Koca Meşe’ye
saygıyla…
Ne kadar özlemişsindir bizleri; ya ben seni ne kadar özledim bir
bilsen. Bizlerden ayrıldığın tam on üç yıl oldu. 1992 yılı Ekim
ayının yedisinde “elveda” demiştin dünyaya. Ancak senin gibi iz
bırakanlar unutulur mu hiç? Adını yazıp tıkladığımda internet
sayfalarında sana ilişkin yüzlerce makale başlığı çıktı. Çoğu da
İngilizce. Seni hep Wubıh dilinin son sesi olarak tanımlayan
yazılar…
Senin Wubıh dili ile dolu yaşamında, anımsanmaya değer çok
anıların vardır. Bense, seninle yaptığımız anavatan yolculuğunu
unutamıyorum bir türlü. Bu yolculuğu birlikte yapabildiğimiz için
de kendimi şanslı sayıyorum. Her anışımda da o günlerin coşkusunu,
korkularını yaşıyorum yeniden. Sadece ben değil; dönemin
dönüşçülerinin her birimiz, senin mutlaka anavatanı görmen
gereğine inanıyorduk. 1990 Ekim'indeki anavatan ziyaretimizden
önce de Şamil Jane anavatanı görmeniz için çabalamıştı. Her şey
iyi gidiyorken sağlık nedeni ile son anda vazgeçmek zorunda
kalmıştınız.
Hatırlar mısın bilmem? Senden önce sesin ulaşmıştı anavatana,
Nalçik’e. Nihat Bidanuk, İsmel Özdemir, Fahri Huvaj ile birlikte,
1978’de Kabardey-Balkarya Rodina Derneği’nin davetlisi ve
Türkiye’deki derneklerimizin temsilcisi olarak anavatanı
ziyaretimizde, sesinin kaydedildiği bir kaseti de birlikte
getirmiştik Nalçik’e. Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü’nde,
bizleri görmek, dinlemek için toplanan bilim adamlarına,
Türkiye’deki durumumuzu anlatmış, genç arkadaşlarla birlikte
hazırladığımız raporumuzu sunmuştuk. Sonra da senin sesini,
Wubıhca’yı armağan etmiştik. Bilemezsin ne kadar sevinmiş, ne
kadar duygulanmışlardı…
Peki, anavatanın sadece sesini duyması yeterli miydi? Senin
anavatanı görmen gerekli, anavatanın seni görmesi zorunlu değil
miydi? Elbette gerekli, elbette zorunluydu ancak, seksen altı
yaşındaydın, hastaydın da ama yine sen “Koca Meşe”ydin,
yürekliydin. Hani köyünüzdeki koca meşe gibi… Nasıl unuturum…
Bandırma Kuş Cenneti Festivali için gelen İstanbul Televizyonu
Günaydın Programı ekibine senden söz ettiğimizde hemen çekim
yapmak istemişlerdi. Kırmamıştın onları… Anlatmıştın, kendi
köyün Hacı Osman’ın nasıl yerleştiğini, yerleşme sırasındaki
sancıları, bağımsızlık savaşı sonrası Gönen-Manyas sürgününü,
Anadolu ortalarından, henüz yoldayken geri dönüşünüze nasıl izin
verildiğini… Döndüğünüz köyün, komşu Türklerce işgal edilmiş
olduğunu, evlerinizi tarlalarınızı yeniden sahiplenmek için yine
mücadele etmeniz gerektiğini… Büyük dilci, büyük insan, Profesör
George Dumezil ile birlikte yaptığınız çalışmaları… Profesör
Şeraşidze’nin Wubıhca’yı ne kadar iyi öğrenmiş olduğunu anlatmış,
anlatmış sonra da bastonunla koca meşeyi göstermiş ve “işte”
demiştin, “benden sonra bunları bilebilecek, anlatabilecek bir bu
ağaç, bu koca meşe kalıyor”...
Nasıl da tüylerim diken, diken olmuştu… Hala ürperirim aklıma
geldikçe. Hele çekilen filmde, elinde bastonun koca meşe ile
birlikte göründüğün kareler, önerimiz üzerine çekim ekibinin film
müziği olarak İstanbulak’ue’yi seçmesi. Kısa filmin son
sahnesinde, İstanbulak’ue eşliğinde sırtın bizlere dönük köy
yolunu yürüyüşün ve ağır, ağır bizden uzaklaşışın… Son
sahneyi her anımsadığımda da anavatandan kopuk halkımızın yok
oluşunu, içim sızlayarak düşünmezlik edemiyorum.
