Maykop'a dönüş
için Atatürk Hava Limanı'ndayım. Otuz bir Ocak 2006. Bu kez
İstanbul'a ayırabildiğim zaman çok azdı. Tüm dostlarımı da
göremedim. Akşam birlikte olabildiklerimiz beni hava limanına
kadar da getirmişlerdi.
Evet Türkiye'de kaldığım bir aylık sürede tüm dostlarımın her biri
ile ayrı ayrı hasret giderebildiğim söylenemez. Yine de Adana'da
sevgili sitemizin toplantısında bulunabildim. Hem site
toplantımızda hem de Ankara'daki derneğimizin düzenlediği sohbet
toplantısında, ardından, Düzce'de Marmara Bölge Dernekleri
toplantısında "Anavatana Dönüşü" konuşma olanağı buldum. Görüş
alışverişinde bulundum. Ankara'da Adapazarı'nda, İzmit'te eskiden
beri dost olduğumuz, dost kalabildiğimiz arkadaşlarımı görebildim.
Heyecan ve umut dolu genç arkadaşlar tanıdım. Daha önceleri de
sözünü ettiğim gençliğin ayak seslerini daha bir yakından duydum.
Arkadaşlarla çeşitli konuları tartışma olanağı bulabildim.
Bu arada artık aramızda dostluk bağı kalmamış eskilerde dost
olduğumuz, kimileri ile de aynı mekanı paylaştığımız, aynı konuyu
tartıştığımız oldu. Mutluluğun, umudun daha bir belirgin olduğu,
ancak üzüntüyü de uzaklaştıramadığım bir duygu karmaşası
içindeyim. Kimi eski dostların paradigmalarının değişmiş olmasını
bir türlü kabullenemiyorum. Belki de olmazı, birlikte yola çıkan
hiçbir grubun yaşayamadığı bir mutluluğu diliyorum. Keşke tüm eski
dostlar ipi birlikte göğüsleyebilseydik diye düşünmekten kendimi
alamıyorum...
Evet bu duygu karmaşası içinde hava limanında ona yakın gazete,
dergi aldım. İnternetten sonra Maykop'ta gazete susuzluğumu
gidermiştim. Ancak yine de gazeteyi ele alıp okumanın tadı bir
başka gibi geliyor bizlere. Elektronik dünyasına doğanlara da bu
tadı, koltuğa kaykılmış yarı yatar durumda gazete okumanın tadını
anlatmak güç olsa gerek.
Uçakta gazeteleri karıştırıyorum. Yeni Şafak Gazetesi'nin kitap
eki dolu dolu. Her alanda yayınlanan kitapları izlemeye yetişmek,
Türkiye'de yaşayanlar için de cok kolay değildir artık. Hele benim
gibi Maykop'ta yaşayanlar için. Adigece çok ama gerçekten çok
okumak zorunda olanlar için. Öyle ya döneminde okunması gerekli
kitapları okuyamamışsın. Bu olanağı bulamamışsın. Çocukluğundan
beri bu olanağı bulabilenlere yetişebilmek, çeşitli konuları
onlarla tartışabilmek durumundasın. Bu da da bir koşturmaca. Hem
hiç yetişemeyeceğinizi eksik kalacağınızı bile bile koşmak zorunda
olmak. Kazanamayacağını kesin bilen bir maraton koşucusu gibi...
Bir de anadilinde üretmek istiyorsan, üretmek zorunda
kalıyorsan?... Böylesi bir koşturmaca da Türkiye'de çıkan
kitapları yeterince izleyebilmek mümkün olabilir mi?
Güzelim kitap ekinde, TYB öykü ödülünü alan yazar Necip Tosun ile
sayın Elif Yıldız'ın yapmış olduğu bir söyleşi ve yazarın
öykülerine ilişkin sayın Ahmet Kekeç'in kısa değerlendirmesini
okuyunca kendi kuşağımdan çok şeyler bulabileceğim bu kitabı
görememiş olduğuma çok üzüldüm. Söyleşinin başlığı çarptı önce
beni: "İDEOLOJİMİ KAYBETTİM" Bu hafta da söyleşi ve incelemenin
kimi bölümlerini paylaşmak istedim sizlerle, Necip Tosun'un
mutlaka okumamız gerektiğinin altını çizerek:
Sayın Elif Yıldız söyleşisinden:
Elif Yıldız: Kendini yaşamak ve hayatın kurgusallığı içinde
rol ile yaşamak arasında sıkışıp kalmış kahramanlarınız, içinde
olmak ve dışarıdan bakmak arasında sancılı bir süreç yaşıyor.
Neden kahramanlarınızı böyle bir ikilemin içinde bırakıyor, bir
tercih yapmaya zorluyorsunuz?
Necip Tosun: Bu öykülerde parçalanmış ve kendinden habersiz
bireylerin kendilerini keşifleri anlatılıyor. Nerede olduklarını,
geçmişlerini, geleceklerini ve faniliklerini keşfini. Bu insanlar
çeşitli zaman ve mekanlarda karşılarına çıkan aynalarda
kendilerini keşfederler. Kendini bilmek önemlidir. Çünkü "kendini,
nefsini bilen rabbini de bilecektir". İnsanların hayatta
savrulmalarının nedeni kendilerini keşfedememeleridir. Çünkü hayat
boyunca aslında hepimiz kendi maceramızı bulmaya çalışırız.
