin temelini üç kat taşıyacak sağlamlıkta
yapıyorsa; biz hala temel atmamakta direniyorsak, her
rüzgarda sağa sola savruluruz.
En ufak konudan en
büyük konuya kadar Çerkesler arasındaki bu
anlaşmazlıkların nedeni sizce bu değil midir?
Düşüncelerin önüne engel koymanın, hakaret etmenin,
saldırıda bulunmanın, “ortaçağ” mantığıyla davranmanın
başka ne gibi bir mazereti olabilir? Herhangi bir Çerkes
hemşehrimizin yazdığı kısacık bir mesajda bile onlarca
hata olmasını neye bağlayabiliriz?
Eğitimli insanla
tartışmak bizi geliştirir, cahil insanla tartışmaksa
zayıflatır.
Dünya üzerindeki
bütün Çerkesler bilgi çağında bilgisiz, hamasete
boğulmuş bir yaşam sürmemeliler. Yoksa önümüzdeki yüzyıl
efsane olarak anılacağız.
Son
Söz
Çerkes,
klavyesinin başındayken de Çerkes olduğunu unutmayandır. (Kuban)
|