Daha sonra ben de sormuştum Dumezil ile nasıl buluştuğunuzu. Önce
Dumezil’in bir anısını anlatmıştın. “Hacı Yakup köyünde,
Wubıhca konuşanları nerde bulabileceğini soran Dumezil’i, uzak
olmayan köy mezarlığına götüren 10 -12 yaşlarındaki çocuk
mezarları göstererek “işte” demiş, “Wubıhca konuşanlar işte burada
yatıyor”…
Sonra da eklemiştin: “Dumezil, Profesör Namıt’ekhue Ayteç (Aytek
Namitok) ile daha önceden tanışıyordu. Namıt’ekhue, Manyasa bağlı
Dümbe’den birkaç yaşlıyı gönderdi onun yanına... Dumezil iki ay
onlarla çalıştı ancak yeterince tatmin olmadı. Bu arada ben de
gidiyor onları izliyordum. Konuşmaların tam olmadığının, eksik
olduğunun farkına vardı. Benimle çalışmak istedi. Ben thamadeleri,
yaşlıları ileri sürdüm ama içten, içe ben de istiyordum. Sonunda
kabul ettim. Ertesi yıl geldiğinde doğruca bizim köye geldi.” Daha
başka bir çok şey anlatmış ben de küçük notlar almıştım:
''Bir gün Paris’te iken Dumezil:
- Keşke Çerkes olsaydım başka bir şey istemezdim.
- İltifat ediyorsunuz.
- Hayır gerçek söylüyorum, Keşke Fransız olacağıma Çerkes
olsaydım. Dünyada başka bir şey istemezdim, dedi.
Çok güzel Türkçe konuşurdu. Zaten Türkçe’yi iyi bilmese bu
çalışmaları birlikte yapamazdık.
(…) Norveç’te
seriograf ile filme alındı. Ses bantlarımın filmi. Daha sonra
Paris’te de aynı çalışmalar yapıldı. Dumezil’e Norveç'te de bu
çalışmayı yaptığımızı söyledim. Çekimlerden sonra Dumezil ısrarla
bir daha bu çalışmayı yapmamamı istedi. Ses tellerimin
bozulacağını söyledi. Ben bunu daha çok bilimsel bir kıskançlık
olarak değerlendirdim. 1989’da Boğaziçi Üniversitesi’nden Sumru
hanımın ricasını kıramadım. Yaşadığım ülkeye bir borcum olarak
değerlendirdim ve İstanbul Amerikan Hastanesi'nde Wubıh bir doktor
ile çalıştım. Ancak Dumezil’in dediği doğru imiş, sesimi büyük
ölçüde kaybettim”
Yolculuk için çoktan hazırdık ikimiz de… Birbirimizi ikna etme
çabasına gerek yoktu ama birbirimize cesaret vermemiz gerekiyordu.
Çünkü yineliyorum, seksen altı yaşındaydın artık ve hastaydın.
Sonunda kendimizde bu cesareti bulabildik. İnanıyorum ki, senin
için hayati tehlikesi olan, benim için büyük sorumluluk isteyen bu
yolculuğu göze alabilmemizi sağlayan aynı duyguydu. Anavatanı,
Avrupa’ya defalarca çağrılmış Wubıhca’nın son sesini, ağırlamamış
olma ayıbından kurtarmak, yüzü anavatana dönük olanlara da, Son
Ses’i anavatana götürememiş olma utanıcını yaşatmamak…
Bandırma’dan kalabalık bir hemşehri grubuyla uğurlanış,
feribot yolculuğu ve akşamın alaca karanlığında İstanbul Karaköy.
Karaköy’de bizi bekleyen sürpriz. Ünlü Nartolog, ünlü derleyici
Hadeğel’e Asker. Halkımızın siz iki büyük insanının karşılaşması,
tanışması, bunu yaşayanlar hiç unutulabilir mi? İsrail’e gitmekte
olan “Nart” Hadeğel’e Asker İstanbul’daymış o gün. İstanbul’da
olacağını duyunca da mutlaka görüşmek tanışmak istemiş seninle. Ev
sahipleri Çürey Ali, Çüpe Ertekin İşcan, kendi çocuklarınız,
Heşehri Grubu. Hele o akşam heyecanla resimlerimizi çeken
Okancık, Çüpe Okan.. Nasıl da halkını seven, donanımlı bir genç
oldu şimdi.