Çatışmalar ve ikiyüzlülükler bu arama çabalarının bir sonucudur.
Kendimizi keşfetmemiz ne kadar gecikirse çarpılma da o kadar
yaralayıcı olur. Bu sancılı, ikilemli süreci anlatırken
olabildiğince dışarıda kalıyor, onların serüvenine tanıklık etmeye
çalışıyorum.
Elif
Yıldız: Öykülerinizde
özellikle kasaba gibi küçük yerleşimlere ve insanlarına bir
kızgınlık ve sitem sezinleniyor. Bunu bilinçli olarak mı
yapıyorsunuz?
Necip Tosun: Bu bir
genellemeden çok öykülerdeki kahramanların durumlarıyla ilgili bir
durum. Çoğu kasaba, küçük şehir kökenli. Öykülerdeki kahramanlar
doğup büyüdükleri yerleri pek de özlemle anmıyorlar. Övdükleri,
saygı duydukları bir geçmişleri yok çünkü. Kasaba halkı onların
rüyalarını anlamamış. Çoğu
da anlayışsız, kaba insanlar. Dolayısıyla kahramanlar bu
anlayışsız insanlara hep kızgın, sitemli. Ama tekraren söyleyeyim
tüm kasaba insanlarına yönelik özel bir durum değil bu.
Elif
Yıldız: İdeolojilerini
yitiren, savundukları ideolojilerinin gücünü yitirmesi ile
yalnızlaşan ve mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan insanlara öykülerinizin
kapılarını açmışsınız. Kendi yaşam öykünüzde de böylesi bir
yalnızlaşma uyumsuzlaşma var mı?
Necip Tosun: Bir insanın
uğruna ölümü bile göz aldığı rüyalarından bir süre sonra kopması,
ayrılması bana hep dramatik gelmiştir. Bu hiç şüphesiz,yaşamın,
konjonktürün getirdiği bir durum. Bu insani olayı öykülerimde
kınamaktan çok, bir olgu olarak aktarmaya çalıştım. Karşılarında
ya da yanlarında
olmak gibi özel bir gayretim olmadı. Çevremde bu değişim ve
dönüşüme bire bir tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Evet, bu
tanıklığı kendi özelimde de yaşadım.Genel anlamda bireyin
ideolojisi yaşamını ne kadar kuşatır, kuşatmalıdır sorusu
hikayelerinizden okuyucuya aktarılan bir soru. Toplum içinde
etkisini yitirmesiyle ve bireyin ideolojisini terk etmesiyle
yaşamı alt üst eden bir yönü öne çıkarıyor çünkü.
Kesinlikle öyle. Hayat ve inancın iç içe olduğuna inanılan bir
kuşağın içinden geliyorum. Kahramanlarda hayatlarını tümüyle
inançlarına, ideolojilerine göre dizayn ediyorlar. Ama
ideolojilerinin gözden düşüşüyle ya da ideolojilerini terk
etmeleriyle birlikte bir yalnızlaşma yaşıyorlar. Hayatınızın
biricik gayesi sarsıntıya uğradığında sizinde sarsılmanız
kaçınılmaz. Çünkü bu insanların hayatta normal bir arkadaşları
yok. Hatta aileleriyle bile ilişkileri sınırlı. Onların bütün
dünyaları dava arkadaşları. Dava dostlukları bitince sokakta selam
verecekleri kimse kalmıyor. Bu yüzden, davadan uzaklaştıklarında,
davaları gözden düştüğünde tam bir çarpılma yaşıyorlar.
Sizin de dikkatinizden kaçmamıştır. Sayın Yıldız bir sorusunda,
İdeolojilerini yitiren, savundukları ideolojilerinin gücünü
yitirmesi ile yalnızlaşan ve mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan
insanlar... tanımını yapıyor. Bu noktada, yazar Anavatana Dönüş'ü
bilseydi, eski dönüşçülerden söz ediyor olsaydı, sorusunu
"İdeolojilerini yitiren, savundukları ideolojileri güç kazandığı,
görüşlerinin olmazsa olmazlığı kanıtlandığı halde yalnızlaşan ve
mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan insanlar... diye kurardı diye
düşünmezlik edemiyorum. Söyleşiyi okuduğum ve sonrası uzun süre de
göğüs ağrıma da engel olamıyorum. Hele sayın Ahmet Kekeç'in
değerlendirmesindeki şu sözler: "Fakat, nereye giderse gitsin,
kahraman sonunda kendine dönecektir: Çünkü "hayat sonuna kadar
sarılan bir makaraya" benzemektedir; "günün birinde makara boşalır
ve insan başladığı yere döner"; bu yüzden, nereye, hangi yöne
giderse gitsin, sonunda hep "kendisi" (kaçtığı kendisi)
çıkmaktadır karşısına...
Ne kadar büyük bir mutluluk, ne kadar alt edilemez bir güç
veriyormuş, nereye, hangi yöne gitsen de, sonunda hep karşına
çıkan kendinle barışık olabilmek..
Anılara dolanıyor uçuş süresince başka şey okuyamıyorum... |