Gece kızınızda kalmıştınız sanırım. Ertesi gün havaalanı. Yine
kalabalık bir hemşehri grubu ve Moskova… İkimiz de komünist
değildik ama işte Moskova’ya gidiyorduk. O günlerde daha Nalçik’e
uçak seferleri konmamış. Kolunuza giriyorum. Tam çıkışa doğru
yürüyecekken, hatırladıkça hala beni ürperten bir ses, en büyük
oğlunuzun sesi: “Doktor, babama bir şey olursa eğer, bunun
sorumlusu sensin!”
Nasıl kaynar sular dökülmüştü başımdan. Nasıl da sarsılmıştım.
İtiraf edeyim tereddüt de geçirmiştim bir an ama hatırlarsın sen
daha bir güçle sıkmıştın sol koltuk altındaki kolumu,
yüreklendirmiştin beni.
Moskova’da daha önce birlikte çalıştığınız ünlü dilcimiz Kumaxhue
Muhiddin, fizik bilimi alanında kendi adını taşıyan teorisi ile
bilinen, fizik profesörü kardeşi Kumaxhue Muriddin ile birlikte
karşılamıştı bizi. Havaalanından almış, bir gece ağırlamış ertesi
gün de Nalçik’e uğurlamıştı. Nalçik havaalanında bizi, artık
Nalçik’e yerleşmiş Bidanuk Nihat ve dernek yetkilileri bekliyordu.
Özel arabalar tahsis edilmiş, konaklamamız için sanatoryumda küçük
bir villa ayırmışlardı. Çok güzel planlarımız vardı. Maykop, Wubıh
Bölgesi, Abhazya, Çerkessk… Buraları hep görecektik. Sağlık
durumunu bildiği için Nihat, bu yolculuklar için helikopter de
sağlamıştı ama sağlığın elvermemişti. Wubıh yurdunu görmek kısmet
olmamıştı. Abhazya’yı ziyaret edemeyeceğini duyan Abhaz televizyon
ekibi gelmiş, sanatoryumda çekimler yapmıştı… Bilim adamları başta
Nalo Zavur birbiri peşi sıra gelip görüşmüştü seninle, bir görevi
yerine getiren insanların sorumluluğu ile yorgunluğunu dışa
vurmamaya çalışıyordun.
Acısı tatlısı ile o günlerde yaşadıklarımın hepsini nasıl
sığdırayım bir mektuba. Ancak katıldığımız konferansı, konferansta
söylediklerini, nasıl unuturum? Sovyetler Birliği Tarih Enstitüsü,
Kuzey Kafkasya Bilimler Yüksek Okulu, Kabardey-Balkar Sosyal
Araştırmalar Enstitüsü ve Kabardey Balkar Devlet Üniversitesi’nin
birlikte düzenlemişlerdi. Çok geniş katılımlı bu konferansta Kuzey
Kafkasya halklarının ulusal kurtuluş savaşı ve muhaceret
konuşulmuştu. Çüşha İzzet Aydemir ile birlikte konferansa
katılanlara sürgünün asıl karşılığının, muhaceret değil tehcir
olduğunu anlatabilmiş sonuç bildirisine de sürgün sözcüğünün Rusça
karşılığı izgnaniye yazılmasını sağlamıştık.
Senin konuşmanda anavatanı görmüş olmakla yaşadığın mutluluğun
altını çizmiş, bunu sağlayanlara teşekkür etmiş. Daha sonra da
senden çok sık duyacağım üzüntünü dile getirmiştin. ''Keşke
anavatana, ayaklarım beni daha iyi taşıdığı, gözlerimin daha iyi
gördüğü, kulaklarımın daha iyi duyduğu, gönlümdekini istediğim
gibi söyleyebildiğim bir zamanda gelebilseydim.''
Bu yakınma, bu ses tonu beni yıllarca öncesine götürmüştü, yetmiş
sekiz yılına. Yukarda andığım ilk anavatan gezimizde, Adige
yazınının büyük ustası Türkçe’deki ilk Adige romanının yazarı
Ç’eraşe Tembot ile de tanışma şansını bulmuştuk. Büyük yazara Şıw
Zakhuı (Tek Atlı) romanının Yenemukhe Mevlüt tarafından Türkçe'ye
kazandırıldığı müjdesini de vermiştik. Büyük yazarımız da artık
yaşlıydı senin gibi ve senin gibi sağlık sorunları vardı. O da,
halkı için çok şey yapmış olmasına karşın, hala yapabileceklerini
yapmasına izin vermeyen sağlık durumundan, yıllar sonra senden
duyacağım ses tonu ile yakınmıştı: ''Torunum oldu, mutluluğumun
elini tutup parkta gezdiremiyorum. Arabamın direksiyonuna geçip
dolaşamıyorum. Yazdıklarımdan çok daha iyilerini yazabilecek
birikimim oluştu, parmaklarımı istediğim gibi kullanamaz oldum…''
Şimdilerde de ikinizle birlikte, sağlıkları bozulduğu için
birikimlerini yeterince halkımıza sunamayan kendi kuşağım
arkadaşlarımı İsmel Özdemir'i, Yediç Batıray'ı, Alhas İbrahim'i,
ağabeylerimiz Çüşhe İzzet ve Hatkho Aslan Arı'yı da düşünmeden
edemiyorum. Hele genç yaşta kaybettiğimiz L'ışe Süleyman
Yançatoral'ı. On iki Eylül sonrası yeniden dirilişimizdeki proje
mimarımızı… Derneğin yirmi beşinci yılını düşünen oydu. Oydu 89'da
gerçekleştirdiğimiz. Tüm Çerkes dünyasının temsilcilerinin
katıldığı, Sürgünün 125. Yılı Kültür Haftası'nı daha 87 yılında
düşünen... Hani Ankara'daki etkinliklere katılamadığın için
Süleyman ve anavatandan bir gurup konukla seni köyünde ziyaret
etmiştik ve Süleyman'ın büyük düşüydü Marmara yöresinde senin
adını taşıyan, uluslararası bir dil konferansı düzenlemek. Onun
ömrü yetmedi, biz gerisinde kalanların da ufuk genişliği…
Yıllar sonra, 2004 yılında Demokratik Çerkes Platformu'nun senin
adına düzenlemiş olduğu afiş yarışması ve açtığı sergi bir nevi
teselli oldu bizler için…
Sevgili Wubıh Dede, epeyce uzun oldu mektubum. Seni yordum.
Dönüşte yaşadıklarımızı, dil konusundaki sevineceğin yeni
gelişmeleri bir başka buluşmamızda anarız. Ama izin ver de bir
sırrımı açıklayayım. Sen de fark etmişsindir, sana olan derin
saygımın, sevgimin kaynağı salt senin son ses olman, benim dile
olan sevgim değildi. Senin dönüşe olan tutkun, anavatana dönüşün
gerçekleşeceğine olan inancındı, umudundu. Dönüşe dönük
çalışmalarımızı anlaman, takdir etmen, beni hep yüreklendirmendi…
Halkı için çalıştığını söyleyip, dönüşü anlamayanlara,
yönetimlerimizi küçümseyenlere, anavatandakilerden, biz
dönenlerden, ''ruhlarını Ruslara satmış kişiler, köleler'' olarak
söz edenlere, çok üzülüyor-kızıyorsundur. Ancak bir yandan da kıs,
kıs gülüyorsundur. Doğrusu ben de, köle saydıklarının
üretimlerinden başka öğünecek şeyi olmayan, ''yok oluşa gidiş
kölelerinin'' bu davranışlarına içten, içe acıyla gülmekten
başka bir şey yapamıyorum.
Sevgili Son Ses, kimi eski dönüşçülerin inancını kaybetmiş
olmasına da üzülme sakın. Hem eskilere inat yeni dalgayı, daha
donanımlı genç kuşağı sen de fark etmiş, mutlu olmuşsundur.
Sevgili Koca
Meşe, gün gelecek Hacı Osman'da bizlere gösterdiğin Koca Meşe de
yok olacak ama senin bilim dünyasına kazandırdığın koca meşe,
inanıyorum, hep gelişip serpilerek sonsuza kadar yaşayacaktır.
Ayrılışımızın on üçüncü yılında seni saygıyla, sevgiyle rahmetle
anıyorum.
|